GÜLCEMAAT DİYARINA HOŞGELDİNİZ
   
  Yeni islami Portaliniz
  MİDE ŞEHVETİ---CİNSİYET ŞEHVETİ....
 

1- Mide Şehveti

2- Cinsiyet Şehveti

Bu iki şehvet, mide şehveti ile cinsiyet şehvetidir.

1- Mide Şehveti

Bil ki, insan için en büyük helâk edici şey mide şehve­tidir. Bu şehvet, ilk insandan itibaren kendisine uyan her­kese felâket ve zarar getirmiştir. Âdem (as) ve eşi Havvâ bu yüzden izzet ve nimet yeri olan cennetten zillet ve yokluk yurdu olan dünyaya sürgün edilmişler, onların zürriyetinden çoğu da aynı sebeple dünyadan da beter sür­gün ve azap yeri olan cehennemi hak etmişlerdir. Mide şehveti, hakikatte bütün şehvetlerin kaynağı, maddî ve manevî hastalık ve âfetlerin yuvasıdır. Mide şehveti, cinsi­yet şehvetini tahrik eder; bu ikisi birlikte mal ve şöhret şeh­vetini uyandırırlar; bu şehvetler de her türlü çekişme, kav­ga, hile, zulüm, kıskançlık, fuhuş ve ahlâksızlığa sebebiyet verirler. Bütün bu kötülükler, başlangıçta mide şehvetine uymanın zehirli meyveleridir. Halbuki insan, bu şehveti kı­rıp az yemek veya gerekirse aç kalmak suretiyle diğer şeh­vetlerin uyanmasını ve azgınlaşmasını önlerse, gailesiz ve lekesiz bir saflık ve sadelik içinde Rabbine itâat etme imkâ­nını bulur. O zaman, dünyayı ahirete tercih etme ve ömür sermayesini geçici şehvetlerin peşinde yitirip mahvetme felâketinden de kurtulur.

Açlığın Fazileti, Tokluğun Kötülüğü

Bu konuda şu sözler Allah Rasûlü’ne nisbet edilmiştir: "Nefislerinize karşı açlık silahıyla cihad ediniz. Biliniz ki, bu cihâdın sevabı, kâfirlere karşı kılıçla cihâd etmenin seva­bı gibidir.", "Tok mide ile yaşayan bir kimse, melekût âlemi­ne giremez.", "İnsanların en üstünü yemesi ve gülmesi az olan ve avretini örten şeyle yetinen kimsedir.", "Amellerin en büyüğü açlık ve gösterişsiz libasla nefsin kibrini kırmak­tır.", "Midenizin yarısıyla yiyip için. Bu peygamberlerin adabındandır.", "Tefekkür etmek ve az yemek ibadettir.", "Kıyâmet gününde derecesi en yüksek olan, en çok aç kalan ve en çok tefekkür edendir. Derecesi en aşağıda olan ise çokça yiyen, içen ve uyuyandır.", "Allah Teâlâ, az yiyip içen kimseleri meleklere över ve şöyle der: 'Ben bu kullarımı ye­mek ve içmek şehvetiyle imtihan ettim; fakat kendileri sab­redip yeme ve içmeyi terk ettiler. Şâhid olun ki, bunların terk ettikleri her bir lokma karşılığında onlara cennette bir derece verdim.", "Kalplerinizi çok yemekle öldürmeyiniz. Ekin su çokluğuyla çürüdüğü gibi, kalb de yemek çoklu­ğuyla çürür.", "Aç bir karın ve boş bir mideyle ölebilirsen öyle öl. Çünkü o takdirde ahiretin şerefli menzillerine ula­şırsın, melekler seni karşılamaktan sevinç duyarlar, Allah Teâlâ'da senden razı olur.", "Cennet kapısını açlıkla çalın. Çünkü bu şekilde çalarsanız açılır." denilmiştir.

Hz. Aişe (ra)’a şöyle demiştir: "Allah Rasûlü (as) iki gün üst üste doyuncaya kadar yemek yemedi. İsteseydi yiyebilirdi, fakat o açlığı severdi. (Diğer bir rivayette, o yemekten çok başkasına yedirmeyi severdi.)" (Müslim) Allah Rasûlü (as) buyurmuş­tur: "Allah Teâlâ bana, istersem zenginlik vereceğini teklif etti. Ben: Hayır! Ya Rabbi! Zenginlik istemiyorum. Bir gün yiyip sana şükretmek, bir gün de aç kalıp sana yalvarmak istiyorum, dedim."

Allah Rasûlü (as) şunları da söyle­miştir: "İnsan, kendi midesinden daha zararlı bir kap dol­durmamıştır. Kendisini ayakta tutacak kadar yemek ona yeterlidir. Fakat, ille de fazla yemek isterse, o zaman mide­sinin üçte birini yemeğe, üçte birini içmeye, üçte birini de nefes alıp vermeye ayırsın." (Geçti), "Mümin bir barsağa göre yer, münafık ise yedi barsağa göre yer." (Müttefekun aleyh), "Ahirette açlığı en çok uzun sürenler, dünyada en çok yiyenlerdir." (Tirmizî, İbnu Mâce)

Ömer (ra) şöyle demiştir: "Göbeğinizi şi­şirmekten sakının. Çünkü bu yaşarken ağırlık, ölürken de kokmaktır."

Şakîk el-Belhî (ra) şöyle demiştir: "İbadet bir ticarettir. Onun sermayesi ise açlık ve halvettir."

Lokman kendi oğluna şu nasihati yapmıştır: "Yavrum! Mideni tıka basa doldurma. Çünkü mide dolduğu zaman tefekkür uyur, hikmet susar, vücut ibadet için ağırlaşır."

Fudayl, kendi nefsine şunu söylemiştir: "Ey nefis! Sen aç kalmaktan mı korkuyorsun? Bundan korkma! Çünkü sen aç bırakılacak kadar Allah Teâlâ yanında değerli değil­sin. Allah Teâlâ ancak değer verdiği peygamberini ve onun ashâbını aç bırakmıştır."

Kehmes şöyle duâ etmiştir: "Allah'ım! Beni aç ve açık bıraktın. Bu lütfa beni hangi amelimle erdirdin?"

Feth el-Musilî, hastalık ve açlığı arttığı zaman şöyle duâ etmiştir: "Allah'ım! Bana hastalık ve açlık verdin. Dostlarına da bunları verirsin. Bu nimetinin şükrünü han­gi amelle ifâ edeyim?"

Muhammed İbni Vâsih şöyle demiştir: "Ne mutlu o kimseye ki, sabah ve akşam açtır, fakat buna rağmen Rabbinden razıdır!"

Yahya İbni Muâz şöyle demiştir: "Açlık, ibadet rağbe­tini uyandırıcı, tevbe etmeyi çabuklaştırıcı, zühd yapmayı kolaylaştırıcıdır. O, Allah Teâlâ’nın bu dünyadaki mükâfa­tıdır; O razı olduğu kullarını bununla yönetir."

Ebu Süleyman şöyle demiştir: "Akşam bir şey yememeyi, geceyi ihyâ etmekten daha çok severim."

(Allah Rasûlü’nün zamanından Osmanlıların Tanzimat dönemine kadar müslümanlar biri kuşluk vakti, diğeri akşamdan önce olmak üzere iki kere yerlerdi.)

Sehl İbni Abdullah şöyle demiştir: "Akıl sahipleri dünya ve ahiret için açlıktan daha yararlı bir amel bulama­mışlardır. Özellikle ahireti arayanlar için yemekten daha zararlı bir şey yoktur. İlim ve hikmet açlıkta, cehil ve gü­nahlar tokluktadır. Nefse muhalefet etmek için helâl yeme­ği terk etmek ibadettir."

Tevrat'ta şöyle denilmiştir: "Tıka basa yemek istediğin zaman aç olanları düşün."

Allah Rasûlü (as) şöyle buyurmuş­tur: "Yanı başında aç olanlar varken tıka basa yiyenler ba­na iman etmemişlerdir."

Şu sözler de söylenmiştir:

"Mide boşluğu, uykusuzluk, suskunluk ve halvet velî olmanın ön şartlarıdır."

"Kendisini açlığa alıştıran, rızk vesvesesinden kur­tulur."

"Bu öyle bir zamandır ki, kişi ancak kendi nefsini bo­ğazlamakla kurtuluş bulabilir. Nefsin boğazlanması ise aç ve uykusuz kalmak ve çok ibadet etmektir."

"Nefsini açlık kaydıyla bağla."

