Sıdkın Fazileti
Sıdk, doğru olmak, doğru söylemek, iç ve dışını bir tutmak demektir. Bu da ihlâsın bir türü ve boyutudur.
Sıdk, hem Allah Teâlâ'ya karşı kullukta, hem insanlarla olan münasebetlerde gözetilmesi gereken bir fazilettir. Sıdka sadakat de denir.
Allah Teâlâ, bazı kimseleri överek şöyle buyurmuştur: "Mü’minler içinde Allah'a verdikleri söze (canlarını O'nun yolunda verme sözüne) sadakat gösteren erler vardır. Onlardan bazıları canlarını verdiler; bazıları da bunu bekliyorlar. Bunlar sözlerini değiştirmediler. Allah sâdıkları sıdklarıyla mükâfatlandıracaktır." (Ahzâb, 23, 24) Allah Rasûlü (sa) da şunu söylemiştir:
"Sıdk, insanı iyi işler yapmaya sevk eder, iyi işler de onu cennete götürür. Kişi sıdka önem verirse Allah Teâlâ yanında "sıddık" ismiyle yazılır. Yalancılık insanı kötü işler yapmaya sevk eder, kötü işler de onu cehenneme götürür. Kişi yalancılığı huy edinirse Allah Teâlâ yanında "kezzâb" ismiyle yazılır. Sıdk, peygamberlerin önemli bir vasfı ve meziyetidir. Allah Teâlâ şöyle buyurmuştur:
"Kitapta İsmail'i an. Çünkü o sözüne sâdık bir nebiydi... Kitapta İdris'i an. Çünkü o dosdoğru bir nebiydi..." (Meryem, 54-56), "Biz peygamberlere kendi rahmetimizden (büyük bir hisse) ve doğru söyleyen bir dil verdik." (Meryem, 50)
Abdullah İbni Abbas (ra) şöyle demiştir: "Sıdk, hayâ, güzel huy ve şükür kimde bulunursa, onun kazancı sınırsızdır."
Bişr şöyle demiştir: "Allah Teâlâ'ya sıdk ile kulluk eden bir kimse, yalancı ve eğri insanlardan vahşet duyar."
Mansur ed-Deynurî şöyle demiştir: "Kulu Allah Teâlâ'ya en çok yaklaştıran amel sıdk, O'ndan en çok uzaklaştıran amel de yalancılıktır."
Muhammed İbni Ali el-Kettânî şöyle demiştir: "Allah Teâlâ’nın dinini üç temel üzerinde gördük. Bunlar hak, adalet ve sıdktır."
Es-Sevrî, Kur'ân-ı Kerim'deki, "Allah'a karşı yalancı davrananları kıyâmet gününde yüzleri kararmış bir hâlde göreceksin." (Zümer, 60) âyetinin tefsirinde şöyle demiştir:
"Sözü edilen bu kimseler, yalnızca Allah Teâlâ'ya ibadet ve kulluk ettiklerini O'nun dini ve davası için çalıştıklarını, O'nun için sevip O'nun için buğzettiklerini söyleyen ve fakat bu sözlerinde doğru olmayan kimselerdir."
Nitekim bir âyette de şöyle buyurulmuştur: "Allah, kendisine karşı sıdk iddiâ edenleri o gün bu iddialarını ispat etmeye çağıracaktır." (Ahzâb,
Şöyle denilmiştir: "Allah Teâlâ, kendisine karşı sıdk üzerinde olan kimseyi halka karşı korur."
