Sırat Köprüsü.
Şefaat
Havz-ı Kevser
Sırat Köprüsü
Sırat köprüsü, mahşer gününde cehennem üzerine kurulan köprüdür. Dünyadaki köprüler sabit ve herkes için aynı olmalarına karşı, Ahiretteki bu köprü kişilere ve onların amellerine göre değişkendir. Çünkü o, takva sahipleri için düşünülebilen en geniş ve en güvenli köprü durumundadır, fısk ve fücur ehli için ise, hadis-i şerifte ifade edildiği gibi, "kıldan ince ve kılıçtan kesindir." (Ahmed, Beyhakî) Kaynayıp lavlar atan ateş çukurunun üzerine kurulan bu ince, keskin ve güvensiz köprüyü görmek, sonra onun üstünden geçmek zorunda kalmak, inkârcı ve günahkârlara binlerce ölümden beter olan korkuları bir arada yaşatır. Bu korkular da boşa gider. Çünkü, bu insanlar köprünün değişik yerlerinde yuvarlanıp cehenneme düşerler. Veya cehennemden çıkan katran gibi siyah bir kelle, kuşun darıyı kapması gibi bu insanları tek tek ağzına alıp cehenneme indirir. Ya da zebaniler çengel atıp onları baş aşağı çekerler. Düşmeyenler de, eğer takva ehli ve günah yükü az olanlardan değillerse, hem köprünün hâlinden, hem altındaki derinlik ve ateşten, hem sinek gibi düşüp giden insanları görmekten, hem bunların çıkardıkları feryat ve figandan, hem cehennemden yükselen ateş dalgalarından ve sıcaklıktan dolayı canları dudaklarına gelir, korku ve sıkıntıdan helâk olurlar. Köprü üzerindeki geçiş bir iki saatlik bir işkence değildir. Çünkü cehennem yerküresinden çok daha büyük bir çukurdur ve köprü ateş dolu olan bu büyük ve o ölçüde derin çukurun üzerine kurulmuştur.
Ahirette bu korkunç köprüyü geçmek zorunda kalmaktan başka bir azap ve sıkıntı bulunmasa, o tek başına bu dünyada aklını başına almaya, gaflet ve sefahatten uzak durmaya, takva ve sâlih amele dört elle sarılmaya yeterli sebeptir. Kaldı ki, ahiretin bunun gibi daha pek çok azap ve sıkıntıları vardır. Cehenneme düşüp orada yanmak ise, tarifi imkânsız ve benzersiz bir azaptır.
Allah Rasûlü (sa) şöyle buyurmuştur: "Bütün insanlar Sırat köprüsü üzerinden geçmek zorundadırlar. Köprü dikenlidir. Onun sağında ve solunda duran zebaniler, (balık avlamak için denize olta ve ağ atar gibi) kalabalığın üzerine büyük çengeller ve kancalar atarlar ve bunlara takılanları çekip cehennem çukuruna atarlar. Mü’minlerden de (iman ve amellerine göre) kimileri onun üzerinden yıldırım sür'atiyle geçerler, kimileri rüzgâr sür'atiyle geçerler, kimileri koşan atın sür'atiyle geçerler, kimileri hızlı yürüyerek geçerler, kimileri yavaş yavaş yürüyerek geçerler, kimileri yüz üstü sürünerek geçerler, kimileri de düşerler." (Muttefekun aleyh)
Bir azabı beklemek de onu yaşamak gibi bir azap olması sebebiyle, Allah Teâlâ, kendilerine bu azabı çektirmemek için, hesap vermek ve Sırat köprüsünü geçmek gibi sıkıntılı durumlarda Ümmet-i Muhammed’e öncelik tanımıştır. Cennete de bunlar önce giderler. Allah Rasûlü (sa) şöyle buyurmuştur:
"Cehennem üzerine köprü kurulduktan sonra önce ben ve ümmetim geçeriz. Köprü üzerinde (dehşetten diller tutulduğu için) yalnızca peygamberler konuşurlar. Onların konuşması da, 'Allah'ım! Selâmet ver! Allah'ım! Esenlik ver!’ duasından ibarettir. Köprüden geçerken kimileri kötü amelleri yüzünden düşerler, kimileri de ezilip hırpalandıktan sonra kurtulurlar." (Muttefekun aleyh)
Köprü üzerindeki geçiş, uzunca tefekkür edilmesi gereken büyük bir olaydır. Ahiret azap ve sıkıntılarından kurtulmanın ve emin olmanın çaresi, onlar üzerinde tefekkür etmek ve bu tefekkürün aydınlığı altında uygun bir yol takip etmektir.