Açlığın Faydaları

Bil ki, dinin emirleri ilaç gibidir. Hasta, ilacın ne işe ya­radığını bilmese bile, uzman ve emîn doktorun sözüyle onu kullandığı zaman fayda görür. Bunun gibi, Allah Rasûlü (as) başta olmak üzere, bütün âlimler, arifler ve hekimler açlığın ve az yemenin beden ve kalb hastalıklarına iyi geldiğini söylemişlerdir. Bu duruma göre, açlığı uygulamak için, herkesin tek tek bunun faydalarını bilmesinde bir mecburiyet yoktur. Ancak, imanı ilim ile kuvvetlendirmek üstün bir derece olduğundan biz de bu­rada açlığın (Şeriattaki ismiyle orucun) faydalarını açıkla­yacağız. Bu faydalar şunlardır:

1- Kalbin saflaşması, dimağın aydınlanması, basiretin açılması. Açlık bu faydaları sağlarken, çok yemek de bun­ların tersi olan etkiler yapar ve sonuçta tefekkür gücünü azaltır ve idrâki (anlayışı) yavaşlatır. Çocuk bile çok yediği zaman, zihni tıkanır, hafızası zayıflar ve anlama kapasitesi düşer.

Ebu Süleyman ed-Dârânî (ra) şöyle demiştir: "Açlıkta nefsin zilleti (güçsüzleşmesi), kalbin rikkati (du­yarlılık kazanması) ve semavî ilmin (din ve maneviyât ilminin) veraseti (kazanılması) vardır."

Allah Rasûlü’ne şu sözler nisbet edilmiştir: "Kalpleri­nizi az yemek ve az gülmekle hayata kavuşturun.", "Kar­nını aç bırakanın tefekkürü çok, anlama gücü kuvvetli olur.", "Tok karınla yaşayanın kalbi katı ve karanlık olur."

Eş-Şiblî (ra) şöyle demiştir: "Allah için bir gün oruç tuttukça, kalbimde bir hikmet ve ibret kapısının açıldığını görürüm."

Bilindiği gibi, ibadetlerin önemli maksatlarından biri­si, kalbin tefekkür ve marifet kapısının açılmasıdır. Dinin hakikatlerinin anlaşılması da ancak bu kapıdan geçtikten sonra mümkün olur. Bir öz deyimde, "Açlık bulut, ilim ve marifet yağmurdur." denilmiştir.

2- İbadet ve zikirden etkilenmek ve lezzet almak. Ed-Dârânî şöyle demiştir: "İbadetten en çok lezzet aldığım za­man, açlıktan karnımın sırtıma yapıştığı zamandır."

3- Gaflet ve tuğyanın motoru olan nefsin güç kaybet­mesi, hızının kesilmesi, taşkınlık, şımarıklık ve arsızlığının geçmesi. Nefis, aç kalınca kanatlarını indirir ve Rabbine teslim olur. Çünkü o zaman kendi zilletini ve Rabbinin iz­zetini, kendi zayıflığını ve Rabbinin güçlülüğünü, kendi kulluğunu ve Rabbinin uluhiyetini anlar ve kabul eder. Dağları yarattığını zanneden bir gâfil, iki üç gün aç kalırsa sinekten de beter derecede zayıf ve çaresiz olduğuna duya­rak ve yaşayarak iman eder. Onun için, nefsi en iyi terbiye eden şey açlıktır. Devamlı açlık sayesinde nefis, devamlı olarak kendi acizlik ve zilletini, buna mukabil Allah Teâlâ’nın kudret ve izzetini görür. Bu hâl ise imanın şühûd mertebesi ve sıddıklık makamıdır.

4- Nimetlerin kıymetini anlamak. İnsanlar, genelde bir şeyin değerini yokluğunda daha iyi anlarlar. Bu sebeple, aç kalan insan, en basit zannettiği ekmek ve suyun da büyük nimetler olduğunu ve birkaç lokma ekmek ile bir bardak suyun hazinelere değdiğini anlar. Nimetlerin değerini bu suretle öğrenen insan, bundan sonra bu nimetlerin sahibi olan Allah Teâlâ'ya şükretme ihtiyacını duyar ve nimetleri savurup israf etmekten sakınır.

5- Dünyanın geçici ve çekilebilen açlık ve susuzluğuyla ahiretin ebedî ve gücü aşan açlık ve susuzluğunu akla tutmak. Allah ve ahirete gerçekten iman etmiş bir kimse, dünyanın nimetlerini gördüğü zaman cennetin nimetlerini hatırlar ve Allah Teâlâ'dan onları ister, dünyanın musibetle­rini gördüğü zaman da cehennemin azaplarını aklına geti­rir ve Allah Teâlâ'dan kendisini bunlardan koruması için duâ eder. Bu arada, cennetin hatırlanması karşısında dün­yanın nimetleri unutulur, cehennemin hatırlanmasıyla da musibetin eziyet ve sıkıntısı ortadan kalkar. Cehennemdekiler öylesine acıkırlar ki, gırtlaklarına batan deve dikenini yer ve içlerini yakıp kavuran kaynar hâldeki kan ve irinle­ri içerler. Bu korkunç azabı unutmamak lâzımdır. Çünkü o, unutanların cezasıdır. Bunu unutmamanın en iyi yolu da açlık çekmektir.

6- Fakirlik ve yokluktan dolayı aç olan insanları hatır­lamak ve onların acılarını anlamak ve bir anlamda paylaş­mak. Bir öz deyimde, "Tok bilmez aç olanın hâlini." Denil­miştir. Yaygın bir kıtlık ve açlık olduğu zamanlarda Allah Rasûlü (as) günlerce bir şey yemez ve karnına taş bağlardı. Bununla hem aç insanların çektikleri­ni anlamak, hem de acılarına ortak olmak isterdi. Mısır sul­tanı olan Yûsuf (as)'a, "Mısır'ın hazineleri elinin altında iken neden kendini aç bırakıyorsun?" dediklerinde, "Korkarım ki, doyduğum zaman aç olanları unuturum." demiştir. İnsanların birbirine karşı acımasızlığı, duyarsız­lığı, ilgisizliği ve hatta zulmü; birbirinin hâlini ve acısını anlamamalarındadır. Genç yaşlının, sağlıklı hastanın, zen­gin fakirin, güçlü zayıfın, mutlu dertlinin hâlini anlamadı­ğı için, bu sonuncular çekmeleri gerektiğinden daha fazla sıkıntı ve acı çekerler.

7- Haram olan şehvet ve arzulardan kurtulmak. Ahiret ticareti yapmak için dünya pazarına gönderilen insanın bunu unutup geçici ve haram olan istek ve arzuların peşi­ne düşmesi onun için bir talihsizliktir. Bu istek ve hevesle­ri etkisiz kılan şey ise açlıktır.

Bir zata, "Neden nefsini bu kadar eziyorsun?" dedikle­rinde, "Ben onu ezmezsem, o beni ezer." demiştir.

Allah Rasûlü’nün, "Nefsinin de senin üzerinde hakkı vardır." sözündeki nefisten murat cesettir. Cesedin hakkı ise, onu yanlış kullanıp yıpratmamak ve tabiî ihtiyaçlarını gidermektir. Hiç şüphesiz ki, yemek de bir tabiî ihtiyaçtır. Ancak onun ölçüsü vardır. Bu ölçüden fazlası cesede de za­rar verir. Bu sebeple, bu hadisin nefisle ve nefsin kötü arzu­larıyla alâkası yoktur.

Zünnûn el-Mısrî (ra) şöyle demiştir: "Ben ne zaman doyarak yesem, nefsim benden bir günah işlememi ister."

Hz. Aişe (ra)’a şöyle demiştir: "Allah Rasûlü’nden sonra ilk bozulma, doyarak yemek şeklinde ortaya çıktı. Ve insanlar yiyip doyunca da, nefisleri onlara hükmetmeye ve onları dünyaya çekmeye başladı."

Açlık, konuşma isteğini keser. Bu suretle insan gıybet etmek, sövüp saymak, yalan söylemek, kalb kırmak, fitne­cilik yapmak gibi günahlardan kurtulur. Allah Rasûlü (as) şöyle buyurmuştur: "Çoğu insanları yüz üstü cehenneme süren, dilleriyle kazandıkları günah­lardır."

