Şöhretin Kötülüğü.
Şöhretin Mahiyet ve Maksadı
Şöhret Sevgisinden Kurtulmanın Çaresi
Medh ve Sena Edilmekten Hoşlanmak.
Medhedilmeyi Sevmenin İlâcı
Kötülenmeye Kızmanın İlâcı
ŞÖHRET
Allah Rasûlü (as) bir hadiste şöyle buyurmuştur: "Sizin için en çok korktuğum şeyler riya ve şöhrettir." (Hâkim) Riya ve şöhret âlimlerin, abidlerin ve halkın gözünde itibar gören haslet ve hususiyetlere sahip olan kimselerin fitnesidir. Bu fitneye tutulan kimseler, ilim, ibadet, hüner ve iyiliklerini halka göstermek, onların takdirini kazanmak ve övgülerine nail olmak isterler. Bu istek onlarda Allah Teâlâ’nın rızasını ve övgüsünü kazanma isteğinin yerine geçer ve ahirete yönelik bütün amellerinin sevabını yakıp mahveder. Çünkü bu insanlar, artık yaptıklarını Allah için ve ahiret için değil, nefis için ve dünya için yaparlar.
Şöhretin Kötülüğü
Şöhret kazanmak iki türlüdür. Birincisi, Allah Teâlâ’nın bir kulunu dinine hizmet ettirmek ve hayırlara vesile kılmak için meşhur etmesidir. Bu suretle hasıl olan şöhret, şükür gerektiren bir nimettir. Çünkü bu şöhret sayesinde hakka hizmet etmek, halka nasihat etmek ve hayır işlerini yapmak ve yaptırmak kolaylaşır. Peygamberlerin ve büyük âlimlerin şöhretleri bu türdendir. İkincisi, insanın bizzat şöhret peşinde koşması ve kendi kendisini meşhur etmeye çalışmasıdır. Bahanesi ne olursa olsun, şöhret arzusu duymak, nefse ait şeytanî bir duygudur. Ve bu şekilde kazanılan şöhret de kötüdür. Ancak bu şöhretin de iki çeşidi vardır. Birincisi iyilikle, ikincisi ise kötülük (itikat bozukluğu, bid'atçılık, amel azlığı, fâsıklık) ile meşhur olmaktır. Bunlardan ikincisi, birincisine göre daha kötüdür. Şöhretin en kötü çeşidi budur.
Allah Rasûlü (as), bunu kasdederek şöyle buyurmuştur: "Bir insanın parmakla gösterilmesi, şer olarak onun için yeterlidir." (Beyhakî, Taberanî)
Hz. Ali (ra) şöyle demiştir: "Selâmet bulmak istersen kendini meşhur etme, nefsini yükseltme, amel ve meziyetlerini gizle, bunları teşhir etmek için konuşma."
İbrahim İbni Edhem şöyle demiştir: "Şöhreti seven bir kimse Allah'a karşı sâdık değildir."
"Hayatımın en büyük zevkini, bir gece müezzinin beni tanımadığı için hırsız zannedip ayaklarımdan çekerek mescitten dışarı atması olayında yaşadım."
(Bu olay şöyle olmuştur: İbrahim İbni Edhem, yağmurlu bir gecede bir köye varmış ve köyün mescidine sığınmıştır. Fakat müezzin onu hırsız zannetmiş ve mescidden çıkmasını istemiştir. İbrahim, yorgun ve hasta olduğu, hava da yağışlı bulunduğu için çıkmamış, yere uzanmıştır. Bunun üzerine hiddet eden müezzin, gelip bacaklarından tutmuş ve onu dışarı çıkarmıştır. Din hizmetçisini diğer insanlardan ayıran ve üstün kılan, onun basiretidir. O bu basireti kaybettiği takdirde, onun körlüğü ve kötülüğü korkunç olur.)
Eyyûb şöyle demiştir:
"Allah Teâlâ'ya karşı sâdık olan bir kimse, varlığından haberdar olunmasını bile istemez." Hâlid İbni Ma'dân, mescitte hadis rivayet eder ve nasihat ederdi. Fakat kendisini dinleyen cemaatin sayısı artınca şöhretten korkar ve bir müddet bu işe ara verirdi.
Süleyman İbni Hanzala şunu anlatmıştır:
"Biz birkaç genç, kendisine duyduğumuz saygıdan dolayı, bir gün sahâbi Ubeyy İbni Kâ'b ile birlikte yürürken arkasından gidiyorduk. Hz. Ömer (ra) bizi bu hâlde gördü, Ubeyy'e kızdı ve kamçısını ona doğru kaldırdı. Ubeyy, "Ya Emirel-müminîn! Neye kızdınız?" dedi. Hz. Ömer (ra), "Bu şekilde yürümek, arkadan gidenler için zillet, önde gidenler için şöhret ve fitnedir. Buna izin verme." dedi.
İbni Muhayriz şöyle demiştir: "Yapabilirsen sen başkalarını tanı, fakat başkaları seni tanımasın; sen onlara git, fakat onlar sana gelmesin; sen onları sor, fakat onlar seni sormasınlar."
Eyyûb bir yolculuğa çıkıyordu. Bir çok kişi toplanıp onu uğurladılar. Kendisi kalabalığı görünce şöyle dedi:
"Kalpleri bilen Allah Teâlâ, bu vaziyetten hoşlanmadığımı bilmeseydi, beni bundan dolayı cezalandırmasından korkacaktım."
