Tefekkürün Fazileti
Tefekkürün Hakikati ve Meyvesi
Tefekkürün Çeşitleri
Bil ki, Allah Teâlâ, kelâmı olan Kur'ân-ı Kerim'de tefekkür ve tedebbür etmeyi ve ibret nazarıyla bakmayı çokça teşvik etmiştir. Çünkü tefekkür etmek, anlamanın şartı, nurların anahtarı, ilim ve marifetlerin oltasıdır. Ancak çoğu insanlar, prensip olarak, tefekkürün önemini kabul etmekle birlikte, onun ne olduğunu, nasıl ve niçin yapıldığını, konusunun ne olduğunu ve tefekkür etmekten neyin beklendiğini, onun gaye mi, vasıta mı olduğunu bilmezler. Bu sebeple, biz tefekkürün faziletine işaret ettikten sonra bu hususları açıklayacağız.
Tefekkürün Fazileti
Allah Teâlâ, övdüğü kullarını şöyle tanıtmıştır: "Onlar, göklerin ve yerin yaratılmasında (göklerde ve yerdeki yaratılmışlarda) tefekkür ederler ve: 'Rabbimiz! Sen bunları boşuna yaratmadın. Seni boş iş yapmaktan tenzih ederiz. Bizi ateş azabından koru.’ derler." (Al-i İmrân, 131)
Allah Rasûlü (sa) da şunları söylemiştir: "Bir saatlik tefekkür, bir senelik ibadetten hayırlıdır." (İbnu Hibbân) "Bir saatlik tefekkür bir gecelik ibadetten daha iyidir." (Ebuş Şeyh) "Allah Teâlâ’nın zâtında değil, yarattığı şeylerde tefekkür edin. Çünkü siz O'nun zâtını anlayamazsınız." (Ebu Nuaym, Asbahânî, Taberânî, Beyhakî)
Ebu Zer’in hanımı şöyle demiştir: "Ebu Zerrin en büyük ibadeti tefekkür etmekti. İşi olmadığı zaman bir kenara çekilir ve tefekkür ederdi."
Fudayl şöyle demiştir: "Tefekkür bir aynadır; sana iyilik ve kötülüklerini gösterir."
Sufyân şöyle demiştir: "Kişide tefekkür varsa, onun için her şeyde ibret vardır."
İsâ (as) şöyle demiştir: "Konuşması zikir, susması tefekkür, bakışı ibret olan bir kimse benim gibidir."
Hasan şöyle demiştir: "Hikmet (doğru ve faydalı bilgi) taşımayan söz lağvdır (boştur); tefekkür için olmayan suskunluk sehvdir (unutkanlıktır); ibret almak için olmayan bakış lehvdir (oynamaktır)."
Allah Rasûlü’ne nisbet edilen bir sözde şöyle denilmiştir: "Gözlerinize de ibadet yaptırın. Gözlerin ibadeti ise tefekkürle bakmaktır."
Lokman şöyle demiştir: "Çokça tefekkür, cennet yolunun kılavuzudur."
Vehb İbni Münebbih şöyle demiştir: "Çokça tefekkür ilim kazandırır. İlim de amele sevk eder."
Ömer İbni Abdulaziz şöyle demiştir: "Allah Teâlâ’nın nimetlerinde tefekkür etmek, en üstün ibadetlerdendir."
Abdullah İbni Mübarek, başkalarının konuştuğu bir mecliste susmuş ve tefekküre dalmış olan Sehl İbni Ali'ye: "Nereye vardın?" demiş, Sehl: "Sırat köprüsüne vardım." demiştir.
Bişr şöyle demiştir: "İnsanlar, Allah Teâlâ’nın büyüklüğünde tefekkür etselerdi, O'na karşı hiç günah işlemezlerdi."