Sürekli açlık, cinsî arzuyu azaltır. Bu da insanı büyük günah olan zina etmek, harama bakmak ve kötü tasavvur­larda bulunmaktan kurtarır. Allah Rasûlü (as) şöyle buyurmuştur: "Ev geçindirebilen kimse ev­lensin; ev geçindiremeyen kimse de oruç tutsun. Çünkü oruç, şehvet kesicidir."

Uzman bir hekim şöyle demiştir: "Bir insan bir sene boyunca yarım mide ile (yani doymamak şartıyla) yalnız ekmek yese, kadın ihtiyacı kalmaz."

Bu zikrettiklerimiz birer misâldir. Çünkü, diğer uzuv ve organlar, duygular ve latifeler de çok veya az yemekten azamî derecede etkilenirler.

8- Uykunun azalması. Şeyhlerden birisi yemek sırasın­da müridlerine şöyle derdi: "Ey müridler! Çok yiyip içme­yin. Aksi takdirde çok uyur ve çok şey kaybedersiniz." Uy­kuyla kaybedilen şeyler; ömür sermayesi, gece ibâdeti, kal­bin rikkati ve zihnin dikkatidir. Zaruret miktarından fazla uyuyan bir kimse, iş esnasında uyuyan işçi ve amele gibi­dir. Böyle bir işçinin hem ücreti kesilir, hem de işten çıkarı­lır. İnsan da ömrü boyunca Allah Teâlâ'ya ibadet etmek için bu dünyaya getirilmiştir. "Ben cinleri ve insanları yalnızca bana ibadet etmeleri için yarattım." (Zâriyât, 56) ayet-i kerimesi bu gerçeği ifade etmiştir.

Ömür, ahiret ticareti yapmak için herkese verilmiş bir sermayedir. Bu sebeple, onu ahiret hesabına kâr ve kazanç getirmeyen işlerde kullanmak zarar etmek ve iflasa git­mektir.

9- Çok ibadet etme imkânı hâsıl olmak. Çünkü fazla yemek, çok zaman alan bir meşguliyettir. Bu meşguliyet yi­yecekleri satın almak, pişirip hazırlamak, yemek, elini ağ­zını ve kapları yıkamak, tuvalete gidip gelmek gibi bir sü­rü işi kapsar. Halbuki az yemekle bütün bu işlerde sarf edi­len zaman ibadet için kullanılabilir.

Serî es-Sakafî (ra) şöyle demiştir: "Ali el-Cürcânî (ra), ekmek yerine hazır un yutardı. Bu­nun sebebi sorulunca da, 'Bir lokmayı çiğnemek için gerek­li zamanda yetmiş zikir yapılabilir.’ derdi."

İlk müslümanlar zaman konusunda bu kadar hassas davranırlardı. Buna hakları da vardı. Çünkü her bir ne­feslik zaman paha biçilmez bir inci değerindedir. Onunla, cennet ve Allah Teâlâ’nın rızasını kazanmaya çalışmak lâ­zımdır. Çok yemek, uzun süre abdestli kalmayı ve mescit­te durmayı da zorlaştırır. Ed-Dârânî (ra) şöyle demiştir: "Az yiyenler mescide giderken çok yiyenler tu­valete giderler."

10- Oruç tutmanın kolaylaşması. Oruç ise, günlük za­manı baştan başa ibadete çeviren bir iksirdir. Cennette mü­minlere, "Dünya günlerinde tuttuğunuz oruç karşılığında burada istediğiniz gibi yiyip için." denir. (El-Hâkka, 24)

11- Vücut sağlığının korunması. Çoğu hastalıkların fazla yemekten ileri geldiği herkesin malumudur. Bu du­rum Allah Teâlâ’nın fazla yemekten dolayı kullarını ceza­landırmasıdır. Allah Teâlâ’nın iki türlü cezalandırması var­dır. Bunlardan birisi fıtrata muhalefetten, diğeri ise şeriata muhalefetten dolayıdır. Fıtrata, yani fıtrî kanunlara (tabiat kanunlarına) muhalefet etmekten dolayı hakkedilen cezanın affı ve tecili yoktur. Şeriata muhalefetten dolayı müs­tahak olunan ceza ise genellikle bir süre tecil edilir. Bu fark­lılığın sebebi ise, fıtrata uyma emrinin dünya maslahatı için olması, buna mukabil, Şeriata uyma emrinin özellikle ve ağırlıklı olarak ahiret maslahatına yönelik bulunmasıdır. Bu sebeple, kişi ölüp ahirete intikal etmedikçe, umumiyet­le şeriata muhalefet cezasının tahsili cihetine gidilmez.

Çok yemekten dolayı vücut hastalanınca da, ömür ve zaman onu tedavi etmekle geçer. Böylece insan, gereksiz yere başına bir sürü gaileler açmış olur.

Harun Reşid, doktorları toplayıp onlara sağlığın sırrını sormuş, doktorlar ittifakla şöyle demişlerdir: "Sağlığın sırrı, ciddî bir açlık duymadan bir şey yememek, yiyince de henüz iştihâ varken yemeği bırakmaktır."

Bir filozof doktora, Allah Rasûlü’nün yemek hususun­da midenin üçe bölünmesini tavsiye ettiği anlatılınca, adam şaşırmış ve, "Sağlık için bundan daha güzel bir çare önerilemez." demiştir. Allah Rasûlü (as) şunları da söylemiştir: "Çok yemek hastalığın, az yemek ise sağlığın kaynağıdır.", "Oruç tutun, sağlık bulun." (Taberanî)

Az yemekle hem vücut, hem de kalb hastalıklardan korunur.

12- Az masraf yapmak. Bu da helâl kazançla yetinme­yi kolaylaştırır. Para bulmak, insanları en çok uğraştıran, belâ ve badirelere süren bir hâdise olduğu düşünülürse, az yemeğin bu açıdan da sağladığı dinî ve dünyevî selâmet ve rahatlığın büyüklüğü anlaşılır.

Bir hakîm şöyle demiştir: "Ben çoğu ihtiyaçlarımı, onları terk etmek suretiyle gideririm. Bu yöntem, kalbimi fu­zûlî meşguliyetlerden korur."

Bir hakîm de şöyle demiştir: "Nefsimin şehvet duydu­ğu bir şeyi satın almak için yabancı bir kimseden borç para istemektense, nefsimden şehvet duyduğu şeyi borca bırak­masını istemek bana daha kolay gelir."

Halk, yiyecek maddelerinin pahalılığından kendisine şikâyet ettikleri zaman, İbrahim İbni Edhem (ra), "Bunları yememek suretiyle ucuzlatın." derdi.

Sehl (ra) şöyle demiştir: "Çok yiyen bir kim­se, kim olursa olsun kötü bir kimsedir. Çünkü o, ibadet eh­linden ise ibadette tembelleşir, iş ve ticaret ehlinden ise ha­ram kazanca tevessül eder, sadaka ehlinden (bir fakir) ise müstahak olduğundan fazla alır."

İnsanların helâk olmalarının sebebi, dünyaya karşı hırs taşımalarıdır. Hırs taşımalarının sebebi şehvet ve istekleri­nin baskısı altında olmalarıdır. Bunun da sebebi çok yeme­leridir. Günde bir ekmekle kanaat eden bir kimse, nefsinin şehvetlerinden de, bu şehvetler yüzünden dünyanın arka­sında koşmaktan da, insanlarla uğraşmaktan da kurtulur. Bu hâlde hem maddî, hem de manevî yönleriyle ibadete hazır olur. İbadet de ancak ona hazır olanlar tarafından ek­siksiz yapılabilir. Bunlar "o kimselerdir ki, ne alış, ne veriş on­ları Allah’ın zikrinden ve namazdan alıkoymaz." (Nûr, 37)

13- İhtiyaçtan fazla kalanı sadaka etmek. Çok yiyen bir kimse ancak kendisini doyurabilirken, az yiyen bir kimse, kendisiyle birlikte yetim ve fakirlere de bir şey yedirebilir. Allah Teâlâ böyle olanları överek şöyle buyurmuştur: "Canları çekmesine rağmen yemeği miskin, yetim ve esire yedirirler. Ve onlara, 'Biz size Allah rızası için yediriyoruz, siz­den bir karşılık ve teşekkür istemiyoruz.’ derler." (İnsan, 8, 9)

Sadaka, insanın beraberinde ahirete götüreceği en ha­yırlı amellerdendir.

Allah Rasûlü (as), "Gölgenin olma­dığı kıyâmet gününde sadaka, sahipleri için gölge olur." buyurmuştur.

Çok yiyen, yediğini tuvalete götürürken yiyeceğini sa­daka eden onu beraberinde ebede götürür.