Es-Sevrî (Sufyân) şöyle demiştir: "Sizden öncekiler iyi (yeni, pahalı) elbisede de, kötü (eski, ucuz) olanda da şöhret olduğunu söyler ve bunların ikisinden de sakınırlardı."
Bişr İbnil-Hars (el-Hafî) şunları söylemiştir: "İnsanların kendisini tanımalarını (ve ibadetini bilmelerini) isteyen bir kimse, ibadet lezzetini almaz. (Çünkü ibadetin lezzeti ihlâstadır.)", "Tanınmak isteyen bir kimse görmedim ki, dini gitmemiş ve rezil olmamış olsun."
(Bu kimsenin dini riya yüzünden gider. Ve bu kimseyi tanıyanların bir kısmı onun iyiliklerini görürken, bir kısmı da onun kusurlarını araştırır ve bunları teşhir ederler.)
İbni Mes’ûd (ra) şöyle demiştir: "Kalplerinizi yenileyin, elbiselerinizi eskitin. Gök ehli sizi tanısın, yer ehli sizi tanımasın."
Fudayl şöyle demiştir: "Sen Allah Teâlâ yanında makbul bir kimse isen, halkın seni tanımaması, seni kabul etmemesi ve eleştirmesi sana zarar vermez." Onun için, halkın gözüne girmek ve onların takdirini kazanmak peşinde olma.
Halil İbni Ahmed şöyle duâ ederdi: "Allah'ım! Beni kendi yanında en yüksek kullarından eyle; nefsimin yanında en aşağıda olanlardan eyle; halkın yanında da orta hâlde olanlardan eyle."
Allah Rasûlü (as) şöyle duâ ederdi: "Allah'ım! Benim gizli (sana dönük) olan hâlimi açık (insanlara dönük) olan hâlimden daha iyi et; benim açık halimi de iyi et."
Bir şâir şöyle demiştir:
Şöhret afettir, fakat herkes onu arar
Sıradan olmak rahatlıktır, fakat herkes ondan kaçar.
Bu hâl, insan aklının yanılgılarındandır.
Şöhretin Mahiyet ve Maksadı
Bil ki, mal ve şöhret maddî hayatın iki temel gücüdür. Mal sahibi gücünü maldan alırken şöhret sahibi de gücünü meşhur olmaktan alır. Meşhur olan bir kimse kalplere hükmeder ve insanları kendisine itâat ettirir. Şöhret, taç ve tahta ihtiyaç duymayan bir sultanlıktır; hatta o, sultanlıktan da ileri bir güçtür. Çünkü sultana itâat etmek, çoğu zaman kalpten gelmediği için cebir ve baskı ile sağlanır. Halbuki meşhur olan kimseye itâat etmek gönülden gelir.
Meşhur olmayı sağlayan faktör, herkeste bulunmayan bir vasıf ve meziyete sahip olmaktır. Bu vasıf ve meziyet ne kadar az kimsede bulunursa, sağladığı şöhret de o nisbette büyük olur. Ancak bu vasıf ve meziyet her zaman gerçek değildir. Bazen ve hatta çoğu zaman o, hile ve aldatmanın ürünü olan hayâlî bir şeydir. Altında bir gerçek payı olduğu durumlarda da, bu vehim ve hayâllerle abartılır. Hayâlî veya abartılmış şöhretlere basiret sahibi kimseler inanmazlar; fakat halk yığınları ve cahil kimseler kolayca inanırlar ve hatta onlar böyle abartılmış şöhretlerden çok daha fazla hoşlanırlar. Onların bu za'fını bilen kurnazlar da kendilerinin veya çıkar umdukları kimselerin şöhretlerini abarttıkça abartırlar.
Şöhretleri bu suretle şişirilmiş bazı kimseler, birer sahte ilâh derecesine çıkarılırlar. Böylece şöhret, putperestliğe de giden bir kötü yoldur. Fakat buna rağmen, şöhret kendi sahibine maddî çıkar ve manevî haz ve tatmin sağlar. Çünkü, inanmış kimselerin cebi onun elinde, kalpleri onun emri altındadır. En iyi şeyleri o kullanır ve en güzel övgülere o muhatap olur. Onun için, şöhret sahibi, ne pahasına olursa olsun şöhretini korumaya ve arttırmaya çalışır.
İnsan mala doymadığı gibi şöhrete de doymaz. Onun için malı arttıkça mal, şöhreti arttıkça da şöhret ister. Bunlar, kıyâmet gününde cehennemin, "Daha fazlası var mı?" deyip yakacak daha çok insan istediği gibi, daha çok mal ve şöhret isterler. Çoğu zaman, bu şekilde istedikleri mal ve şöhretten fiilen faydalanmaları da mümkün değildir. Demek ki, ileri aşamada bu istek, artık kontrolden çıkmış bir hastalıktır.
Bu işin esnafı tarafından şöhret sahibi olmak mal sahibi olmaya tercih edilir. Çünkü bunlar şöhretin zevkini mal ve diğer şeylerin zevkinden üstün bulurlar. Bu sebeple, şöhret kazanmak ve onu koruyup arttırmak için gerekirse diğer her şeyi feda ederler. Hatta bu maksatla ölüm bile rahatlıkla göze alırlar. Şöhreti bunların nazarında maldan üstün ve daha zevkli kılan başlıca sebepler şunlardır: Şöhret kazanılınca malı kazanmak kolaylaşır. Mal çalınabilir, gasp edilebilir, başka bir yolla kaybedilebilir; şöhret ise bu açılardan daha güvenlidir. Malın artması zaman ve meşakkatli çaba ister; tutturulan şöhret ise bir anda parlar ve saman alevi gibi dilden dile, kalpten kalbe yayılır.