Ebu Şureyh, tefekkür ediyor ve gözlerinden yaşlar boşanıyordu. Kendine gelince, ne düşündüğünü sordular. Şöyle dedi:
"Ömrümün bittiğini, amelimin az olduğunu, tedarik için de (daha çok amel etmek, boşlukları doldurmak, eksikleri tamamlamak için de) zaman kalmadığını düşündüm."
Ebu Süleyman şöyle demiştir: "Gözlerinizi ağlamaya, zihninizi de tefekküre alıştırın. Çünkü, kalpleri diriltenler bunlardır."
Hâtim şöyle demiştir: "İbret bakışı bilgiyi (Allah Teâlâ hakkındaki bilgiyi) arttırır; çokça zikretmek sevgiyi (Allah Teâlâ sevgisini) arttırır; çokça tefekkür de korkuyu (Allah Teâlâ'dan korkmayı) arttırır."
İbni Abbas (ra) şöyle demiştir: "Hayırda tefekkür etmek onunla amel etmeye, şerden pişmanlık duymak da onu terk etmeye sevk eder."
İmam Şafiî (ra) şöyle demiştir: "Konuşmak için susmaktan, istinbât (gizli olan mânayı anlamak, nasslardan hüküm çıkarmak) için de tefekkürden yararlanın." İmam şunu da söylemiştir:
"Faziletler dörttür. Birincisi hikmettir. Hikmetin direği tefekkürdür. İkincisi iffettir. İffetin direği şehveti frenlemektir. Üçüncüsü kuvvettir. Kuvvetin direği kızgınlığı yutmaktır.8 Dördüncüsü adalettir. Adaletin direği ise duyguların mutedil olmasıdır."
Tefekkürün Hakikati ve Meyvesi
Gerçeklere ulaşmanın iki yolu vardır. Bunlardan birisi gerçekleri bulmuş olanları (peygamberleri, âlimleri) dinlemektir. İkincisi ise, onlar üzerinde düşünmek ve tefekkür etmektir. Tefekkür, zihinde bulunan mânalarla yeni mânalara ulaşmaktır. Örneğin, bir insan, ebedî olan bir şeyin fâni olan bir şeye tercih edilmesi gerektiğini ve ahiretin ebedî, dünyanın ise fâni olduğunu bilirse, bu iki mânadan üçüncü bir mâna olan "ahiretin dünyaya tercih edilmesi gerektiği" sonucuna varır. Bu örnekte de görüldüğü gibi, tefekkür bilgi öğretir. Bu bilgi kalpte yerleşince, onda yeni bir meyil ve rağbet doğar. Bu yeni meyil ve rağbet de hareketlere yansır ve amel hâline gelir.
Tefekkür doğru işlese, insanı çirkin işlerden, dünya hırs ve sevgisinden güzel işlere ve ahiret hırsı ve sevgisine ulaştırır. Bu sevgi ve hırs da, dünyaya karşı zühd ve kanâat oluşturur.
Tefekkürün Çeşitleri
Bil ki, tefekkür ya din ile, ya da dünya ile ilgili olur. Bizim üzerinde durduğumuz tefekkür, din ile ilgili olan tefekkürdür. Din ise, Allah Teâlâ ile kul arasındaki muamele ve münâsebettir (Veya, bu muamele ve münâsebetin tanzim edilmiş kanun ve kurallarıdır). Bu muamele ve münâsebetin bir ucunda Allah Teâlâ, bir ucunda da kul vardır.
Din ile ilgili tefekkür, bu muamele ve münâsebet çerçevesi içinde Allah Teâlâ'yı veya kendini düşünmektir. Allah Teâlâ'yı düşünmek ve tefekkür etmek, ya O'nun zat, sıfat ve isimlerinde, ya da fiillerinde ve gök ile yerdeki yaratıklarında tefekkür etmektir. Kendini düşünmek ve tefekkür etmek de, Allah Teâlâ’nın hoşuna giden ve gitmeyen, rızasına uygun olan ve olmayan fiil, amel, hâl ve sıfatlarında (duygu ve huylarında) tefekkür etmektir.