Allah Rasûlü (as) insanları üç kısma ayırarak şöyle buyurmuştur:

"İnsan ya yiyip malını bitirir, ya sadaka verip onu ebedileştirir veya ölüp onu başkasına bırakır."

Hasan (ra) şöyle demiştir: "Ben öyle bir nes­le (ashâb nesli) yetiştim ki, onlardan birinin yemeği önüne konulduğu zaman, 'Ben bunun hepsini mideme indiremem; bundan Allah için sadaka vermem de lâzımdır.’ der ve ancak kendisine yeten yemeğinden bir miktar ayırıp bir muhtaca yollardı."

Sadaka dünya hayatında da bereketlerin husulüne, be­lâların define vesile olur.

14- Az yemenin şahısların ve şartların özelliklerine gö­re daha başka faydaları da vardır. Çok yemenin ise hiçbir faydası yoktur.

Özetlemek gerekirse, açlık ahiret kapısı, çok yemek ise dünya kapısıdır.

Mide Şehvetini Kırmanın Yolu

Bil ki yemekle ilgili dört vazife vardır.

Birinci vazife, haram olan hiçbir şeyi yememektir. Çünkü haram yerken ibadet etmek, deniz dalgaları üzerine bina yapmak gibi sebatsız ve faydasızdır. Haram yemenin ibadete büyük zarar vermesinden ve hatta onu anlamsız kılmasından dolayıdır ki, farkına varmadan haram yemiş olmamak için, şüpheli (haram mı, helâl mı olduğu açıkça belli olmayan) yiyeceklerden de sakınmak lâzımdır.

İkinci vazife, miktar olarak az yemektir. Bir kimse da­ha önceden çok yemeye alışmışsa, bu alışkanlığını tedric (yavaş yavaş azaltmak) yoluyla terk etmeye çalışmalıdır. Çünkü yemek alışkanlığını birden terk etmek zor olduğu için, nefis buna rıza göstermez. Ayrıca bunun maddî ve manevî olumsuz etkileri de bulunabilir. Üzerinde karar kı­lınması gereken miktar ise, kişinin vücut ve aklına zarar vermeyen miktardır. Cihad yapan kimseler için, bu hizmetin ifası sırasında kuvvetli olmaya çalışmak da meşru bir gayedir. Fakat bunun dışındaki ibadetler için kuvvetli ol­mak gerekli değildir.

Bu sebeple, Sehl et-Tüsterî gibi zatlar, az yiyip otura­rak namaz kılmayı çok yiyip onu ayakta kılmaya tercih et­mişlerdir. Az yemek miktarı konusunda en iyi ölçü Allah Rasûlü’nün verdiği ölçüdür. Bu da midenin üçte biri, yani doyum sağlayan miktarın üçte biri kadar yemektir. Bu ka­dar yemek yaklaşık olarak yedi veya dokuz lokmadır. Bu kadar yemek Hz. Ömer'in de âdetiydi. Bazıları da az yemeyi, "ancak ciddî olarak acıkınca yemek ve henüz yemek iştihası varken onu bırakmak" şeklinde tarif ve takdir etmiş­lerdir. Bu ise herkesin bünye yapısı, yaşı ve işiyle orantılı olarak değişen bir miktardır.

Acıkmak da şöyle tarif edilmiştir: "Nefsin en çok hoş­lanmadığı yemeğe ve hatta kuru ekmeğe iştihâ duyması ve razı olmasıdır." Buna göre, nefis belli bir yemeği veya ek­mek için bir katık istediği sürece acıkma oluşmaz.

Sehl et-Tüsterî (ra) şöyle demiştir: "Dünya bütünüyle kan ve irin olsa, müminin yediği yine helâl olur. Çünkü o, ancak zaruret miktarı yer. Zaruretler ise, haramı bile helâl ederler."

Üçüncü vazife, iki yemek arasındaki zaman uzunluğu­nu ayarlamaktır. Umum müminler için bunun ayarlanma­sı oruçtaki gibidir. Bu da yirmi dört saatte iki öğün yemek demektir. Ancak himmet sahibi kimseler, bu zamanı üç günde bir öğün yemeğe kadar uzatırlar. Bunu yirmi beş, otuz, kırk günde bir öğüne kadar uzatanlar da vardır.

Hz. Ebu Bekir (ra), altı günde bir öğün yer­di. Onun torunu Abdullah İbni Zübeyir buna bir gün daha eklerdi. Bunların dönemindeki çoğunluk ise günde bir öğün yerlerdi. Çoğunluğa uyup günde bir öğün yiyince, müstehab olan, onu sahur vaktinde ve oruç niyetiyle ye­mektir. Bunun müstehab olmasının sebebi ise, aç karınla gece ibadetini daha rahat ve huzurlu bir şekilde yapmak, orucun sünneti olan sahura kalkmak ve ertesi gün oruç tut­mak için biraz kuvvet biriktirmektir.

Allah Rasûlü (as) şöyle buyurmuş­tur: "Akşamleyin iftar yemeği yemek istemeyen, onu sahur vaktinde yesin." (Buharî) Bu durumda da bir hurma veya birkaç yudum su ile orucu bozmak sünnettir.

Dördüncü vazife, yemek cinsini ve çeşidini seçmektir. Ahiret yolunun yolcuları yemeğin ucuzunu, az lezzetlisini ve kolayca temin edilen türünü seçer ve bir öğünde bir çe­şitle yetinirler. Çünkü yemeğin pahalısı fazla para gerekti­rir. Bu paranın temini ise bin türlü gaileyi ve olumsuzluk­ları beraberinde getirir. Yemeğin lezzetli ve çeşitlisi ise, iştihayı açar ve çok yemeye sebebiyet verir. Bunun sonucunda da nefis azgınlaşır, kalb kararır ve katılaşır. Bu şekilde ye­meğe alışan bir kimse, ahiretteki cenneti unutur ve geçici olan dünyayı, va'dedilen ebedî cennet zannetmeye başlar. Bu kimse artık ahiret için değil, dünya için çalışır.

Yahya İbni Muâz (ra) şöyle demiştir: "Ey ahi­rete ve cennete samimî olarak iman edenler! Midenizi cen­netteki ziyafet için boş tutun. Çünkü o ziyafetteki zevkiniz midelerinizin boşluğu ile ölçülü olacaktır."

Selef-i sâlih (ilk sâlih müslümanlar, sahâbiler ve tabi­iler), lezzetli ve çeşitli yemekleri yemekten ve kendilerini bunlara alıştırmaktan şiddetle sakınırlardı. Onlar bunu şekâvet alâmeti sayar ve onun önüne geçen fakirlik ve hasta­lık gibi hâlleri Allah Teâlâ’nın ikram ve ihsanı olarak görür­lerdi. Bu o demektir ki, gâfil insanların zannettikleri gibi, nefsin heveslerine uygun fırsat ve imkânları bulmak hayır alâmeti değildir. Kur’ân-ı Kerim bu yanlış zannı taşıyanla­rı şöyle yalanlamıştır: "Allah insanı imtihan edip ona bolca nimetler verdiği zaman, 'Allah bana ikramda bulunmuş­tur.’ der. Hayır! Bu mutlak olarak bu anlamda değildir. Eğer siz, yetimi korumaz, fakire yardımı teşvik etmez, ma­lı oburca yer ve onun sevgisinde boğulursanız, o zaman Al­lah, (size verdiği nimetlerden dolayı) kimseye vermediği azabı size verecek ve kimseye çektirmediği sıkıntıyı size çektirecektir." (Fecr, 15,25-26)

Allah Rasûlü’ne nisbet edilen bir sözde şöyle denilmiş­tir: "Bir kimse bir şeye (yemek vs.) iştiha duyar ve nefsine muhalefet etmek için onu terk eder veya alıp başkasına ve­rirse, Allah Teâlâ onu affeder." Diğer bir sözde de şöyle de­nilmiştir: "Sen açlığını bir ekmek ve bir bardak su ile bas­tırdıktan sonra, dünyayı artık dünya ehli düşünsünler."

Ömer (ra) şöyle demiştir: "Allah Rasûlü’nün ve onun ashâbının sünnet ve edeplerini titiz­likle koruyun. Çünkü bunları terk ederseniz Allah Teâlâ’nın yardım ve desteği de sizi terk eder."

Hz. Ömer'in hizmetçisi Yesâr İbni Umeyr şunu söyle­miştir: "Ömer (ra), ununun elenmemesini tenbih ederdi; fakat, ben bazen kendisinden gizli olarak onu elerdim."