Allah Teâlâ, dünyada kendisinden ve azabından korkanları ahirette emniyet ve güven duymakla mükâfatlandırır; korkmayanları ise orada korku ve güvensizlikle cezalandırır. Ancak Allah Teâlâ'dan korkmak, sinirleri zayıf olan kimseler gibi bir an titremek ve ağlamak, ondan sonra da eski hâline dönüp her şeyi tekrarlamak değildir. Böyle bir korku amel açısından bir işe yaramaz. Yararlı olan korku, kişiyi tehlikelerden kaçmaya ve azaptan kurtulmak için sıkı çalışmaya iten ve zorlayan korkudur.
Kişi evinin yanması tehlikesi karşısında oturup ağlasa, bu ağlamanın yangını defetmekte ne yararı vardır? Bu türlü çaresizlik ağlamaları, yapacak bir şeyin kalmadığı ahiret gününe yakışan ağlamalardır. Dünyada ise, yapılabilecek işler ve alınabilecek tedbirler vardır.
Bu iş ve tedbirler Allah Teâlâ’nın emirlerini yerine getirmek, yasaklarından uzaklaşmak, hayır ve hasenat yapmak, ahlâkını güzelleştirmek, muamelesini düzeltmek, Allah Teâlâ'yı ve dinini sevmek, kullukta samimî ve ihlâslı olmak, Allah Rasûlü’nün sünnetine büyük önem vermektir. Allah Teâlâ, ahiretteki kurtuluşu, bu iş ve tedbirlere ve özellikle kendi Rasûlünün sünnetine uyma şartına bağlamıştır.
Şefaat
Bil ki, bazı mü’minler cehenneme girmeyi hak edince, Allah Teâlâ, engin şefkat ve merhametiyle onlar hakkında şefaat edilmesine izin verir. O'nun şefaat etme izni verdiği kimseler peygamberler, melekler, sıddıklar (Allah Teâlâ'ya kullukta çok sâdık ve samimî olanlar), ilmiyle amel eden âlimler ve diğer sâlihlerdir.
Mutezile ve Havâric (Hariciler) gibi bazı bid'atçı fırkalar, şefaati inkâr etmişlerse de, onun hak olduğunu bildiren çok sayıda ayet ve hadisler vardır. Bir âyette Peygamberimize hitaben, "Sen razı olup 'yeter' diyene kadar Rabbin sana (şefaat) izni verecektir." (Duhâ, 5) buyurulmuştur. Abdullah İbni Amr (ra) bu âyetin nüzul (iniş) sebebini şöyle anlatmıştır:
"Allah Rasûlü (sa), İbrahim (as)’ın Kur’ândaki, 'Kim bana uyarsa o bendendir, kim bana uymazsa (o senin merhametine kalmıştır.) Şüphe yok ki, sen gafur ve rahimsin.’ (İbrahim, 36) sözüyle, İsa (as)’ın Kur’ândaki, 'Onları cezalandırırsan (bunu yapabilirsin). Çünkü onlar senin âciz kullarındır." (Mâide, 118) sözünü okudu, ondan sonra ellerini kaldırıp, 'Allah'ım! Ümmetimi istiyorum! Allah'ım! Ümmetimi istiyorum!’ dedi ve ağladı. Bunun üzerine, Allah Teâlâ yukarıdaki âyeti indirdi." (Tirmizî)
Allah Rasûlü (sa) şunları söylemiştir: "Ben Adem zürriyetinin efendisiyim. Bunu kibir ve fahr için değil, bilinmesi gereken bir gerçeği bildirmek için söylüyorum. Kıyâmet gününde, kabri ilk açılan ve o gün en evvel şefaat eden de benim. Hamd (ve şeref) bayrağı benim elimdedir. Adem ve diğer peygamberler de bu bayrağın altındadırlar." (Tirmizî, İbnu Mâce)
"Ümmetimden bir zatın şefaatiyle Rabia ve Mudar kabilelerindeki insan sayısından daha fazla kimseler cennete giderler." (Tirmizî, İbnu Mâce, Hâkim)
"Ümmetimden bazı kimselere, 'Şefaat edin.’ denir ve derecelerine göre bunlardan kimisi bir kabileye, kimisi bir ev halkına, kimisi bir veya iki kişiye şefaat ederler." (Tirmizî, Bezzâr)
Şefaatle ilgili bazı âyetler şöyledir: "O'nun (Allah Teâlâ’nın) yanında O'nun izni olmadan kimse şefaat edemez." (Bakara, 255)
"O'nun izni olmadan hiçbir kimse şefaatçi olamaz." (Yûnus, 3)
"Rahmân’ın katından söz ve izin almadan kimsenin şefaat etme yetkisi yoktur." (Meryem, 87)
"Onlar, Allah’ın rıza gösterdiği kimselerin dışında bir kimseye şefaat etmezler." (Enbiyâ, 28)
"Onların şefaati Allah’ın dilediği ve rıza gösterdiği kimseler dışında bir kimseye yarar sağlamaz."