Bu ikinci tefekkürden maksat ise, doğru olan fiil ve sıfatları korumak ve geliştirmek, yanlış olanları ayıklamak veya ıslah etmektir. Kendisi ile ilgili tefekkürde bu maksadı gerçekleştirmeye çalışmak şarttır. Bu yapılmadığı takdirde, tefekkür, kötülükleri bilerek işlemek sonucunu doğurur. Bu ise, onları tefekkürden önceki hâlde ve bilmeden yapmaktan daha kötüdür.
Onun için, günahlarında tefekkür ederken, bunlar geçmiş şeylerse, onlardan pişmanlık duyup tevbe ve istiğfar etmek, şimdi mevcut şeylerse onları terk etmek, yakında karşılaşacağı şeyler ise onlardan sakınma tedbirlerini almak lâzımdır.
İbadetlerinde tefekkür ederken, bunların eksiğini gidermek, kalitesini yükseltmek, niyet ve ihlâsını kuvvetlendirmek, kapsamını mümkün mertebe genişletmeye çalışmak lâzımdır. Daha önce de söylediğimiz gibi, niyet ve ihlâs ile âdetler ve vasıfsız hareketler de ibadete çevrilebilirler. Bunların hepsi ibadete çevrildiği takdirde de, "Ben cinleri ve insanları bana ibadet etmeleri için yarattım." (Zâriyât, 56) ayetiyle ifade edilen yaratılış gayesi gerçekleştirilmiş olur.
Helâk edici sıfatlarında (kibir, hased, cimrilik, hırs, buğz, su-i zan, gaflet, ucub, gurur ve benzerlerinde) tefekkür ederken, giderilmesi gerekenleri gidermek, ıslah edilmesi gerekenleri ıslah etmek ve bunları yapmak için gerekli olan ciddiyet, kararlılık ve fedakârlığı göstermek lâzımdır.
Kurtarıcı olan sıfatlarında (sabır, şükür, Allah sevgisi ve korkusu, ümit, sıdk, ihlâs, vefa, zühd, takva, tevazu, hüsn-i zan, hilm, merhamet ve benzerlerinde) tefekkür ederken de, bu sıfatların hakikaten kendisinde bulunup bulunmadığını incelemek, tam olup olmadıklarını öğrenmeye çalışmak ve bunları geliştirip belirgin ve olgun hâle getirmenin çare ve tedbirini bulmak ve uygulamak lâzımdır.
Bütün bu işleri, istememesine rağmen nefse yaptırabilmek için de, kötü fiil ve sıfatların akıbeti olan dünya ve ahiret felâketlerini, Allah Teâlâ'nın çekilmez ve dayanılmaz azaplarını çokça düşünmek ve iyi fiil ve sıfatların karşılığı olan dünya ve ahiret saadetini, Allah Teâlâ'nın va'dettiği göz alıcı ve gönül açıcı sevapları akılda tutmak gerekir. Bunlar yapılmadığı fakirde, kendini ıslah etmek mümkün değildir.