Utbe el-Gulam (ra), hamurunu güneşte ku­rutup öyle yerdi ve şunu söylerdi: "Bunu böyle yemek lâ­zımdır ki, cennetin kebabını ve lezzetli yemeklerini yemek nasip olsun."

Bir adam, Kasım ed-Dureî'ye zühdün ne olduğunu sordu. Bu zat şu cevabı verdi: "İnsanın dünyası onun midesidir. Bu sebeple züht, mideden kısmak ve kesmektir."

Mide zühdü iki şeyden oluşur. Bunlardan birisi, lezzet­li yiyecekleri terk etmek, diğeri de her hangi bir yemekten doyasıya yememektir. Seleften bazı zatlar, hem bu zühdü yaşamak, hem de haramdan korunmak için kırk elli sene, nefisleriyle devamlı bir surette mücadele ederek onun iştiha duyduğu yemek türünü yememişlerdir. Bunlardan ki­misi hurma, kimisi meyve, kimisi sıcak yemek yememiş, kimisi soğuk su içmemiştir.

Ebu Süleyman şöyle demiştir: "Ekmek dışındaki ye­mekler ve yiyecekler ihtiyaç değil, nefsin istekleridir."

Allah Rasûlü’ne nisbet edilen bir sözde şöyle denilmiştir: "İnsanın iştiha duyduğu her şeyi yemesi israf günahı olarak ona yeterlidir."                                                          

Yemekten sonra uyumak da gaflete ve kalb sertliğine sebeptir. Onun için, uyumadan önce namaz kılmak, Kur’ân okumak veya zikretmek müstehabtır. Allah Rasûlü (as) şöyle buyurmuştur: "Yediğinizi namaz ve zikirle eritin. Aksi takdirde kalpleriniz katılaşır." (İbnus Sunnî)

Es-Sevrî (ra), akşam her zamanki yemeğin­den biraz fazla yediği takdirde o geceyi sabaha kadar iba­detle ihyâ ederdi; gündüz böyle yerse o günü zikir ve tesbihle geçirirdi. Ve şunu söylerdi: "Nefis eşek gibidir; onu doyurursan onu çalıştır." Bir şeyh, müridlerine şunu söyle­miştir: "Lezzetli şeyler yemeyin; yerseniz onları aramayın; ararsanız onları sevmeyin."

Kısacası, her nimetin ahirette hesabı olduğunu ve ni­metleri israf edenlerin ahirette nimetten mahrum kalacak­larını unutmamak lâzımdır. Allah Teâlâ şöyle buyurmuştur: "O gün her türlü nimetten sorulacaksınız." (Tekâsur, , "Şükürsüz nankörler cehenneme götürülürken onlara şöyle denir: 'Siz nimetleri dünya hayatınızda ölçüsüz bir şekilde harcadınız ve onlardan her türlü lezzeti almaya çalıştınız. Bu gün size alçaltıcı bir azap vardır. Siz yer yüzünde hakkınız olmadı­ğı hâlde Allah'a karşı kibirlendiniz ve O'nun emir ve ya­saklarını çiğnediniz." (Ahkâf, 20)

Yemekte İtidal

Bil ki, az yemek ve aç kalmaktan maksat, yeme olayını bütünüyle ortadan kaldırmak değildir. Çünkü bu mümkün olmadığı gibi, doğru da değildir. Bundan dolayı israf etme­mek şartıyla yemek ve içmek emredilmiştir. (A'râf, 31)

Edep ve sünnetlerine riâyet edildiği takdirde, yemek ve içmek yoluyla çok sevaplar da kazanılır. Yiyince şükret­mek, Allah Teâlâ'nın nimette görülen kudret ve rahmetini düşünmek, başlarken veya her lokma ile birlikte O'nun is­mini okumak (besmele çekmek), yemek sofrasını zikir mec­lisi hâline getirirler.

Daha önce de anlattığımız gibi, bu âleme müteallik iş­lerde hayırlı olan, vasattır. Vasatın iki yanında kalan ifrat ve tefritte ise hayır yoktur. Yemek olayında da çok yemek veya hiç yememek ifrat ve tefrit hâlleridir. Ancak insan nef­si yemeğe karşı aşırı rağbet duyduğu için, bu rağbeti nor­mal ölçüye çekmek için başvurulan tedbirler aşırı gibi gö­rülebilir. Hadd-i zatında ise, maksat vasatı sağlamaktır. Ni­tekim, nefis sünnet orucu ve gece namazına karşı isteksiz olduğu için Allah Rasûlü (as) bunları sıkça ve ısrarla övmüş ve tavsiye etmiştir.

Fakat bir kısım sahâbiler bütün sene oruç tutmaya ve bütün gece namaz kılmaya karar verince de kendisi onları bu karardan vazgeçirmiş ve şöyle buyurmuştur: "Ben gece­leri hem namaz kılar, hem de uyurum. Gündüzleri de ba­zen oruç tutar, bazen de iftar ederim. Benim sünnetim bu­dur. Kim benim sünnetime uymazsa benden değildir."

Yemek konusunda vasat, ne midenin yemekle ağırla­şıp sıkışması, ne de açlıktan kıvrılıp burkulması hâlidir. Çünkü midenin yemekle ağırlaşması ibadette tembellik ve gevşekliğe sebep olur, onun açlık elemi çekmesi de kalb ve zihni meşgul eder ve ibadetten huzur duyulmasına engel olur. İnsanın yemek konusunda meleklere benzemeye ça­lışması da onlar gibi hiç yememek şeklinde değil, mide so­rununu unutmak, kalb ve dikkati ibadet üzerinde yoğun­laştırmak ve ihtiyaç duyulan zevk ve lezzeti bundan alma­ya çalışmak şeklindedir. Fakat buna rağmen, terbiyenin başlangıcında nefsi sert bir açlığa tâbi tutmak lâzımdır.

Bu olay tıpkı, hastalık tedavisinin başında hastanın sı­kı bir perhize tâbi tutulması gibidir. Ancak bu hâl geçicidir ve nefis şehvetlerin bağlılık ve düşkünlüğünden kurtul­duktan sonra itidal çizgisinde karar kılınır.

Bazı mürşidlerin kendi nefislerinde uygulamadıkları sert rejimleri müridlerine emretmeleri de tedavi maksadına yönelik geçici bir tedbirdir. Bu rejimler tedavi ve terbiye yöntemleri oldukları için, hakikî mürşidlerin kendileri de vaktiyle aynı yoldan geçmişlerdir. Fakat nefisleri şehvetler­den vazgeçip ibadet, iffet ve vasat çizgisine döndükten sonra artık sert tedbirleri kendileri için gerekli görmeyebi­lirler. Çünkü, açlık ve benzeri sertliklerle kendine veya bir başkasına faydasız ve maksadsız olarak azap çektirmek câ­iz değildir. Bunlar ancak maddî veya manevî tedavi maksadıyla başvurulabilen geçici tedbirler ve vasıtalardır. Ne­fisleri tam terbiye bulmuş ve şehvetlerin kaydından kurtul­muş olan kimselerin nazarında yemekle yememek aynı şeydir. Ne yemek bunları sevindirir, ne de yememek onlar­da burukluk hâsıl eder. Yemek onlar için şükre vesiledir, yememek de acizlik ve fakirliğini duyup duâ ve iltica etme­ye sebeptir. Ancak buna rağmen, terbiyecinin, terbiye ve ıslahıyla uğraştığı insanlara fiilî örnek olmak bakımından, onlara uyguladığı tedbirleri kendisinde de göstermesinde büyük yarar vardır. Bu hâl, sözlerinin tesir ve etkisini artı­rır. "Biz vaktiyle sizin gibi iken bunlardan fazlasını yaptık." gibi sözler, herkes tarafından ciddî ve anlamlı bulunmaz. Onun için, İbrahim el-Havvâs gibi mürşidler, işin başında­ki müridlerine hangi sert tedbirleri öngörürlerse, kendileri de onlarla beraber bu tedbirlere uyarlardı.

(Çoğu ebeveynin, çocukların terbiyesinde başarılı ola­mamalarının altındaki sebeplerden birisi de, çocuklara em­rettikleri şeyleri kendilerinin yapmamalarıdır. Onlar kendi­lerini bunda haklı da görebilirler. Fakat çocuklar da onları aynı şekilde haklı görmedikçe, bunun kendileri açısından bir kıymeti yoktur.)