"O'nun yanında şefaat, ancak O'nun izin verdiği kimselere fayda verir." (Sebe', 23)
"Kıyâmet gününde zâlimlerin ne seveni, ne de sözü dinlenen şefaatçisi vardır." (Gâfir, 18)
"İnkârcılara şefaat edenlerin şefaati fayda vermez." (Muddessir, 48)
Bu ayet-i kerimelerin çizdiği tablo içinde bilinmesi ve inanılması gereken hususlar şunlardır:
-Şefaat vardır ve haktır.
-Şefaat etmek, ancak Allah Teâlâ’nın izin vermesiyle olur.
-Ancak Allah Teâlâ’nın razı olduğu iyi kullar şefaat edebilirler.
-Ancak O'nun rıza gösterdiği kimselere şefaat edilebilir.
-Şefaat Ahirettedir. Şefaatin dünyada da olduğunu bildiren bir nass (açık âyet ve hadis) yoktur. Bu konuda yapılan rivayetler ve ağızdan ağıza dolaşan söylentiler inanç oluşturabilecek kadar kuvvetli değildirler. Bu sebeple, dünyada da şefaat olduğu veya olmadığı meselesi kesinlik kazanmamıştır. Kesinlik kazanmamış dinî meseleler üzerinde tartışmak ve iddialı konuşmak yerine, onları allâm'ül-guyûb olan (bütün gaybları bilen) Allah Teâlâ’nın ilmine havâle etmek en sağlıklı yoldur. Bu konuda kesin olarak bilinen husus şudur: Allah Teâlâ dünyayı sebep-sonuç kanunu ile idare etmeyi prensip hâline getirmiştir. Bu yüzden, dünyada genellikle bu kanun işler. Bu da dünyada şefaate yer verilmediği intibaını verir. Ahirette ise amel-sonuç kanunu yanında, af ve şefaat da büyük yer tutar. (Muhtemelen olmadığını söylediğimiz şefâat, ölülerin dirilere şefaat etmesidir. Dirilerin dirilere şefaat etmeleri ise sebep-sonuç kanununa dahildir. Bu yüzden, o var olmanın da ötesinde emredilmiştir. Allah Rasûlü’nün bununla ilgili bir emri şöyledir: "Şefaat edin, sevap kazanın." Bu hadis, daha önce de geçti.)