Şöhret sağlayan vasıf ve meziyetler, toplumların inanç ve anlayışlarına göre değişirler. Bu sebeple, ilim, ibadet, güzel ahlâk, soy ve nesep, idarecilik, güzellik, kuvvet ve benzeri şeyler zaman ve zemine göre bazı kimselere şöhret temin ederler. Bu vasıflardan bir kısmı toplum için hiçbir yarar sağlamazken bir kısmı yararlıdır. Toplumun bu ikinci kısım vasıflara ve bu vasıfların sahiplerine ilgi göstermesi hem meziyetlerin yaşaması, hem de toplumun kendi yararı için gereklidir.
Ancak, bu bir yönü ile böyle olmasına rağmen, diğer yönüyle şöhretten yararlanmak ateşten yararlanmaya benzer. Çünkü şöhret, onu Allah Teâlâ’nın bir nimeti olarak görmeyen ve onunla gururlanmak veya ondan çıkar sağlamaya kalkışmak yerine, ondan dolayı şükretmek ve onu hayra vesile kılmak olgunluğuna sahip olmayan şöhret sahipleriyle; onu din ve akıl ölçüleri içinde algılamayan ve onun kendilerine dönük toplumsal yarar ve zararlarını değerlendirmeyen toplumlar için yakıcı ve yıkıcı de olabilir.
Bir fert için tanınan abartılı şöhret, onun ayarında olan bir çok ferdin meziyetlerini gölgeler ve görmezlikten gelinmesine sebep olur. Bu ise gereksiz bir şekilde bir çok şeyin bir tek şeye fedâ edilmesi demektir. Bu hem zulüm, hem de israftır. Abartılan şöhret tevhid inancına da zarar verir. Çünkü bu türlü şöhret yoluyla Allah Teâlâ’nın bazı vasıfları bu suretle meşhur olan kimselere atfedilir ve O'nun bazı fiilleri onlardan bilinir. Bu ise şirktir. Bu sebeple, Allah Rasûlü’nün ashâbı, Kur'ân-ı Kerim'in açık beyanıyla kendi aralarında merhametli olmalarına ve birbirinin meziyetleriyle övünmelerine ve yek diğerini kendi nefsine tercih etmelerine rağmen, şöhretin zararlarından dolayı aralarında çok değerli zatlar bulunduğu hâlde, hiç birini bugünlerde bilinen anlamda meşhur etmemişler ve bazılarında şöhretin emareleri başlayınca onu gidermeye çalışmışlardır.
Bunun bir örneği Hz. Ömer'in Halid İbni Velid'e karşı tutumudur. Bu zat, harp sanatında bir dâhi ve savaşta bir kahramandı. Onun bu kabiliyetinden yararlanmak isteyen Allah Rasûlü (as) ona bazı savaşlarda görev vermiş, Hz. Ebu Bekir ve Hz. Ömer de onu başkumandanlık göreviyle yükseltmişlerdi. Halid'in (ra) bu şekilde giderek daha çok şöhret kazanmış ve bazı kimselerin gözünde savaşlardaki galibiyetin kaynağı olarak görülmeye başlamıştı. Halid'in şöhreti bu noktada artık tevhid inancına zarar veriyordu. Çünkü Kur’ân’ın anlattığına göre, zaferlerin de kaynağı Allah Teâlâ’nın iradesi ve kudretidir. Hz. Ömer (ra) bu durumu görünce, Halid'i kumandanlıktan azletti ve onun yanlış bir şekilde anlaşılmaya başlamış olan şöhretinin bazı kimselerin imanına zarar vermesini önledi.
Ehl-i dünyanın kendilerinden olan bazı kimseleri abartılmış şöhretlerle ilâhlaştırmaları bir yana, bazı velîlere de bu türlü şöhretler yamanmıştır. Çünkü bu iğreti ve asılsız şöhretlerle abartılan bazı velîlere bu sebeple Allah Teâlâ'ya mahsus olan bazı olağanüstü fiiller ve sıfatlar isnat edilmiştir. Bu ise açık bir şirktir. (Fakat ne yazık ki, gelip geçen çoğu âlimler bile, bu mevzuda Hz. Ömer'in gösterdiği hassasiyeti göstermemiş ve velîlere saygı ve hürmeti ifade ettiğine inandıkları bu şirki önleme ve bu konuda vacip ve gerekli olan uyarı görevini yapma cihetine gitmemişlerdir. Velîler adına silâhşorluk yapıp bu şirki hararetle savunan ve onu Allah Teâlâ yanında makbul bir meziyet ve mazhariyet gibi görüp korumaya çalışan talihsizler de olmuştur.)
Şöhret Sevgisinden Kurtulmanın Çaresi
Bil ki, malı sevimli kılan sebep ne ise, şöhreti sevimli kılan sebep de odur. Bu müşterek sebep, dünya hayatının zevk ve keyfini yaşamaktır. Bundan dolayı, dünyayı seven ve nefsine uyan herkes, malı ve şöhreti sever ve bunları elde etmek için haram ve yanlış yollara başvurur.