Şehvetleri Terk Etmenin Riyası

Bil ki, şehvetleri terk etmekte de iki âfet vardır ve bu âfetlerden her birisi şehvetlerin kendisinden daha zararlıdır.

Bu âfetlerden birisi, zâhid olduğu intibahını vermek için halk içinde az yemek, kendi başına olunca çok yemek­tir. Bu hâl, gizli şirk olan riyadır. Çünkü az yemenin mak­sadı halka değil, Halik'a (yaratana) hoş görünmek olmalıdır. Haram olan fiiller dışında, olduğu gibi görünmek sa­mimiyet ve dürüstlüğün gereğidir. Şehvetleri terk etmek gibi bu samimiyet ve dürüstlüğü göstermek de nefse zor gelir. Onun için bu erdemi kazanmak da nefisle mücâdele etmeyi gerektirir.

Riyanın şirk olması ise, insanların takdir veya tenkidi­ni Allah Teâlâ’nın razı olması veya kızması derecesinde önemsemekten dolayıdır. Bu sebeple, bir eksiğini halkın takdir veya tenkidi için değil, onlara kötü örnek olmamak ve şeriatın bir emrini açıkça çiğnemiş olmamak için gizle­mek riya değildir. Maksadın bu olduğunun alâmeti ise, söz konusu kusuru açıklamanın nefse ağır gelmemesidir. Çün­kü nefse ağır gelen bir işte mutlaka onun hissesi vardır.

İkinci âfet ise, şehvetleri terk etmekle büyüdüğü veh­mine kapılmak, halkın bunu bilmesini dilemek ve bundan lezzet almaktır. Bu durumda yapılan iş Allah için değil, halkın nazarında değer ve itibar kazanmak içindir. Bu da önceki gibi riya ve şirktir. Bu iki âfetin şehvetlerin kendile­rinden daha zararlı olmaları da bundan dolayıdır. Çünkü yemek yemek haram değilken, riya için yememek hem ha­ram, hem de tevhidi bozan bir şirktir. Bu şirke şeriat dilin­de "gizli şehvet" denilmiştir.

Allah Rasûlü (as) bir hadiste şöyle buyurmuştur: "Sizin benden sonra Lât ve Menât putlarına tapmanızdan korkmam; fakat gizli şehvete düşmenizden korkarım." Durum bu olduğuna göre, eğer az yemekten nefsin kendine hisse çıkarması önlenemezse, o takdirde oturup yemek ve böylece gizli şirk ve şehvet putunu kır­mak daha iyidir. Çünkü bu suretle, kulluğun kemâl merte­besi elden gitse bile, hiç olmazsa imanın aslı elde kalır.

Helâl olan yemek şehvetini bırakıp haram olan riya, gösteriş, kibir ve şöhret şehvetine kendini kaptırmak, tıpkı akrepten kaçıp yılanın ağzına girmek gibidir.

2- Cinsiyet Şehveti

Bil ki, cinsiyet şehveti iki sebepten dolayı insana mu­sallat edilmiştir.                               

Birinci sebep, onun tatminindeki lezzeti duyup cennet­te olanı ona kıyas etmek ve öğrenmektir. Çünkü cennetteki lezzetler ne kadar büyük olurlarsa olsunlar, onlar hakkın­da hiçbir bilgiye sahip olmadan onlara karşı samimî ve kuvvetli bir rağbet duymak mümkün değildir. Bilginin en etkili şekli de duymak ve hissetmektir. Bu açıdan bakılınca, dünyadaki bütün nimetlerin temel maksadlarından birisi, cennetteki nimetleri bunlara kıyas etmek suretiyle anlamak ve onlara iştiyak duyup talip olmaktır. Hiç şüphe yoktur ki, bu kıyaslama yapılınca dâ, ahiretteki nimetlerin yanın­da dünyadaki nimetler rağbet ve itibardan düşerler. Çünkü bunlar hem kusurlu hem kısa ömürlü, hem de bir sürü so­run ve sıkıntıyı beraberinde taşıyan yetersiz ve doyumsuz nimetler ve lezzetlerdir.

İkinci sebep ise, neslin devamını sağlamaktır. İlâhî hik­met, tembel olan insanı şehvetin gücü ve kamçısıyla neslin devamına çalışmak gibi zor bir işe sevk etmiş ve şehvetin tatminindeki lezzeti ona âcil bir ücret olarak vermiştir. An­cak cinsiyet şehveti, bu mâna ve maksadların dışına taşırıldığı ve bu konuda gözetilmesi gereken itidal çizgisi aşıldı­ğı takdirde, dünya ve ahiret felâketlerine sebep olan bir sü­rü âfetlerin kaynağı hâline gelir. Bundan dolayı Allah Rasûlü (as), şöyle duâ etmiştir: "Allah'ım! Kulaklarımın şerrinden, gözlerimin şerrinden, kalbimin şerrinden, tenasül uzvumun şerrinden, erkeklik suyumun şerrinden sana sığınırım." (Geçti)

Allah Rasûlü’ne nisbet edilen sözlerde de şöyle denil­miştir: "Şeytan, nâ-mahrem kadının yanında erkeğe bir şehvet tuzağı kurar.", "Sana helâl olmayan bir kadınla yal­nız kalma. Çünkü onunla yalnız kalırsan, şeytan şehvet yo­luyla ikinizin de kalbini bozar.", "Cinsiyet şehveti, şeyta­nın insan kalbine fırlattığı şaşmaz oku ve insanı mağlup et­mek için kullandığı en güçlü silâhıdır."

Bütün şehvetler, şeytanın insana karşı kullandığı silâh­lardır. Ancak bunların en güçlüsü cinsiyet şehvetidir. Bu şehvet uyandığı zaman, insan aklının üçte ikisi gider. Bu şehvetin de yemek şehveti gibi üç hâli vardır. Bunlar ifrat, tefrit ve itidal hâlleridir.

Şehvetin ifrat hâli, dinin haram saydığı zinaya tevessül etmek veya akıl ve fikri onunla fazla meşgul edip ahiret iş­lerinden geri kalmaktır. İfrat hâlinin bir türü de, tabiî istek­le yetinmeyip bunu arttırıcı ilaçlar kullanmaktır. Bu ifratın bir benzeri yemek için de söz konusudur. Şehvet ve istina­sını sun'î yollarla arttırmaya çalışan bir kimse, vücudunda­ki yaraları kaşıyıp kanatan ve bu suretle kendini daha çok ağrı duymaya mahkûm eden akılsız bir kimseye benzer. Şehvetler de ruhta birer yaradırlar. Onun için, mümkün mertebe onları uyutmak ve uyandırmamaya çalışmak lâ­zımdır. Huzur ve mutluluk bundadır, din ve dünya selâmeti de büyük çapta buna bağlıdır.

Yalnızca şehvet sebebiyle belli bir kadın veya erkeğe karşı aşk duymak da şehvetin ifrat hâlidir. Çünkü şehvetin tatmini açısından bütün kadınlar ve erkekler birbirine ben­zerler. Bu sebeple, Allah Teâlâ'yı düşünmek için verilen akıl ve fikri yoğun bir şekilde meşgul eden ve insanı türlü sı­kıntı ve zilletlere mahkûm eden aşkla bunlardan (kadın ve erkelerden) birine şartlanmak anlamsız ve o kadar da za­rarlıdır.

Aşk, akıl ve irade hürriyetini kısıtlar ve hatta bunu tamamıyla yok eder. Allah Teâlâ'ya itâat ve kulluktan başka hürriyeti sınırlandırıcı şeyler ise insanı küçültürler.

Aşk, aklı nefis ve şehvetin esiri ve hizmetçisi durumuna düşürür. Bu da insan fıtratını ters yüz etmektir. Çünkü fıtrat, aklın nefis ve hislere hâkimiyeti üzerine kurulmuştur.

Aşk, haram bakışlar ve ihtilâflardan dolayı Allah Teâlâ’nın verdiği bir cezadır. Onun kalbi yakması da ilâhî bir ceza olmasındandır. Bu cezaya çarpılmamak için aşkı oluşturan haram sebep ve mukaddimelerden uzak durmak lâzımdır. Bunlardan uzak durmak suretiyle aşkın oluşma­sına mâni olmak kolaydır. Fakat onlar yüzünden oluşmuş olan aşkı defetmek zordur.

Bunlardan birinci durum, kapıya gelen atın dizginini çevirip içeri girmesini önlemek gibidir; ikinci durum ise, kapıdan girdikten sonra onu kuyruğundan çekip çıkarma­ya çalışmak gibidir.