Şiblî'nin meclisinde bir adam vecde gelip bağırdı ve kendisini Dicle nehrine attı. Şiblî yanındakilere şöyle dedi:
"Bu adam gerçekten Allah Teâlâ’nın sevgisiyle vecde gelip kendisini nehire attıysa, Allah Teâlâ Musa (as)’ı denizden kurtardığı gibi onu da kurtaracaktır. Fakat o bunu yalandan ve gösteriş için yaptıysa, Allah Teâlâ Firavunu denizde boğduğu gibi onu da boğacaktır "
Âlimler, bir hususta ittifak etmişlerdir. Âlimlerin ittifakı da Allah Teâlâ yanında geçerli delildir. Bu husus şudur: "Kurtuluş üç şeyin bir araya getirilmesiyle hâsıl olur. Bu şeyler bid'at ve hevâ (keyfilik) karıştırılmayan müslümanlık, Allah Teâlâ'ya karşı sıdk ve helâl ile beslenmektir."
Muhammed İbni Said el-Mervezî şöyle demiştir: "Sen Allah Teâlâ’nın kulluğunu sıdk ile aradığın takdirde, O senin kalbine bütün doğru ve yanlışları ayıran bir ayna yerleştirir." Bu sözü teyid eden bir âyette Allah Teâlâ şöyle buyurmuştur:
"Bizim için cehd ve çaba gösteren kimseye kendi yollarımızı göstereceğiz. Allah ihsan sahipleriyle (sıdk ile kulluk yapanlarla) beraberdir." (Ankebût, 69)
Ebu Bekir el-Verrâk şöyle demiştir: "Allah Teâlâ'ya karşı sıdk, kullarına karşı da rıfk (yumuşaklık) ile hareket et."
Sehl şöyle demiştir: "Dinin özü sıdk, cömertlik ve cesarettir."
Bir adam bir hakîm'e, "Ben sâdık bir kimse göremiyorum." demiş. Hakîm şu karşılığı vermiştir: "Sen sâdık olsaydın, sâdık kimseleri görecektin."
(İnsanların büyük yanılgılarından bir tanesi de odur ki, göremedikleri bir şeyi yok farz ederler. Halbuki, bir şeyi görememelerinin bir sebebi onun yokluğu ise, ikinci bir sebebi kendi körlükleri, üçüncü bir sebebi de görmek istemeyişleridir.)
Sıdkın Hakikati ve Çeşitleri
Bil ki, sıdk birkaç çeşittir. Bunlar dilde sıdk, niyet ve iradede sıdk, istek ve temennide sıdk, vefada sıdk, imanda sıdk, amelde sıdktır. Bütün bu çeşitlerde doğru olan bir kimse sıddıktır. (Sıddık çok sâdık, çok doğru, her hususta doğru demektir.)
Dilde sıdk, kullara karşı olayları ve olanları doğru söylemek ve ancak yerine getirmeyi düşündüğü sözleri vermektir. Allah Teâlâ'ya karşı ise duâ ve münâcâtlarında söylediği sözlerin mânalarını yaşamak ve gerçekleştirmektir. Örneğin, namaza girişte, "Yüzümü gökleri ve yeri yaratan Allah Teâlâ'ya çevirdim." (Şâfiiler, "Subhâneke" yerine bunu okurlar) diyen bir kimsenin, hakikaten O'na dönmesi lâzımdır. Keza, Fâtiha'da, "Yalnız sana kulluk eder ve yalnız senden yardım dileriz." diyen bir kimsenin de bunları yapması gerekir. Aksi takdirde, bu sözleri söylemek yalan ve yalancılık olur. Allah Teâlâ'ya kulluk etmek, kölenin efendisine bağlılığı gibi bağlı olmak, O'na kayıtsız ve şartsız teslim olmak ve O'nun emirlerini eksiksiz olarak nefsine karşı uygulamaktır. Allah Teâlâ'dan yardım dilemek ise, yalnızca O'nun izin verdiği sebep ve vasıtaları kullanmak ve bunlardaki etkiyi O'ndan bilmektir.