Tecrübe edilmiş bir gerçektir ki, cehenneme kuvvetli bir şekilde inanmak, bütün kötülük yollarını kapatır; cennete ciddî bir şekilde iman etmek de bütün iyilik yollarını açar. Bu sebeple, Allah Teâlâ, Kur’ân-ı Kerim'in başından sonuna kadar münasebet düştükçe cennet ve cehennemi anlatmış; birindeki nimetleri, diğerindeki musibetleri ayrıntılı bir şekilde izah ve tasvir etmiştir. Örneğin, cehennem hakkında şöyle buyurulmuştur:
"Şakî olanlar cehennemdedirler. Onlara orada ah edip feryat etmek vardır." (Hûd, 106)
"Onları ateşte yakacağız. Ciltleri pişip döküldükçe, acı duymaları için, ciltlerini yenileyeceğiz." (Nisa, 56)
"Onlara ateşten elbise biçilir. Başlarının üzerinden kaynar su dökülür. Bununla iç organları ve ciltleri eritilir. Onlar için demir tokmaklar vardır. Onlar, gam ve sıkıntıyla oradan çıkmaya teşebbüs ettikçe geri çevrilirler ve onlara: 'Yangın azabını tadın!’ denir." (Hac, 22)
"Cehenneme atıldıklarında onun şiddetli gürültüsünü duyarlar. O, hiddetinden çatlayacak haldedir." (Mülk, 7)
"Cehennemi uzaktan görünce, onun hiddetli ve şiddetli gürültüsünü duyarlar. Bağlanmış bir hâlde her biri onun içindeki dar bir mekâna atılınca da kendi kendilerine küfür ve beddua ederler." (Furkan, 12)
Cennet hakkında da şöyle buyurulmuştur:
"Onlara orada temiz eşler vardır ve onlar orada ebedîdirler." (Bakara, 25)
"Onlara hoşlandıkları meyveler, iştah duydukları kuş etleri, iri ve siyah gözlü, inci gibi huriler vardır." (Vakıa, 20-23)
"Onlar cehennem gürültüsünü duymazlar; canlarının çektiği nimetler ve güzellikler içinde ebedidirler." (Enbiyâ, 102)
"Onlara, 'Siz ve eşleriniz ağırlanmış olarak cennete girin.’ denir. Onlara altın tabaklar ve bardaklar içinde yiyecek ve içecek ikram edilir. Orada nefislerin iştah duyduğu ve gözlerin hoşlandığı her şey vardır. Ve siz orada ebedisiniz." (Zuhruf, 70, 71)
"Takva sahipleri bahçe gölgelerinde, pınar başlarında ve iştah duydukları meyveler arasında olacaklardır. Onlara, 'Yaptığınız amellerden dolayı afiyetle yiyip için.’ denir.
Biz iyileri böyle mükâfatlandırırız." (Murselât, 41-44)
Her dönemde bazı günah ve kötülükler yaygınlık kazanır. Onun için, öncelikle bu türlü günah ve kötülüklere karşı uyanık olmak ve onlardan sakınmanın yol ve yöntemini bulmak lâzımdır. Bu kabil günahlar yaygın oldukları için, sırıtmaz ve dikkati çekmezler. Hatta bazen hiç farkına varılmaz ve yok sayılırlar. Bunlar, belirti göstermeden vücudu tahrip eden ve sahibini ölüme götüren gizli hastalıklar gibidirler. Bunlar, ancak İslâm’ı iyi bilmek ve onun ölçüleriyle tefekkür edip nefis muhâsebesi yapmakla anlaşılabilirler.
Her zaman ve dönemin özel günahları bulunduğu gibi, her branş ve mesleğin de kendisine mahsus ve yaygın günahları, zaafları ve kötülükleri vardır.
Örneğin, ilmiyye sınıfının zaaf ve kötülükleri, meşhur olma arzusu, takdir edilme düşkünlüğü, kendini gösterme hevesi gibi şeylerdir. Bu arzu ve hevesler ihlâsı bozar ve ameli Allah Teâlâ için olmaktan çıkarıp değersiz ve faydasız hâle getirir, aynı hizmet dalında çalışan kimselere hased etmek, onları çekememek ve onlar için iyilik istememek gibi günahları kazandırır.
Bu zaaflarla malûl olan bir ilim adamı bilmelidir ki, onun gibileri için kurtuluş yolu ortalıkta dolaşıp âlimlik taslamak değil, bir kenara çekilip önce kendi nefsini ıslâh etmektir. Çünkü yukarıda zikredilen kötü sıfatları taşıdığı takdirde, bir kimsenin âlim olması ve görünürde hizmet etmesi onu fâsık olmaktan kurtaramaz.
