Hasedin Kötülüğü.
Hasedin Hakikati ve Hükmü.
Hasedin Sebepleri
Hasedi Kalpten Çıkarmanın İlâcı
Hasedin Kötülüğü
Daha önce de ifade edildiği gibi, hased kinin, kin de kızmanın sonuçlarıdır. Hasedin de pek çok kötü sonuçları vardır. Onun için, bu huy kötülenmiş ve nehyedilmiştir. Allah Teâlâ, hiddetle şunu sormuştur: "Bu hasetçiler, Allah’ın insanlara kendi cömertliğinden verdiği nimetleri mi kıskanıyorlar?!" (Nisa, 54) Allah Rasûlü (as) da şunları söylemiştir:
"Hased, ateşin odunu yaktığı gibi, sevap ve iyilikleri yakar." (Geçti)
"Birbirinize hased etmeyin; birbirinizden kopmayın; birbirinize buğzetmeyin; Allah’ın kullarısınız, kardeş olun." (Müttefekun aleyh)
"Kötü zan, fal ve kıskançlıktan uzak durun. Bunlar iradeniz dışında oluşurlarsa, o zaman da onlara göre hareket etmeyin." (Taberanî, İbnu Ebid-Dünya)
"Kıskançlık ve buğz eski hastalıklardandır. Bunlar dini (dindarlığı) güdükleştirirler." (Tirmizî)
(Fal iki mânaya gelir. Birincisi, bir şeyi uğursuzluk alâmeti saymaktır. Cahiliyet devrinde, bazı şeyler ve bazı hayvanlar uğursuzluk alâmeti sayılırdı, ikincisi ise, bazı şeylere bakarak insanların geleceğini söylemektir. İslâm bunların ikisini de iptal etmiştir.)
"Din kardeşin için kötülük isteme. Aksi takdirde, Allah Teâlâ onu korur da kötülüğü senin başına getirir." (Tirmizî)
"Kıskanç kimse, Allah Teâlâ’nın nimetlerinin düşmanıdır; O'nun takdirine kızgındır; O'nun kulları arasında yaptığı taksime razı değildir. Allah Teâlâ şöyle buyurmuştur: 'Rabbinin rahmetini hasetçiler mi taksim edeceklerdir?!’ (Zuhruf, 32)
"Ümmetim için en çok korktuğum şey, ileride mal ve servetin çoğalması sebebiyle birbirine hased edip kavga etmeleridir." (Müslim, Ahmed)
Hased göz karartan, baş döndüren bir histir. Bu hisle her türlü günah işlenir ve her çeşit kötülük yapılır. Hased yüzünden, İblis, Adem (as)’ın Allah yanındaki derecesini kıskanmış ve Allah’ın emrine karşı gelmiştir. Bu olay, Kur’ân-ı Kerim'de şöyle anlatılmıştır:
"Biz meleklere, 'Adem'e secde edin.’ dedik. Onların hepsi secde ettiler. İblis ise secde etmedi, kibirlendi ve kâfirlerden oldu." (Bakara, 34)
Âdem'in bir oğlu diğer bir oğlunu, yani kardeşini kıskanmış ve onu öldürmüştür. (Mâide, 27) Yakup (as)’ın oğulları, onun Yusuf’u daha çok sevmesini kıskanmışlar ve bu sebeple onu kuyuya atıp ölüme terk etmişlerdir. (Yûsuf, 8, 9)
Avn İbni Abdullah şöyle demiştir: "Kibirden, hırstan ve hasetten uzak durun. Çünkü işlenmiş bütün suç ve cinayetlerin altında bunlar vardır. Ashâb arasındaki savaştan bahsedildiği zaman susun. Kaderden söz edildiği zaman sükût edin."
Sultana yakın olan bir adam, ona hep: "İyilere iyilik et. Kötüleri de affet. Çünkü iyiler iyiliğe lâyıktırlar, kötüler de nasıl olsa Allah Teâlâ'dan cezalarını bulurlar." derdi. Bu adamın sultana yakınlığını kıskanan rakibi, bu yakınlık nimetini bozmak istedi ve sultana, "Bu adam, senin ağzının kötü koktuğunu söyler. Dilersen, onu çağır ve kendin gör." dedi. Sultan, "Öyleyse onu getir." dedi. Rakîp, onu buldu ve önce kendisine bol sarımsaklı bir yemek yedirdi. Ondan sonra da sulatanın kendisini istediğini bildirdi. Adam, bu hâliyle sultanın huzuruna çıkınca, ağzını elinin üstüne koydu. Sultan kendi kendine, "Demek ki, bu adam ağzımın kokusundan sakınıyor." dedi ve hemen ona bir yazı yazıp hazine memuruna gitmesini emretti. Adam dışarı çıkınca, rakibi onu karşıladı ve elindeki yazının hazineye yazıldığını görünce, bununla adama para verileceğini zannetti ve tamaha kapılıp onu kendisine vermesini rica etti. Adam da verdi. Rakîp, yazıyı götürüp memura verdi. Memur yazıyı açıp okudu. Sultan, "Bu yazıyı getireni cellâda boğazlat, derisini yüzdür, içine saman doldurup bana gönder." diye yazmıştı. Rakibin itiraz ve feryatları arasında emir yerine getirildi ve onun samanlı postu sultana gönderildi. Adam işin aslını öğrenince sultana, "Ben demedim mi, kötüler nasıl olsa cezalarını bulurlar?" dedi. Sultan onu tasdik etti ve kendisine daha çok değer vermeye başladı.