Niyet ve iradede sıdk, söylediği sözler ve yaptığı işlerle yalnızca Allah Teâlâ’nın rızasını kasdetmektir. Bu sıdka sahip olan bir kimse, sadece Allah Teâlâ’nın rızasına vesile olan sözleri söyler ve bu türlü işleri yapar. Söz ve amele nefis ve dünyaya ait bir mülâhaza karıştığı takdirde, niyet ve iradedeki sıdk bozulur. Allah Teâlâ, niyetlerinde karışıklık bulunan kimseleri kıyâmet gününde, "Yalan söylüyorsunuz. Bu amelleri benim rızam için yapmadınız." diye azarlar ve onları cehenneme gönderir.
Münafıklar, peygamberimize "Sen gerçekten Allah’ın peygamberisin." dedikleri hâlde, "bunu kalpten söylemedikleri", yani niyet ve iradelerinde sıdk bulunmadığı için Allah Teâlâ onları yalanlamış ve şöyle buyurmuştur: "Allah şahittir ki, münafıklar yalan söylüyorlar." (Munafikûn, 1) Bu o demektir ki, dilde yalan iki türlüdür. Birincisi gerçeği çarpıtmak, ikincisi ise diliyle söylediği gerçeği kalbiyle tasdik etmemektir. Bu ikinci yalan, aynı zamanda münafıklıktır.
İstek ve temennide sıdk, hakikaten istemediği bir şeyi ister ve temenni eder gibi görünmemek, gerçekten istediği ve temenni ettiği zaman da bunu gerçekleştirmektir. Uhud savaşından önce, Allah Rasûlü’nün cephesindeki bazı kimseler, "Kâfirlerle savaşmak istiyoruz. Savaş olursa, ölünceye kadar savaşacağız." dediler. Fakat, savaşta ölümle yüz yüze gelince cepheyi terk ettiler. Allah Teâlâ, itap mahiyetinde bunlara önceki istek ve temennilerini hatırlatıp şöyle buyurmuştur:
"Savaş çıkmadan önce ölmeyi (ölünceye kadar savaşmayı) temenni ediyordunuz. Şimdi ölümü gözlerinizle görünce neden çekildiniz?" (Al-i İmrân, 143) Bazı kimseler de, "Allah Teâlâ’nın en çok sevdiği amelin ne olduğunu bilseydik, onu yapardık." dediler. Allah Teâlâ bunları da yapmayacakları bir şeyi ister gibi görünmekten dolayı azarlamış ve şöyle buyurmuştur:
"Yapmayacağınız bir şeyi niye söylüyorsunuz? Yapmayacağınız bir şeyi istemek ve söylemek Allah yanında büyük bir günahtır." (Saf, 2-3) Bazı kimseler de "Allah Teâlâ bana mal verse şu hayırları yaparım, güç ve kuvvet verse şu iyilikleri yaparım." derler. Bu şeyleri yapmaya kalbinde ciddî bir istek duymadan böyle konuşmak veya gerçekten istek duyup da sonra yapmaktan vazgeçmek Allah Teâlâ yanında yalancılık ve münafıklıktır. Kur'ân-ı Kerim'de bu kimselerle ilgili olarak şöyle buyurulmuştur:
"Bazı kimseler Allah'a söz verip 'O bize rahmetinden (mal) verirse kesinlikle çok sadaka verecek ve yararlı kimselerden olacağız' derler. Fakat Allah, kendi rahmetinden onlara (mal) verince, cimrilik yaparlar ve önce verdikleri sözü arkalarına atıp unuturlar. Onlar böyle sözlerinden dönüp yalancı durumuna düşünce, Allah da kalplerine hiç çıkmayan bir nifak atar. Dünya hayatında ceza olarak münafık olmak onlar için yeterlidir. Çünkü, münafıklar ölünce cehennemin en alt katma atılacaklar ve hiç yardımcıları bulunmayacaktır." (Nisa, 145) Daha önce geçtiği gibi, Allah Teâlâ bazı sahâbileri de isteklerindeki sebatla övmüş ve şöyle buyurmuştur:
"Mü’minlerden bazı erler Allah'a verdikleri söze sâdık kaldılar. Bunlardan bir kısmı canlarını verdiler, bir kısmı bunu (can vermeyi) bekliyorlar. Bunlar, sözlerini hiç değiştirmediler." (Ahzâb, 23) Bu sahâbilerden birisi Enes İbni Nadr'dır.