Allah Rasûlü (sa), bu gibilerini kasdederek şöyle buyurmuştur:
"Allah, Teâlâ bu dini fâsık bir kimse ile de teyid eder." (Geçti)
"Allah, bu dini ahirette nasibi olmayan kimselerle de kuvvetlendirir." (Geçti)
Alimin ihlâs eksikliği; onu takdir etmeyenleri kötülemesi, kendisini haklı olarak eleştirenlere kızması, halkın teveccühüne göre hizmet şevkinin artıp eksilmesi, kendi çapında ve özellikle daha büyük âlimlerin olmasından rahatsızlık duyması gibi belirtiler gösterir.
Allah Teâlâ’yı tefekkür etmenin iki çeşit olduğunu söyledik.
Birincisi, O'nun zâtında ve sıfatlarının hakikatlerinde tefekkür etmektir. Bu tefekkür menedilmiştir. Çünkü akıllar Allah Teâlâ’nın zâtını ve zatî sıfatlarını kavrayabilecek kapasitede değildirler. Bu sebeple, bunları tefekkür etmek yanlış tasavvurların oluşmasına ve yanlış mânaların anlaşılmasına yol açar. Çünkü bunları tefekkür edenler, onları beşerin zat ve sıfatlarına kıyas edecekler ve buna göre şekillendireceklerdir. Çünkü meçhul bir şeyi düşünürken, onu bilinen bir şeyle kıyaslamak ve ona benzetmek zorunluluğu vardır. Bu böyle olduğu için, Allah Teâlâ'nın zâtını ve zatî sıfatlarını tefekkür etmek câiz olsa, o zaman melekler O'nu kendileri gibi, insanlar O'nu kendileri gibi, cinler O'nu kendileri gibi, akıl ve şuurları olsa, diğer hayvanlar ve hatta sinekler O'nu kendileri gibi tasavvur ve tahmin edeceklerdir. Bu tasavvur ve tahminler yüzünden de bir çok Allah imajları oluşacaktır. Bu imajlar ise, bir tek Allah inancında birleşme esprisini bozan bir tefrika ve ayırımcılıktır. Bunların gerçeği yansıtmaması ve Allah Teâlâ'ya kusur ve eksiklik isnat etmesi de küfür teşkil eder. Onun için, âlimler Müşebbihe ve Muattile'nin küfre düştüklerini söylemişlerdir. (Müşebbihe, Allah Teâlâ'yı insan veya diğer her hangi bir varlığa benzetenlerdir. Muattile ise O'nun zatî sıfatlarını inkâr edenlerdir.)
En hassas konu olan Allah Teâlâ'nın zâtı ve sıfatları mevzuunda bilinmesi, inanılması ve önünde durulması gereken şey şudur:
Allah Teâlâ hiçbir mahluka benzemez. O, kevn-u fesad'a (oluşmaya ve bozulmaya) açık olan maddî bir varlık değildir. O'nun zâtında ve sıfatlarında hiçbir kusur, eksiklik ve yetersizlik yoktur. O, zâtıyla en mükemmel, sıfatlarıyla da en yüce bir varlıktır. O, zaman ve mekân kayıtlarıyla sınırlı değildir. O'nun zâtı ve zatî sıfatları hakkında akla gelebilen hiçbir müşahhas fikir gerçek değildir. O, bu yöndeki bütün tasavvurların üstündedir ve hepsinden başkadır.