İnsanda değişik sıfatlar vardır. Bu sıfatların bir kısmı hayvan sıfatlarıdır. Bunlar yemek, uyumak, cinsî ilişkide bulunmak gibi şeylerdir. Bir kısmı canavar sıfatlarıdır. Bunlar saldırmak, öldürmek, öfkelenmek gibi şeylerdir. Bir kısmı şeytan sıfatlarıdır. Bunlar aldatmak, hile yapmak, baştan çıkarmak gibi şeylerdir. Bir kısmı da insan sıfatlarıdır. Bunlar yükselmek, olgunlaşmak ve iş başarmak gibi şeylerdir. Şöhret sevgisi bu sıfatların hepsinden kaynaklanabilir. Ve o hangi sıfattan kaynaklanmışsa, gelişmesini de o istikamette gösterir.
Şöhret nihaî tahlilde büyüklük anlamını taşıdığı için, ondan kurtulmanın çaresi, büyüklüğün Allah Teâlâ'ya lâyık ve mahsus bir sıfat olduğunu düşünmek ve bu konuda O'na ortak olmaya kalkışmanın yanlışlığını anlamaktır. Çünkü, şöhret ve büyüklüğü örnek olarak ilim açısından ele alırsak, Allah Teâlâ’nın ilminin insan ilminden bir çok cihetten büyük olduğunu ve O'nun ilmi yanında insan ilmin bir hiç olduğunu görürüz. Bir kere Allah Teâlâ’nın ilmi ezelîdir ve hep olmuştur; insan ilmi ise sonradan kazanılmıştır. Sonra, Allah Teâlâ’nın ilmi kâinattaki bütün varlıkları, oluş ve olayları kapsar; insan ilmi ise dar bir alanla sınırlıdır. Allah Teâlâ’nın ilmi güneş ışığı gibi açık ve nettir; insan ilmi ise gölgeli ve yarı karanlıktır. Allah Teâlâ’nın ilmi zaman yönünden ebedî ve sonsuzdur. İnsan ilmi ise kendisiyle birlikte yok olur ve çoğu zaman yaşlanınca silinir. Allah Teâlâ’nın ilmi hiç değişmez; insan ilmi ise yeni gelişmelerle birlikte değişir. Allah Teâlâ’nın ilmi malum'a tâbi değil, malumdan önce vardır; insan ilmi ise bir şey var olduktan sonra oluşur. İnsanın şöhret konusu olabilen diğer sıfatları da Allah Teâlâ’nın sıfatlarıyla kıyaslandığı zaman ilimdeki gibi sonuçlar ortaya çıkar. Allah Teâlâ, şöyle buyurmuştur:
"Her ilim sahibinin üstünde alîm olan Allah vardır." (Yûsuf, 73), "Göklerde ve yerde en yüce sıfatlar Allah'ındır. O mutlak güç ve hikmet sahibidir." (Rûm, 27), "En güzel isimler (ve sıfatlar) O'nundur." (Haşr, 24), "Onlar, 'Bizden daha kuvvetli kim vardır?’ dediler. Görmediler mi ki, onları yaratan Allah onlardan daha kuvvetlidir." (Fussilet, 15)
İnsan için iki hakikî kemâl sıfatı vardır. Bunlar Allah Teâlâ'yı tanımak (marifetullah), diğeri de O'na kulluk ve ibadet etmektir. Ancak bu sıfatlar insanda şöhret sevgisi ve büyüklük hissi uyandırmazlar; aksine, onun kendi küçüklüğünü ve zikredilmeye değemezliğini anlamasına ve bunları itiraf etmesine vesile olurlar. Allah Rasûlü (as) şöyle buyurmuştur: "Mirâc gecesinde Cebrail (as) ile birlikte sebepler âleminin ötesine çıkınca, Allah Teâlâ’nın azametini duymasından ötürü onun ezilip büzüldüğünü gördüm ve anladım ki, onun Allah marifeti (Allah Teâlâ'yı tanıması) benimkinden fazladır."
İslâm inancına göre fazilet sayılan ilim Allah Teâlâ'yı tanımak olduğu gibi, kuvvet de başka insanları yere atmak değil, kendi nefsini ve şehvet, gazap gibi hislerini yenebilmektir. Şöhret sevgisi ise nefsin bir şehvetidir. Bu itibarla güçlü olmak, şöhret etkisinden de kurtulmayı gerektirir.
Şöhrete sebep olan şeylerin ölümle birlikte yok olup gittiğini düşünmek de onun anlamsız olduğunu ortaya çıkarır. Bir şâir şöyle demiştir:
Ey yüksek sarayın sakini!
Yakında toprağa gömüleceksin
Allah'ın bir meleği her gün çağırır:
"Ölmek için doğurun, harap olmak için bina yapın."
Allah Teâlâ'da şöyle buyurmuştur: "Onlara dünya hayatının misâlini anlat. O şuna benzer ki, biz gökten su indiririz, bu su ile yerden çeşit çeşit bitkiler çıkar; sonra bu bitkiler kurur ve rüzgâr onları alıp savurur. Allah her işe kadirdir. Mal ve evlat bu hayatın süsleridir. Bâki olan sâlih ameller ise Allah yanındaki sevapları ve kalıcı sonuçlarıyla ümit bağlamaya daha çok lâyıktırlar." (Kehf, 45; Yûnus, 24)
Kısacası, malın dindeki hükmü ne ise, şöhretin hükmü de odur. İkisi de gaye hâline getirilmedikleri, haram ve hile yollarıyla kazanılmadıkları, haramda kullanılmadıkları, onlarla oyalanıp ibadet ve ahiret hazırlığından geri kalınmadığı ve özellikle şükür ve hayra vesile kılındıkları takdirde kötü değildirler. Ancak bu şartların gözetilmesi, kıldan ince ve kılıçtan keskin bir köprünün üzerinde yürümek gibi zor bir iştir.