Uhud savaşında sağ ve solundakiler cepheyi terk edince, Enes (ra) bulunduğu yerde tek başına düşman ordusuyla savaşmış ve seksen kadar yara aldıktan sonra yere düşmüş. Sa'd İbni Muâz onu yerde bulmuş ve nasıl olduğunu sormuş. Enes şöyle demiş: "Uhud dağının üzerinden bana cennet kokuları geliyor. Ben öleceğim. Benden Allah Rasûlü’ne selâm söyle ve arkadaşlarına de ki: Sizde kıpırdayacak hâl bulundukça Allah Rasûlü’ne bir şey olursa, siz kendinizi Allah Teâlâ'ya affettiremezsiniz."
Vefada sıdk, bir şeyi söz verince onu yerine getirmektir. Allah Teâlâ şöyle buyurmuştur:
"Sözü (va'd ve taahhüdü) yerine getirin. Hiç şüphesiz, sözün (va'd ve taahhüdün) hesabı sorulur." Allah Teâlâ, birkaç âyette de mü’minleri sözlerini yerine getirmekle hem tarif etmiş, hem de övmüştür. (Bakara, 177) Allah Rasûlü (sa) ise, sözü yerine getirmemeyi münafıklık alâmetlerinden saymıştır.
Söz (va'd ve taahhüd) iki türlüdür. Birisi, Allah Teâlâ ya, diğeri kullara verilen sözdür. Söz, başka bir açıdan yine ikiye ayrılır. Birisi, isteyerek verilen ve dille ifade edilen, diğeri ise, Allah Teâlâ'ya kul olmak, müslüman olmak, dost, akraba, komşu olmak gibi kavramların içinde bulunan tabiî söz ve sözleşmedir. Çünkü bu kavramların oluşmasıyla bazı sözleşmeler kendiliğinden oluşur ve bunları yerine getirme sorumluluğu doğar. Bu ses ve söz hâline getirilmemiş sözleşmeleri ve hakları yerine getirtmek de vefada sıdktır. Buna karşılık, bunlardan kaçmak da vefasızlık ve yalancılıktır.
İmanda sıdk, zor şartlarda imanını korumak ve onun gereklerini yerine getirmektir.
Allah Teâlâ şöyle buyurmuştur: "Onlara, 'Herkes aleyhinizde ittifak etmiş, korkun.’ denildiği zaman, imanları artar ve, 'Allah bize yeterlidir. O en güzel vekildir.’ derler." (Al-i İmrân, 173)
Allah Rasûlü (sa) da şunu söylemiştir: "Sizden önceki dönemde bir kimse iman ettiği için testere ile biçilir veya demir tarakla yüzülürdü, fakat kendisi sebat eder ve direnirdi."
Burûc sûresinin başında, bir dönemde mü’minlerin zâlim yöneticiler tarafından ateş hendeklerine atıldıkları anlatılmıştır. Bunun sebebinin de Allah Teâlâ'ya iman etmeleri ve bu imanda sebat etmeleri olduğu bildirilmiştir.
Amelde sıdk, riya yapmamak ve olduğundan daha iyi görünmeye çalışmamaktır. Onun için, sıddıkların imamı olan Allah Rasûlü (sa), şu duayı yapmıştır:
"Allah'ım! Beni göründüğümden daha hayırlı kıl."
Bu o demektir ki, sıdk göründüğünden daha iyi, ve en azından, göründüğü gibi olmaktır. Göründüğünden daha kötü olmak ise yalancılık ve münafıklıktır.