Bu tefekkürün ikinci kısmı ise, Allah Teâlâ'nın fiillerini ve yarattıklarını tefekkür etmektir. Bu tefekküre hem izin verilmiş, hem de ibadet sayılıp teşvik edilmiştir. Çünkü Allah Teâlâ'yı tanımak, O'nun azamet, büyüklük, ilim, kudret, rahmet ve diğer yüce sıfatlarını öğrenmek ancak bu tefekkür yoluyla mümkündür. Bu tefekkür, eserin müessire delâletini anlamak şeklindedir. Bu türlü delâlet ise, tartışılmayan bilgi edinme yoludur. Onun için, meselâ çizilmiş bir tablo, yazılmış bir kitap ve yapılmış bir âlet üzerinde tefekkür eden bir kimse, tablodan ressamın varlık ve hünerini, kitaptan yazarın ilim ve kudretini, âletten sanatkârın marifet ve maharetini öğrenir.
Allah Teâlâ’nın eseri ve icadı olan kâinattaki her hangi bir şey üzerinde tefekkür eden bir kimse de, tıpkı bunun gibi, O'nun (Allah Teâlâ’nın) yaratma kudretini ve diğer yüce sıfatlarını öğrenir. Bu sebeple, Allah Teâlâ, dikkatleri kâinat üzerine çekmiş ve varlıklarda tefekkür etmeyi emretmiştir. Örneğin, şöyle buyurulmuştur:
"Göklerin yaratılmasında, yerin yaratılmasında, gece ve gündüzün çevrilmesinde akıl sahipleri için (Allah’ın varlığını ve yüce sıfatlarını gösteren) deliller vardır." (Âl-i İmrân, 190)
"Görmüyorlar mı ki, Allah varlıkları nasıl yaratıyor ve yok edip tekrar iâde ediyor?" (Ankebût, 19)
"De ki: Yeryüzünde dolaşın ve Allah’ın yaratmayı nasıl gerçekleştirdiğini görün." (Ankebût, 20)
"Göklerin ve yerin yaratılması, dillerin ve renklerin farklı olması O'nun delillerindendir." (Rûm, 22)
"Göklerin ve yerin yaratılması ve buralara canlıların yerleştirilmesi O'nun (Allah Teâlâ’nın varlık ve kudretinin) delillerindendir." (Şûra, 29)
"O, birbirinin tıpkısı olan yedi gök yaratmıştır. O'nun yaratmasında (yarattığı şeylerde) bir uygunsuzluk ve bozukluk göremezsin. Gözünü kaldır da bak, bir düzensizlik görebilir misin?" (Mülk, 3)
"De ki: Bakın, göklerde ve yerde neler vardır?" (Yûnus, 101)
"Bunların hepsi O'nun delilleridir." Bakmıyorlar mı ki, deve nasıl yaratılmış? Gök nasıl kaldırılmış? Dağlar nasıl dikilmiş? Yer nasıl serilmiştir?" (Gâşiye, 17-20)
"Allah’ın rahmet eserlerine bak! Ölmüş olan yeri (toprağı, yeşillikleri ve pek çok canlıları) nasıl diriltiyor?" (Rûm, 50)
"İnsan yediği taama baksın ve onun üzerinde tefekkür etsin. Biz bolca su indirdik (yağmur yağdırdık), sonra yeri (toprağı) iyice yardık ve onda sizin ve hayvanlarınız için tane (cinsi mahsuller) bitirdik; üzüm, ot, zeytin, hurma, sık ağaçlı bahçeler, meyve ve çayır yetiştirdik." (Abese, 24-32)
"Ey insanlar! Allah’ın yarattıklarından küçük bir örnek olmak üzere sineği düşünün. Allah'tan başka güvendiğiniz herkes bir araya gelseler, bir sineği yaratamazlar." (Hac, 73)
Ve Allah Teâlâ, en büyük kudret mucizesi olan insanı, basit bir sudan yarattığını açıklayıp tefekküre açmıştır: "Biz insanı nutfe (meni) hâlinde sağlam bir mekâna (rahme) yerleştirdik. Sonra nutfeyi pıhtılaşmış kana çevirdik, bunu çiğnenmiş bir et parçası hâline getirdik. Bundan kemikler yarattık ve onlara et giydirdik. Sonra (ruh üflemek suretiyle) onu bambaşka bir varlık hâline getirdik. Yaratıcıların en güzeli olan Allah’ın şanı yücedir." (Mu’minûn, 13, 14)
İnsanı hayvanlardan üstün kılan şey tefekkür etmektir. Bu sebeple, tefekkür etmemek, etrafta bulunan şeylerin sadece maddesini görmek ve onların maddî faydalarından yararlanmayı düşünmek, onu (insanı) hayvanların seviyesine düşürür.