Şunu da bilmek lâzımdır ki, insanın kendi şerefini koruması, kötü tanınmaktan sakınması, iyi bir mümin olarak etrafına güven vermeye çalışması, kendisini iyi ahlâkı ve iyilikleriyle sevdirmesi kötü şöhretle alâkalı şeyler değildir. Bu sebeple, şöhretini kırmak niyetiyle kendini halkın gözünde kötü göstermek ve kötü bir insan olarak tanınmasına çalışmak câiz değildir. Bundan dolayıdır ki, günahları gizli olarak işlemek ve onları sonuna kadar gizli tutmak da hiç günah işlememek gibi vaciptir. Bunun yanında, bazı iyi işleri ve özellikle farz ibadetleri açıkça yapmak sünnettir. Cuma, bayram ve hac ibadetlerinde ise aleniyet şarttır.
Hiç şüphesiz ki, kötülüğünü gizlemekle iyi olduğunu söylemek ve kendine şöhret temin etmeye çalışmak ayrı şeylerdir. Onun için, kötülüğünü gizlemek gerektiği gibi, iyi olduğunu söylemekten ve kendi reklam etmekten de sakınmak lâzımdır. Çünkü iyi olduğunu söyleyen kimse ya hakikatte iyi değildir. Bu takdirde yalan söylemiş ve aldatmış olur. Yalan söylemek ve aldatmak ise haramdır. Ya da gerçekten iyidir. Bu durumda bunu söylemek yalan ve aldatma değil, fakat riya ve gösteriştir. Riya ve gösteriş de haramdır.
Ek bir açıklama
Şöhret sevgisi, kalbi daima onu kazanmak telâşı ve korumak endişesi içinde tutar ve bunun için her türlü riyakârlığa ve olumsuzluğa iter. Bu sebeple, şöhret mübtelâsı kimsenin iyilikleri ihlastan uzaktır, ibadetleri de riya ve gösterişle malûldür. Bu kimse Allah Teâlâ'yı değil, halkı düşünür; O'nun rızası için değil, bunların beğenmesi için uğraşır. Bu yüzden de ahiret hesabına büyük kayıplara uğrar. Şöhret sevgisi insanı hoş olan tabiilikten uzaklaştırır, çirkin ve çekilmez olan sun'îliğe iter. Bu sun'îlik, insanın bütün duygularını değiştirir; bunların tabiî kokusunu ve dokusunu bozar; onun bütün fiil ve hareketlerini, sevgi, dostluk ve ilişkilerini takma uzuvlar gibi ruhsuz ve iğreti şeyler hâline getirir.
Bu sebeple, şöhret budalası bir kimsenin ne düşüncelerinde, ne inançlarında, ne dostluk ve arkadaşlığında güven verici bir sebat ve tutarlılık bulunmaz. Bu kimse, rüzgâr önündeki bir fırıldak gibi döner ve bukalemun gibi renkten renge girer. O bir gün muvahhid, bir gün putperesttir; bir gün dost, ertesi gün düşmandır; bir gün hayır yapar görünür, ertesi gün bundan daha fazla şer işler. Fakat bütün bu zikzak ve çelişkilerine rağmen, şeytan ona bütün yaptıklarını süslü, yerli yerinde, mazbut ve güzel gösterir. Allah Teâlâ şöyle buyurmuştur:
"Onların kötülükleri kendilerine süslü ve güzel gösterilmiştir." (Tevbe, 37), "Şeytan, yaptıkları kötülükleri onlara süslü ve güzel gösterir." (En'âm, 43) Bu kimseler, dünyayı ahirete tercih etmiş, ahireti dünyaya fedâ etmişlerdir. Allah Teâlâ şöyle buyurmuştur: "Siz dünya hayatını tercih ediyorsunuz. Halbuki ahiret hayatı dünya hayatından daha hayırlı ve daha uzundur." (A'lâ, 16, 17), "Siz şimdiki hayatı seviyor, sonraki hayatı bırakıyorsunuz." (Kıyâmet, 20)
Şöhret, kalplerin teveccühü ve ilgisi üzerine kurulan bir binadır. Kalpler ise, deniz dalgaları gibi durmadan çalkalanır ve değişir. Bu sebeple, şöhret, deniz dalgaları üzerine kurulan bir bina gibi sebatsız, devamsız ve güvensizdir. Her an yıkılması ve elden gitmesi muhtemel olduğu için de, şöhret sahibi devamlı korku, huzursuzluk ve asabilik azabı çeker. Bu kabil insanların bir kısmı bu ruhî gerginliğe dayanamayıp hastalanır, bir kısmı çıldırır, bir kısmı da intihar eder. Bundan dolayı şöhrete âfet teşhisi konulmuş ve bu âfetten kaçmak lâzım iken, onun arkasından koşmanın ne din, ne akıl, ne de her hangi bir maslahatla bağdaşmadığı söylenmiştir.
Şöhret sevgisini kesen ilâçlardan birisi de aza kanaat etmek ve tasarruflu yaşamaktır. Çünkü aza kanaat eden ve tasarruflu yaşayan bir kimse o ölçüde insanlara az muhtaç olur ve onlarla az ilişkiye girer. Kendisi bu durumda olunca da insanların onun hakkında ne düşündükleri umurunda olmaz.