Havz-ı Kevser
Mahşer günü, sıcaklıkta cehennemden bir köşe gibidir. O gün güneş yere yaklaşır ve mahşerî kalabalığın üzerine alev gibi sıcaklık yağdırır. Allah Teâlâ’nın Arşının gölgesinden başka ne bir gölge, ne de gölgeli bir ağaç veya örtü yoktur. Arşın gölgesinde ise, sadece amelleriyle Allah Teâlâ'ya yakınlık kazanmış olan sâlih mü’minler barındırılır. Sıcaklığın tabiî sonucu olan susuzluğu giderici bir içecek de yoktur. Ne bir deniz, ne bir nehir, ne bir dere, ne de bir çeşme mevcut değildir. Dünyanın en kuru ve en sıcak çöllerinden binlerce defa daha kuru ve sıcak olan bu korkunç çölde (mahşer yerinde), İslâm dininin peygamberi ve Allah Teâlâ’nın sevgilisi Muhammed (sa)’ın şerefine bir havuz kurulur. Bu havuzun suyu cennetteki Kevser nehrinden geldiği için ona Kevser Havuzu ismi verilmiştir. Enes (ra) şunu anlatmıştır:
" 'Biz sana Kevser'i verdik.’ ayetiyle başlayan sûre indiği zaman Allah Rasûlü (sa) görülmemiş derecede sevindi ve bize şöyle dedi:
-"Kevser'in ne olduğunu bilir misiniz? O, cennetteki bir nehirdir. Rabbim kıyâmet gününde bana o nehirden bir havuz va'detmiştir. Havuz büyük ve üzerindeki kadehler yıldızlar gibi parlak ve onlar kadar çokturlar." (Müslim)
"Havuzun iki yakası arasındaki mesafe Medine ve San'a (Yemen) arasındaki mesafe kadardır." (Tirmizî)
"Havuzun dibi inci, kenarları altındır. Suyu ise sütten daha beyaz, baldan daha tatlı ve miskten daha güzel kokuludur." (Tirmizî)
"Bu sudan bir kere içen bir daha mahşer yerinde susamaz." (Tirmizî)
Müslümanlar öncelikli olmak üzere, tevhid ve kurtuluş ehli olan daha önceki din mensupları da, Havuzun başına gelip Allah Rasûlü’nün şerefine bu sudan içerler ve bu suretle mahşer gününün öldürücü sıcaklık ve susuzluğundan kurtulurlar.
Kıyâmet gününde bu Havuza ulaşmak ve onun suyundan içmeye muvaffak olmak için Allah Teâlâ'ya dua etmeli ve O'nun rahmetinden bunu ümit etmeliyiz. Ancak, bu ümide haklılık kazandıran amel ve ibadetleri de ihmal etmemeliyiz. Çünkü haklılık kazanmayan bir ümit, boş bir beklentiden ve acı bir aldanıştan ibarettir. Haklı ümit ile boş ümidin misâli şöyledir:
Bir adam tarlayı sürer, sağlam tohum alıp eker, sulama ve diğer hizmetleri eksiksiz yapar, ondan sonra, Allah Teâlâ’nın rahmetinden bol ve bereketli bir mahsul ümit eder. Bu ümit haklılık kazanmış bir ümittir. Allah Teâlâ bu ümidi karşılıksız bırakmaz. Onu şu veya bu şekilde mutlaka gerçekleştirir.
Diğer bir adam ise, tarlayı sürmez, sürse tohum ekmez, tohum ekse sulamaz, bunu yapsa gerekli bakımı yapmaz, fakat bütün bu ihmallerine rağmen, Allah Teâlâ’nın kendisine bol mahsul vereceğini ümit eder. Haklı bir sebebe dayanmayan ve gerekçesi bulunmayan bu ümid, hayal kırıklığı doğuran bir aldanıştan ibarettir.
İmanında çürüklük, iradesinde zaaf ve felç bulunan kimseler, geçersiz olan bu ümidi, kendi vicdanlarını susturmak, korkularını bastırmak, ibadet ve sorumluluktan rahatça kaçmak için bir süre kullanırlar.
Allah Teâlâ’nın kudret ve rahmetine inanıp O'nun hakkında ümit belemek elbette ki, çok güzeldir ve hatta farzdır. Ancak bunun bir şartı ve edebi vardır. Bu şart ve edep, üstüne düşeni yapmak ve ön hazırlığı tamamlamaktır. Ne yazık ki, çoğu insanların Allah Teâlâ hakkındaki ümitleri gerekçesiz ve geçersiz türdendir. Bu yüzden de bunlar kıyâmet gününde hayal kırıklığına uğrarlar. Allah Teâlâ bunlar hakkında şöyle buyurmuştur:
"Onlar o gün, Allah'tan ümit etmedikleri muameleyle karşılaşırlar." (Zümer, 47)