Allah Teâlâ, bu seviyeye düşmüş olanlar hakkında şöyle buyurmuştur:
"Biz cin ve insanların çoğunu cehennem için yaratmışız. Bunların kalpleri var, fakat onlarla anlamaları gereken şeyleri anlamazlar; gözleri var, fakat onlarla görmeleri gereken şeyleri görmezler; kulakları var, fakat onlarla duymaları gereken şeyleri duymazlar. Bunlar hayvanlar gibidirler; hatta daha da aşağıdırlar. Bunlar gafillerdir." (A'râf, 179) Yani, tefekkür etmeyenler ve tefekkürsüz yaşayanlardır.
Allah Teâlâ, diğer yıldızlara göre çok küçük bir küre olan ve fakat bize göre yine de çok büyük olan yeryüzünde yüz binlerce çeşit canlı, yüz binlerce çeşit bitki ve yüz binlerce çeşit maden yaratmıştır.
Bu yaratıklardan her biri kendi türüne mahsus kanunları, vasıfları ve özellikleri taşır. Bu kanun, vasıf ve özellikler her zaman ve her yerde bütün fertlerde aynı şekilde hüküm icrâ ederler. İlimlerin de tespit ve itirafıyla en doğru olan bu kanunları koymak, en uygun olan bu vasıfları belirlemek ve en faydalı olan bu özellikleri yaratmak ve bunların hepsini şaşırmadan, karıştırmadan, bozmadan bütün zaman ve mekânlarda aynı şekilde uygulamak ve bunlardan türlü faydalar ve yararlar tahsil etmek sonsuz bir ilim, bir irade, bir kudret ve bir rahmetin varlığını ve faal (aktif) hâlde bulunduğunu gösterirler.
Allah Teâlâ’nın bu sıfatlarını gösteren yaratıcılık ve yöneticilik nuru en büyüğünden en küçüğüne kadar bütün varlıkların üzerinde güneş ışığı gibi parlar ve bunlar bu nur ile O'nun varlık ve azametini yansıtırlar.
Bu nuru anlatan Kur’ân-ı Kerim'de şöyle buyurulmuştur:
"Allah göklerin ve yerin nurudur." (Nur, 35)
"Hiçbir şey yoktur ki, O'nu tesbih (tazim) edip kendisine hamd etmesin." (İsrâ, 44)
Fakat gaflet ve tefekkürsüzlük, her şeyde parlayan yaratıcılık nurunun üzerine bir gölge gibi düşer ve o nurun görülmesini engeller.
Bu sebeple, gâfil ve tefekkürsüz insanlar, kendi varlıkları da dahil ve hatta başta olmak üzere, eşyanın kelimenin tam anlamıyla birer mucize olduklarını ve her birinde akla hayret veren ve onda hayranlık uyandıran incelikler ve zenginlikler bulunduğunu görmezler, görseler de kaynağını düşünmezler.
Bu insanlar aklen malûl, zihin ve zekâ yönünden özürlüdürler. Fakat bu özürleri onları affettirebilen zorunlu ve irade dışı bir özür değildir. Çünkü onlar, kendi kötü iradeleri ve tefekkürsüzlükleriyle kendilerini kör ve sağır etmişlerdir.
"İnsan, başıboş bırakıldığını mı sanır?" (Kıyâmet, 36)
Hayır! O başıboş bırakılmamıştır.
"O gün mutlaka nimetin hesabı size sorulacaktır." (Tekâsur,