Medh ve Sena Edilmekten Hoşlanmak
Bil ki, insanlar medh ve sena edilmekten hoşlanırlar ve bundan lezzet alırlar. Bunun böyle olmasının dört sebebi vardır.
Birincisi, bu vesile ile insanın kendisini mükemmel görmesidir. Mükemmel olmak ise herkesin fıtraten talip olduğu ve sahip olmak istediği bir meziyettir.
İkincisi, medhedilmenin takdir edilmeyi ve sevilmeyi ifade etmesidir. İnsan, takdir edilmekten ve sevilmekten hoşlanır. Çünkü bu, insana mükemmellik duygusunu verir.
Üçüncüsü, medhedilmenin insana yeni takdir ediciler ve sevenler kazandırması ve ona yeni imkânların kapısını açmasıdır.
Dördüncüsü, medhedilmenin üstünlük ifade etmesidir. Bir kimse bir kimseyi medhediyorsa, onun kendisinden veya emsâlinden üstün olduğunu kabul ve itiraf ediyor demektir. Üstün olmak hissi de insana zevk verir.
Fakat medh şaka yoluyla yapılırsa, bu sebepleri ihtivâ etmediği için zevk ve lezzet vermez. Bu şekilde medh etmek kapalı bir şekilde zemmetmek (kötülemek) anlamını taşır. Zemmetmek ise, ister açık ve ister kapalı yapılsın üzüntü uyandırır. Çünkü, zemmetmek, herkesin kaçtığı kusur ve eksiklik isnat etmektir. Bu isnâdın haksız yapıldığı kanaati varsa, o zaman da kızgınlık gösterilir. Bu kanaat genellikle mevcut olduğu için, açıkça kusur ve eksiklik isnadı da, medh suretindeki kötülemeler de kırgınlık, kızgınlık ve düşmanlık doğururlar. Bu sebeple, dinî bir emir ve mükellefiyet bulunmadıkça dilini bu şeylerden uzak tutmak lâzımdır.
Medhedilmeyi Sevmenin İlâcı
Medhedilmeyi sevmek, insanı kötülüklerden korur ve beğenilen güzel ve hayırlı işlere iletirse kötü değildir. Ancak bu sevgi; çoğu kimseleri riyakârlık, iki yüzlülük, döneklik, yalancılık ve sahip olmadığı meziyetlere sahiplenmek gibi ahlâkî ve amelî zaaf ve sakatlıklara iletir.
Övülmeyi seven bir kimse, doğru olan ve hatta kendisinin de doğru olduğuna inandığı işleri değil, kendisini övenlerin hoşuna giden işleri yapar. Bu işler yanlış iseler, o bile bile yanlış iş yapmaya razı olur ve bilgili iken kendisini câhil seviyesine düşürür. Çünkü bilgili olmanın gereği, bilginin tasdik ve onayından geçen doğru işleri yapmaktır. Bu yapılmadığı takdirde, bilgili olmak bilgisiz olmaktan daha alçaltıcı bir durumdur. Bundan dolayıdır ki, insan fıtratı bilmeden hata işleyenleri bir derece mazur gördüğü hâlde, bilerek bunu yapana karşı şiddetli bir tepki duyar.
Medhe vesile olan husus ya hakikî bir meziyettir veya uydurma ve yakıştırmadır. O hakikî bir meziyet ise, ona sahip olmaktan dolayı Allah Teâlâ'ya şükretmek ve minnet arz etmek gerekir. Çünkü insanları yaratıp onları kabiliyet ve meziyetlerle dolatan O'dur. Ve eğer ortada övülecek hakikî bir meziyet yoksa, o zaman da bunun kendisine nisbet edilmesinden dolayı mahcubiyet, sıkıntı ve üzüntü duymak lâzımdır. Çünkü, bir kimsenin kendi tabiî ve gerçek kimlik ve vasfı ile değil, sun'î ve uydurma bir yapıyla tanıtılması, onun kendi hakikî kimlik ve mevcudiyetinin bir değer taşımadığını söylemek anlamındadır. Bunu söylemek ise, aklı başında bir kimseyi sevindirmez.
Şöhret gibi, insanların övmesi ve rızası da talep edilmeye değmez. Çünkü, bunların kazanılması çok zor, kaybedilmesi ise çok kolaydır. Ticarî bir anlayışla bile yaklaşılsa, bu kadar zahmetli, kazancı az ve istikrarsız bir işe yatırım yapılmaz.