Aşk gibi, diğer hislerin de oluşmasını önlemek, oluş­tuktan sonra onları defetmekten daha kolaydır. Bu hikmet­ten dolayı, Allah Teâlâ, zina günahını nehyettiği ayette, "Zi­na etmeyin!" yerine, "Zinaya yaklaşmayın!" ifadesini kullanmıştır. (İsrâ, 32) Çünkü zinaya yaklaşmamak, yaklaştıktan son­ra ondan sakınmaktan daha kolaydır. Zinaya yaklaşmak ise, haram bakışlar, ihtilâtlar, nâ-mahrem kadınlarla yalnız kalmak gibi şeylere tevessül etmektir.

Beşerî aşk, ahiret endişesi taşımayan kalplerde oluşan bir fantezi hevestir. Ahiret endişeyle meşgul ve dolu olan kalplerde ise ne aşk, ne heves, ne dünya, ne mâfihâ (onun içindeki her hangi bir şey) yer bulmaz.

Şehvetin tefrit hâli, insanın kendi eşi ile ilgilenmemesidir. Bu kötü olduğu için, Allah Rasûlü (as), kendi eşleriyle ilgilenmiş ve ilgilenmeyen sahâbiyi uyararak, "Eşinin de senin üzerinde hakkı vardır." buyur­muştur.

Şehvetin itidal hâli ise, onu din ve akıl ölçüleri içinde tutmaktır. Onu bu ölçüler içinde tutabilmenin yolu da ya evlenmek veya açlık çekmektir. Allah Rasûlü (as) şöyle buyurmuştur: "Ey gençler! Evlenebilirseniz evlenin; evlenemezseniz oruç tutun. Çünkü oruç, şehvet kırıcıdır."

Normal olarak, ilim tahsil eden talebeler ve tarikat ter­biyesi gören müridler için öğrencilik ve müridlik süresi içinde evlenmek tavsiye edilmez. Çünkü evlenmek, bir öl­çüde kalb ve zihnin dağılmasına sebep olur. Bu da tahsil ve terbiyeden beklenen sonuçların alınmasını zorlaştırır. Ev­lenmenin müridler (tarikat terbiyesi almaya çalışanlar) için zararı daha belirgindir. Çünkü tarikat terbiyesinin maksa­dı, Allah Teâlâ ile ünsiyet kazanmaktır. Evlenip bir eş ile ünsiyet kazanan bir kimse artık bu ünsiyeti zor kazanabilir. Bu ünsiyeti kazanmanın yolu yalnızlık ve halvettir. Çünkü onun esası tefekkür etmek ve kalbi bir noktada top­lamaktır. Allah Rasûlü’nün evlilikleri ise onu Allah Teâlâ ile ünsiyetten uzaklaştırmamıştır. Çünkü onun Allah Teâlâ hakkındaki marifet ve muhabbeti hiçbir şeyden zarar gör­meyecek kadar büyük ve kuvvetliydi. Bu sebepten dolayı Mirâc gecesinde cenneti dolaşıp orada gözlerin görmediği, kulakların işitmediği ve hiçbir beşerin tasavvur edemediği güzellikleri ve güzel şeyleri gördüğü hâlde, "kalbi bunlara kaymamış, fikri bunlarda dağılmamıştır." (Necm, 17)

Kur’ân-ı Kerim, Allah Rasûlü’nün bu yüksek himmeti­ni bu cümlelerle tescil etmiş ve onu Allah'ı sevme iddiasın­da olan kimselere örnek göstermiştir.

Allah Rasûlü’nün Allah sevgisi o kadar güçlü ve kuv­vetliydi ki, bu sevginin onun cesedini tahrip etmesinden korkulurdu. Bu sevgi onda namaz sevgisini geliştirmişti. Bu yüzden geceleri kalkıp ayakları şişinceye kadar namaz kılardı; farz namazların vakitlerini de sabırsızlıkla bekler ve vakit girince, müezzine, "Ey Bilâl! Bizi namaza çağır da içimizi rahatlat." derdi. Çünkü namaz, Allah Teâlâ'ya yakın olmak, O'nun huzuruna çıkmak ve O'nunla konuşmaktır. Bu sebeple, namaz "onun gözlerinin nuru" ve "kalbinin sü­rürü" olmuştu.

(Allah Rasûlü’nün Allah sevgisi namaz kılmak, O'nu tesbih ve zikretmek, O'nun emir ve yasaklarına titizlikle uymak ve O'nun büyüttüğü şeyleri büyütmek şeklindeydi.

Fakat daha sonra gelip Allah sevgisi iddiâ edenlerin bir kıs­mı bu sevgiyi felsefe yapmak, çok konuşmak, "şatıh" deni­len küfür sözlerini söylemek ve Allah Teâlâ’nın tazim ettiği şeyleri küçültmek şeklinde anlamışlardır. Kendileri buna Allah sevgisi adını verseler bile, bunun bu sevgi ile hiçbir alâkası yoktur. Çünkü, kulluğun diğer dallarında olduğu gibi, Allah muhabbeti konusunda da örnek Allah Rasûlü’dür. Kur'ân-ı Kerim bunu şöyle ifade etmiştir: "Onlara de ki: Eğer Allah'ı seviyorsanız (sevgi konusunda da) bana uyun (Allah'ı benim sevdiğim gibi sevin). O zaman Allah da sizi sevecektir..." (Al-i İmrân, 31))

Evlenmemek durumunda, eğer mürid gözlerini ha­ramdan, kalb ve zihnini kötü tasavvurlardan koruyamazsa, o takdirde kendisi için evlenmek bekâr kalmaktan daha iyidir. Bu durumda evlenmek şer de olsa ehven-i şerdir. Çünkü, kötü tasavvurlar kalbin nurunu söndürür, harama bakmak da günah kazandırırlar.

Harama bakmak gözün zinası ve büyük zinanın öncü­sü ve keşif koludur. Bu sebeple, Allah Teâlâ şöyle buyur­muştur: "Müminlere söyle, gözlerini haram bakıştan sakın­dırsınlar. Bu, kalplerinin temizliği için daha iyidir. Ve onlar kendilerini haram fiilden de korusunlar... Mümin kadınla­ra da söyle, gözlerini haram bakıştan, kendilerini de haram fiilden uzak tutsunlar ve süslerini (vücutlarını) nâmahreme açmasınlar." (Nûr, 31)

Şöyle denilmiştir: "Zinanın başlangıcı, kadına bakmak ve haram fiili tasavvur etmektir.", "Haram bakıştan sakı­nın. Çünkü o, kalbe şehvet tohumlarını eker. Bu tohumlar gaflet suyuyla sulanınca da kalb, yırtıcı ve zehirli hayvan­ların barındığı şehvet ormanı hâline gelir."

Allah Rasûlü (as) şöyle buyurmuş­tur: "Haram bakış, zehirli ok gibidir. (Şu farkla ki, zehirli ok karşıdaki hedefe, haram bakış ise, sahibinin kalbine sap­lanır.) Kim harama bakmayı Allah korkusuyla terk ederse, Allah Teâlâ ona imanın lezzetini tattırır." (Geçti), "İnsan bakarak gözleriyle zina eder; tutarak elleriyle zina eder; giderek ayaklarıyla zina eder; konuşarak diliyle zina eder; düşüne­rek kalbiyle zina eder. Bütün bunlar insan için birer çeşit zi­na olarak yazılır." (Müslim)

Görüldüğü gibi, cinsiyet şehveti, birkaç yoldan insana günah kazandırabilir. O bir ağaçtır ki, nikâh dışındaki bü­tün meyveleri zararlı ve zehirlidir; fakat buna rağmen, ne­fis, onu karşı koyamadığı ölçüde tatlı ve lezzetli bulur. Bu sebeple, nefsi zorlayıcı bir kuvvetle ondan çekmek lâzım­dır. Bu kuvvetlerden birisi Allah korkusudur. Nefsi, Allah korkusu ile şehvetten çekmek sevabı çok olan bir ibadettir.