Selef-sâlih bu duruma düşmemek ve bu konudaki sıdktan ayrılmamak için kendilerini aşan iddialarda bulunmaz, kendilerinde bulunmayan meziyetlerle övünmez ve olduklarından daha sâlih, daha âlim, daha önemli görünmekten sakınırlardı.
Hatta bunlardan bazıları eşkıya elbisesiyle dolaşır ve şöyle derlerdi:
"Eşkıya görünüp sâlih bir kişi olmak, sâlih görünüp eşkıya olmaktan iyidir."
Allah Teâlâ, olmayan meziyetleri varmış gibi davranan, bu intibaı vermeye çalışan ve kandırdıkları kimseler tarafından bunlarla övülünce, keyf ve hoşnutluk duyan kimseleri azap ile tehdid etmiştir. (Al-i İmrân, 188)
Onun için, Allah Teâlâ’nın azap ve tehdidinden korkan kimselerin (âlim, şeyh, velî, cemaat reisi, siyâset adamı vs.) haklarında oluşturulan abartılı ve sahte imajları yıkmaları ve kendilerini bunların vebalinden kurtarmaları lâzımdır.
Yezid İbni Hars şöyle demiştir: "İçle dışın bir olması sıdktır; için dıştan daha iyi olması sıddıklıktır; dışın içten daha iyi olması ise yalancılık ve sahteciliktir."
Atiyye İbni Abdulğafir şöyle demiştir: "Mü’minin içi dışına uygunsa Allah Teâlâ onunla övünür ve, 'Bu benim sâdık bir kulumdur.’ der."
Ebu Abdurrahman ez-Zâhid ağlayarak şöyle demiştir: "Allah'ım! Kullarına iyi görünmek için dışımı ıslah ettim. Fakat sana iyi görünmek için içimi (kalbimi, duygularımı, gizli hâllerimi) ıslah etmeyi başaramadım."
Sevgide sıdk, Allah Teâlâ’nın hatırını dünya ve ahiretteki her şeyden üstün tutmaktır.
Sabır, rıza, tevekkül, zühd gibi kavramlarda sıdk, bunları iddiâ etmek ve bu şekilde bir görünüm vermekle yetinmemek, mâna ve hakikatlerini yaşamaya ve gerçekleştirmeye çalışmaktır.
Sıdk ile ilgili birkaç âyet şöyledir:
"Allah'a, ahiret gününe, meleklere, kitaplara ve peygamberlere iman eden, fıtraten sevdiği hâlde malının bir kısmını akraba, yetim, miskin, yolda kalan, isteyen kimselere ve köleleri özgürlüğe kavuşturmak için veren, namaz kılan, zekât veren, söz verdikleri zaman sözlerini yerine getiren, sıkıntı, hastalık ve savaş hâllerinde sabreden kimseler iman davasında doğru olanlardır. Takva sahipleri de bunlardır." (Bakara, 177)
"Mü’minler onlardır ki, Allah ve O'nun Rasûlü’ne iman ederler, ondan sonra iman konusunda şüphe ve tereddüt geçirmezler, malları ve canlarıyla Allah yolunda çalışırlar. İşte sâdık olanlar bunlardır." (Hucurât, 15)
"Kendilerine cennet va'dedilen takva sahipleri onlardır ki, 'Rabbimiz! İman ettik, günahlarımızı affet ve bizi ateş azabından koru.’ derler. Onlar sabırlıdırlar, sâdıktırlar, mütevazidirler, hayırda harcama yaparlar ve seher vakitlerinde tevbe ve istiğfar ederler." (Al-i İmrân, 17)
"Kıyâmet gününde doğrulara doğrulukları fayda verir." (Mâide, 119)
"De ki: Rabbim! Gireceğim yere beni sıdk ile sok, çıkacağım yerden de beni sıdk ile çıkar. Ve bana kendi tarafından yardım et." (İsrâ, 80)