İnsan ebed için yaratılmıştır. Bu sebeple, ebedî olmayan şeylerin peşinde olmaması lâzımdır. Mal, şöhret, sevgi gibi şeylerin yararı kısa olan dünya hayatıyla sınırlı kaldığı takdirde, ahiret ve ebediyete inanmış olan bir kimsede talep ve rağbet doğurmazlar. Bu kimse, "Ben fâniyim, fâni olanı nideyim? Ben yolcuyum, burada kalacak olanı ne yapayım? Bir kısa vuslat ve lezzetten sonra beni ebedî ayrılık ve acılara mahkûm edecek şeyleri istemem." der. Nitekim Hz. İbrahim (as) da kavminin ilâh zannettiği ve sevip taptığı yıldızlara, Aya ve Güneşe bakmış ve bunların tek tek batışını görünce, "Ben batan ve yok olup giden şeyleri sevmem." demiştir. (En'âm, 76)
Ebediyyen yaşayacak olan insan için öncelikle Allah sevgisi lâzımdır. Çünkü o Allah'ı severse, sevdiğini her zaman yanında bulacak ve ebede uzanan ömründe hicran azabı çekmeyecektir. Allah Teâlâ’nın sevgisini kazanmanın yolu ise, herkese faydası olan iyi işler ve sâlih ameller işlemektir. Bu işler ve ameller de ayrıca birer mutluluk kaynağıdırlar. Bu işler ve ameller Allah Teâlâ tarafından sevilmenin de kesin şartıdırlar. Kur’ân-ı Kerim'de şöyle buyurulmuştur: "Allah iyi işler yapanları sever." (Mâide, 93), "Allah kötülüklerden sakınanları sever." (Tevbe, 9), "Allah adâlet gözetenleri sever." (Hucurât, 49), "Allah kötülükten pişman olan, istiğfar eden ve özür dileyen kimseleri sever." (Bakara, 222), "Allah iyilik yapmak ve kötülükten sakınmak konusunda sabır ve direnç gösterenleri sever." (Al-i İmrân, 146), "Allah kendisine güvenip dayananları sever." (Al-i İmrân, 159)
Övülmek gerçekleri değiştirmez. Bu sebeple, olgunlaşmak ve faziletler kazanmak için çalışmak yerine, boş övgülerin arkasına sığınmak bir işe yaramaz. Bazı zatlar övülürken, "Ben kendi nefsimi daha iyi tanırım." deyip övülmekten rahatsızlık duymuşlar, bazıları bunu bir duâ olarak kabul etmişler, bazıları da onu bir mesaj şeklinde algılayıp gerçekleştirmeye ve haklı çıkarmaya çalışmışlardır.
Övülmeyi seven bir kimse, başkası tarafından övülmediği takdirde kendi kendisini över. İnsanın kendisini övmesi ise çok çirkin bir davranış biçimidir. İnsanın kendisini övmesi, sahip olduğunu iddiâ ettiği fazilet ve meziyetleri pazara çıkarıp onları dünya menfaatine tahvil etmeye çalışmasıdır. Halbuki hakikî fazilet ve meziyetlerin dünya pazarında karşılığı yoktur. Onlar öyle mücevherlerdir ki, karşılıkları ve bedelleri ancak Allah Teâlâ’nın rızası ve cennettir. Kişi, iddia ettiği bu fazilet ve meziyetlere sahip değilse, o zaman da onun kendisini bunlarla övmesi, bir kalpazanın pazara sahte para çıkarıp onunla alış vermeye yapmaya kalkmasından farksız bir şeydir. Kaldı ki, insanın kendisi hakkındaki şahitliği geçerli olmadığı için, faziletlerinin varlığını iddiâ etmesi inandırıcı da değildir. Çünkü insan kendisi hakkında tarafsız değildir ve o kendi azını çok görmek, kusurunu meziyet saymak eğilimindedir. Bu sebeple Allah Teâlâ, insanın kendisini methetmesini nehyetmiş ve, "Siz kendinizi tezkiye (medh) etmeyin. Hanginizin daha çok takva'ya (meziyete) sahip olduğunu Allah daha iyi bilir." (Necm, 32) buyurmuştur.
Kötülenmeye Kızmanın İlâcı
Kötülenmek, kusur isnat etmek olduğu için, insanlar bundan hoşlanmazlar ve genellikle de kendilerini kötüleyenlere kızarlar. Halbuki kötülenmek övülmekten daha yararlıdır. Çünkü övülmek çoğu zaman insanı tembellik ve rehavete sürerken, kötülenmek onu gayrete ve çalışmaya sevk eder. Kötülemek de ya haklıdır veya değildir. Haklı ise, ortada bir kusur var demektir. Bu kusurun söylenip bildirilmesi; onun farkına varmak, kusur olduğunu anlamak ve giderilmesine çalışmak için bir vesiledir. Böyle hayırlı bir vesileye kızmak ikinci bir kusurdur.
Kötüleyenin kötü maksatlı olması da uyarıyı hayırlı olmaktan çıkarmaz. Onun için, kötülemenin arkasındaki niyetin ne olduğuna aldırmadan, bunun yapılmış olmasına memnun olmak ve kötüleme konusu olan kusuru düzeltmeye çalışmak lâzımdır. Meşhur misâlde denildiği gibi, bir kimse ensende akrep olduğunu veya evine ateş düştüğünü söylese, sen onun bunu hangi maksatla söylediğini aklına getirmeden akrebi atmaya ve ateşi söndürmeye çalışırsın. Ahirette ve hatta çoğu kere dünya hayatında da akrep ve ateş gibi kötü sonuçlar doğuran kusurların haber verilmesi karşısında da bu makul tepkiyi göstermek lâzımdır.