Allah Rasûlü (as) şöyle buyurmuştur: "Hiçbir gölgenin bulunmadığı ve cehennem kadar sı­cak olan kıyâmet gününde Allah Teâlâ, yedi sınıf insanı kendi Arş'ının gölgesinde barındırır. Bunlardan birisi, ha­sep ve nesep sahibi bir kadının haram fiil teklifini, 'Ben Allah'tan korkarım.’ diyerek reddeden kimsedir." (Müttefekun aleyh)

Bu sınıfın başı, imamı ve önderi Yûsuf (as)dır. Çünkü o, gençliğin en heyecanlı çağında iken, Mısır veziri­nin genç ve güzel eşiyle aynı sarayda kalmak durumunda kalmış ve bu kadından sürekli tahrik ve teklif almıştır. Bun­ların kâr etmediğini gören kadın, sonunda onu bir odaya kapatıp önünde anadan doğma bir şekilde soyunmuş ve bin bir cilve ile kendisini haram fiile davet etmiştir. Fakat Yûsuf (as), Allah Teâlâ’nın tevfik ve inayeti ve kendi temiz kalbi ve güçlü iradesiyle bu günah tuzağını da bozup geçmiştir. Allah Teâlâ, bu hâdiseyi Yûsuf (as) için ebedî bir şeref ve fazilet olması ve daha sonra ge­len bütün müminlere örnek oluşturması için Kur’ân-ı Kerim'de uzunca anlatmıştır.

Süleyman İbni Yesar, yakışıklı ve güzel yüzlü bir genç­ti. Bu yüzden kadınlar ona âşık olurlardı. Bu kadınlardan birisi onun evine girmeyi başarmış ve haram fiili ona teklif etmiş. Bu zat Yûsuf (as)’ın yaptığını yapmış ve evini kadına bırakıp kaçmış. Ondan sonraki gecede Yûsuf (as)’ı rüyasında görmüş ve ona, "Sen Yûsuf pey­gamber misin?" diye sormuş. Yûsuf (as), "Evet, ben Yûsuf’um, sen de benim gibi kadınlardan kaçan Süley­man İbni Yesar'sın." demiş ve kendisine ilgi göstermiştir.

Allah Rasûlü (as) şu kıssayı anlatmıştır: "Sizden önceki bir dönemde üç kişi yolculuk yapar­ken yağmura tutulurlar ve ıslanmamak için bir mağaraya girerler. Fakat biraz sonra bir kaya düşer ve mağaranın ağ­zını kapatır. Bunu gören adamlar, birbirlerine, 'Bizi bu çık­mazdan ancak Allah Teâlâ kurtarabilir. Onun için, her biri­miz bir amelimizi şefaatçi ederek O'na yalvaralım.’ derler.

Bunun üzerine onlardan birisi Allah Teâlâ'ya şöyle yal­varır: 'Allah'ım! Sen bilirsin ki, benim anne ve babam yaş­lanmışlardı ve onlara ben kendi ellerimle yedirip içirirdim. Bir akşam eve geç geldiğimde onların aç olarak uyumuş ol­duklarını gördüm ve uyanınca onlara içirmek için süt tası­nı sabaha kadar elimde tutup bekledim. Halbuki ben yor­gundum, çocuklarım da açlıktan ağlıyorlardı. Allah'ım! Eğer ben bunu senin rızan için yaptımsa bizi bu sıkıntıdan kurtar.’ Adam bu sözü söyleyince, kaya kıpırdanır ve ma­ğaranın ağzı biraz açılır.

Bir diğeri şöyle duâ eder: 'Allah'ım! Sen bilirsin ki, ben bir mevsim birkaç işçi çalıştırmış ve ücretlerini verip gön­dermiştim. Fakat, bir işçi ücretini almadan gitmişti. Ben, onun ücretiyle hayvan besledim ve bir sürü oluşturdum. Uzun zaman sonra işçi gelince de, 'Bu sürü senindir, al gö­tür.’ dedim. Adam hayvanların çokluğundan bana inanma­mış ve hayrete düşmüştü. Eğer ben bunu senin rızan için yaptımsa, bizi bu sıkıntıdan kurtar.’ Adamın bu sözü üze­rine, kaya tekrar kıpırdanır ve mağaranın ağzı biraz daha açılır.

Üçüncü adam da şunu söyler: 'Allah'ım! Sen bilirsin ki, ben bir kadını çok sevmiş ve ona evlenme teklifinde bu­lunmuştum. Fakat kendisi beni reddedip başka birisiyle evlenmişti. Daha sonra bu kadın malî sıkıntıya girmiş ve gelip benden yüz yirmi altın borç para istemişti. Ben, çok olan bu parayı ona borç olarak değil, zina fiilinin karşılığın­da verebileceğimi söyledim. Kadın çaresizlikten teklifimi kabul etti. Fakat ondan sonra ben senin hatırın için haram fiilden vazgeçtim, parayı da ona sadaka olarak verdim. Allah'ım! Eğer ben bunu senin için yaptımsa, bizi bu sıkın­tıdan kurtar.’

Adam bunu söyleyince, kaya aşağıya yuvarlanır ve adamlar da çıkıp yollarına devam ederler." (Buharî)

(Not: Bu kıssa mâna ve mesajlarla doludur. Bu mesajlar­dan birisi de odur ki, sıkıntıda kalan bir kimse kendi sâlih amellerini şefaatçi edip Allah Teâlâ'ya yalvarmalıdır. Çünkü Allah Teâlâ yanında en çok makbul olan şefaatçi, insanın kendi sâlih amelleridir. Doğru olan tevessül de budur. Fakat, hıristiyanlıktan alınan yanlış bir inançla müslümanlar giderek bu doğru tevessülü terk etmiş, bunun yerine ev­liyaya tevessül etmeye başlamışlardır. Bu en hafif bir ifade ile bid'attır. Müslümanlar, her bid'at gibi bu bid'âttan da sakınmalıdır.)

Allah korkusuyla zinadan sakınmak gibi, haram bakış­tan sakınmak da faziletli bir ameldir. Hatta bir yönüyle bu daha önemlidir. Çünkü, çok ağır bir günah olması sebebiy­le imanı olan herkes zinadan kaçtığı hâlde, bazı kimseler haram bakışı hafif zannedip ondan sakınmazlar.

Halbuki, haram bakış zina dahil, bir çok günahın kay­nağıdır. Haram bakış, kasıtlı olan bakıştır. Bu sebeple, ka­sıtsız bir şekilde bir nâmahremi görmek günah değildir. Ancak bu durumda gözleri hemen çevirmek lâzımdır.

Sıhhati tartışılan bir hadiste bu husus şöyle ifade edil­miştir:

"Birinci bakış senin lehine, ikinci bakış aleyhinedir." (Ebu Dâvûd, Tirmizî)

(Birinci bakış, insanın önündeki şeyin ne olduğunu an­lamak için ona bakmasıdır. İkinci bakış ise, onun kadın ol­duğunu ve kendi akrabası olmadığını anladıktan sonra bakmayı sürdürmesidir.)

Din açısından olduğu kadar akıl açısından da nâmahrem kadınlara bakmak yanlıştır. Çünkü bakılan kadın çir­kin olsa, bakan kimse ona bakmış olmaktan rahatsızlık du­yar; eğer güzel olsa o zaman da ona sahip olamamanın hü­zün ve kederini duyar. Ve eğer onu beğenmek aşk hâline gelirse sorun daha da büyür. Çünkü bu takdirde, aşkın em­rine uyup bir haram işlemeye kalksa ahireti elden gider, kendisini sıkıp sabretmeye çalışsa hayatı ve dünyası mah­volur. Bu türlü aşklar çok yere yanlış evliliklere de sebep olurlar. O zaman da bunun kötü sonuçları nesiller boyun­ca devam eder. Bütün bunlar düşünülürse, haram bakışla­rın zehirli birer ok oldukları daha iyi anlaşılır. Hâl bu olun­ca, güzel kadınlara bakmaktan zevk alındığını zanneden­ler, hakikatte zevkin ne olduğunu bilmeyen ve olayın uzantılarını görmeyen basit insanlardır.

Said İbni Müseyyeb (ra) şöyle demiştir: "Şeytan bir insanı başka türlü saptırmaktan ümidini kesin­ce, onu kadın yoluyla saptırmaya başlar."

Allah Rasûlü (as) şöyle buyurmuş­tur: "Benim vefatımdan sonra, erkekler için kadınlardan daha zararlı bir fitne olmayacaktır." (Müttefekun aleyh), "Dünya fitnesinden ve kadın fitnesinden sakının. Yahudi kavminin bozulması kadın fitnesiyle başlamıştır." (Müslim)

 
  Bugün 12 ziyaretçi (55 klik) kişi burdaydı! gullerinefendisi1.tr.gg  
 
Bu web sitesi ücretsiz olarak Bedava-Sitem.com ile oluşturulmuştur. Siz de kendi web sitenizi kurmak ister misiniz?
Ücretsiz kaydol