Kötüleyene gelince; eğer onun kötülemekten maksadı nasihat etmek, emr-i maruf ve nehy-i münker yapmak ve bir müslümanı yanlış bir yoldan çevirmek olsa ve bunu uygun bir üslup ve atmosfer içinde yapsa, kendisi bundan dolayı sevap kazanır. Fakat maksadı bir müslümanı üzmek, ona zarar vermek ve itibarını düşürmek olsa, o zaman da yaptığından dolayı günah kazanır ve Allah Teâlâ'dan benzer bir karşılık görmeye müstahak olur. Allah Rasûlü (as) şöyle buyurmuştur: "Bir kimse din kardeşinin itibarını düşürmek için onun bir kusurunu açığa çıkarırsa, Allah Teâlâ'da onun ayıbını açığa çıkarır."Ve eğer kötülemek haklı değil ve bir gerçeğe dayanmazsa, bu durumda da kızmak yerine şunları düşünmek lâzımdır:
1- Bu kötüleme ve suçlama gerçek de olabilirdi. Gerçek olmadığına göre, demek ki, Allah Teâlâ kendisini insanların ona yakıştırdıkları bir ayıp ve kusurdan korumuştur. Bunu düşününce, haksız kötülemek dolaylı olarak ona Allah Teâlâ'nın bir nimetini hatırlatır ve onu şükretmeye sevk eder. Bu da önemli bir kazançtır.
2- Bu ayıp yoksa da kendisinde başka ayıp ve kusurlar vardır. Fakat Allah Teâlâ bunları kötüleyenin bilgisinden saklamış ve kendisini bunlarla dile düşürmemiştir. Bu da şükür isteyen bir nimettir.
3- Haksızlığa uğramak karşısında sabretmek sevaptır. Kötüleyen böylece ona sevap kazandırmış ve ahiret sermayesini çoğaltmış olur. Bu kazançtan dolayı da kızmak değil, sevinmek ve memnun olmak lâzımdır.
Ancak kötülemek din ve şerefe zarar veren ve mürüvveti düşüren bir mahiyette ise, kendi masumiyetini söylemek ve suçsuz olduğunu açıklamak câizdir. Nitekim, Mısırlı kadın Hz. Yûsuf’u kendisini taciz etmekle suçlayınca, Hz. Yûsuf onu taciz etmediğini, böyle bir şey yapmaktan da Allah'a sığındığını söylemiş, ancak bunu nefsini övmek için değil, gerçeğin anlaşılması için söylediğini açıklamıştır. Bununla ilgili âyetler şöyledir:
"Masumiyetimi söylemem, kocasının kendi gıyabında ona ihânet etmediğimi bilmesi içindir; yoksa ben nefsimi övmem. Nefis övülmeyecek kadar kötülüğe meyilli ve isteklidir. Onun şerrinden insanı ancak Rabbim korur." (Yûsuf, 52, 53)
4- Nefis insanın düşmanıdır. Bu sebeple, nefsini kötüleyen bir kimse onun dostu sayılır. Çünkü düşmanın düşmanı dosttur. Düşmanın hatırı için dosta kızmak da doğru değildir.
Medh ve zemmi karşılama tarzı itibarıyla insanlar dört kısımdır.
Bunlardan bir kısmı, medh edilmeye sevinir, kendilerini medh edeni sever ve onu dost bilirler. Buna mukabil, zemmedilmeye kızar, zemmedene buğz eder ve onu düşman bellerler. İnsanların çoğu bu hâldedirler. Bu hâl ise en kötü hâldir.
Onlardan bir kısmı medh edilmeye sevinir ve zemmedilmeye kızar; fakat medh ve zemmedilmeyi dostluk ve düşmanlık ölçüsü olarak algılamaz ve bunları yapanlara karşı muamelesini de farklılaştırmaz. Bu hâl, öncekinden iyidir; fakat yine de eksik bir hâldir.
Bir kısmı medh edilmekle zemmedilmeyi aynı tepki ile karşılar ve bunlardan dolayı farklı duygulara kapılmaz. Bu hâl biraz daha iyidir. Fakat bundan daha iyi bir hâl de vardır. O da medh edilmeye üzülmek, zemmedilmeye sevinmektir. Bu hâl, nefislerini kusurlu bulan ve ona kızan yüksek derecedeki müminlerin hâlidir. Bunlardan bir zat şöyle demiştir: "Ben nefsimi beğenmem, nefsimi beğenenleri de beğenmem."
Medh edilmeye sevinmenin de üç hâli vardır.
Birincisi, riya ve gösteriş yaparak bunu temin etmeye çalışmaktır. Bu en kötü hâldir ve amelleri yakan bir ateştir.
İkincisi, riya ve gösteriş yaparak övülmeye çalışmamaktır; ancak, sahip olduğu fazilet ve meziyetlerin bir hakkı olarak övülmeye sevinmektir. Burada sevinmek, fazilet ve meziyetlerin takdir görmesinden dolayıdır. Buna sevinmek kötü değildir. Ancak, sevinmenin bundan dolayı görünmesine rağmen, hakikatte nefis hesabına olması da muhtemeldir. Çünkü nefis, doğrudan doğruya ve açıkça ortaya çıkamadığı zaman, suret-i haktan gelir ve bazı gerçeklerin arkasına saklanır.
Üçüncü hâl ise, medh edilmekten hoşlanmamakla birlikte, medh edildiği zaman kendisini halka beğendiren ve onların diline iyilikle düşüren Allah Teâlâ'ya minnet duymak ve şükretmektir. Bu en iyi hâldir. Onun için, İbrahim (as) Allah Teâlâ'dan bunu isteyerek, "Gelecek nesillere benden iyilikle bahsettir." diye duâ etmiştir.
"Rabbim! Bana hikmet ver ve beni iyiler zümresine kat. Gelecek nesillere benden iyilikle bahsettir. Beni nimet yeri olan cennetin vârislerinden kıl. Kıyâmet gününde beni rüsva etme." (Şuarâ, 84)