İbni Sirin şöyle demiştir: "Ben dünyaya ait bir şeyden dolayı hiç kimseyi kıskanmadım. Çünkü bir kimse cennet ehli ise, onun şimdiki nimeti ileride göreceği nimetlerin yanında çok az kalır ve kıskanmaya değmez. Ve eğer o cehennem ehli ise, bugün yarın azaplara düşecektir. Böyle bir kimse de kıskanılmaz."
Hasan şöyle demiştir: "Ey insan! Bir kimse kendisine verilen nimeti hak etmişse, hakkını bulmuştur. Onu hak etmemişse, o kendisinin cehennem azığıdır. Bu iki hâlde de neyi kıskanırsın?"
Ebud-Derdâ (ra) şöyle demiştir: "Bir insan ölümü çok düşünürse, onun hırs ve hasedi azalır."
Bir hakîm şöyle demiştir: "Hased, şifâ bulmayan bir yaradır. Hep sızlar ve sahibine acı çektirir." Hasetçi, başkasında bir nimet görünce kendini mağdur hisseder ve bunun kahrını duyar.
Hasedin diğer kötü huylardan farkı, hedef insanın perişan olmasından ve elindeki nimetin yok olup gitmesinden başka bir şeyle tatmin ve teskin olmamasıdır. Onun için Hz. Muâviye şöyle demiştir: "Herkesi memnun etmek mümkündür. Fakat, hasetçi nimetin zevalinden başka bir şeyle memnun olmaz."
Hasedin Hakikati ve Hükmü
Hased, başkasında bulunan bir nimetten dolayı rahatsızlık duymak ve o nimetin zevalini (yok olmasını) istemektir. Hasedin aslı fıtrî ise de, onu şekillendirmek ve yönlendirmek insanın elindedir.
Hased, başkasına fayda veya üstünlük kazandıran hak ve doğruları kabul etmeye de mânidir. Bu sebeple, yahudiler, müjdesini kitaplarında gördükleri ve gelmesini bekledikleri son peygamberin kendi ırklarından değil, Arap ırkından olduğunu görünce, peygamberlik şerefini Araplara kazandırmamak için inkâr ve düşmanlık yoluna saptılar. Arabın ileri gelenleri de, Muhammed (as)’ın peygamberliğini kabul etmeleri hâlinde, onun kabilesinin kendi kabilelerinden üstün sayılacağını düşündüler ve bunu kıskanıp iman etmekten imtina ettiler. Nitekim Ebu Cehil bunu itiraf etmiş ve açıkça şöyle demiştir: "Muhammed'in yalan söylemediğini biliyoruz. Fakat, onun peygamberliğini kabul etmek, Haşimî kabilesinin üstünlüğünü kabul etmek anlamında olacaktır. Biz bunu kabul etmiyoruz."
Hasede benzeyen ve fakat hased ve günah olmayan bir duygu daha vardır. Bu duygu, hasetle aynı köke bağlıdır ve fakat doğru bir yönde geliştirilmiştir. Bu, gıpta etmek ve imrenmektir. Gıpta ve imrenme, başkasındaki nimetten hoşlanıp onun bir benzerini kendisi için de istemek ve bunun için duâ etmek ve çalışmaktır. Hased, insanı yıkmaya sevk ederken, gıpta çalışmaya ve üretmeye iter. Allah Teâlâ şöyle buyurmuştur: "Allah’ın bir kısmınıza verdiği bir şeyi hased etmeyin. Herkese çalışmasının karşılığı vardır. Çalışıp Allah’ın cömertliğinden isteyin." (Nisa, 32) O, münafıklar hakkında da şöyle buyurmuştur:
"Size bir iyilik dokunursa, bu onları (münafıkları) üzer, size bir kötülük dokunursa, bu onları sevindirir." (Al-i İmran, 120)
Allah Rasûlü (as) da şöyle demiştir: "Mümin gıpta eder. Münafık ise kıskanır."
Gıpta, çoğunlukla hayır olan bir şeyi imrenmek ve bunun tahsili için çalışmak ve hatta yarışmaktır. Allah Teâlâ şöyle buyurmuştur:
"Rabbinizin mağfiretine ve gökle yer kadar geniş olan cennete doğru müsabaka edin." (Hadid, 21)
Allah Rasûlü (as) da şöyle demiştir: "Dünyada iki kişi gıpta edilmeye değer. Bunlardan birisi zengin olup malını hayır yolunda sarf edendir. Diğeri de âlim olup ilmiyle amel eden ve onu insanlara öğretendir." (Müttefekun aleyh) Fakat, yanlış bir tercih ve seçimle bazen şer de gıpta edilebilir. Bu türlü gıpta ise günahtır. Allah Rasûlü (as) şöyle buyurmuştur:
"İnsanlar dört kısımdır. Bir kısmına Allah Teâlâ hem mal, hem de ilim verir. Bu insanlar mallarım ilme göre hayır işlerinde sarf ederler. Bir kısmına Allah Teâlâ yalnızca ilim verir. Bu insanlar duâ ederek, "Allah'ım! Bana da falanca gibi mal verseydin, onun gibi ben de hayır işinde sarf ederdim." derler. Bu iki sınıf da (biri amelinden, diğeri de niyet, duâ ve gıptasından dolayı) sevap kazanırlar. Bir kısmına Allah Teâlâ mal verir, fakat ilim vermez. Bu insanlar mallarını cahillikle şer ve günahlarda sarf ederler. Bir kısmına da Allah Teâlâ ne mal, ne de ilim verir. Bu insanlar da, "Benim de falanca gibi malım olsaydı, onun gibi şer ve günahta kullanırdım." derler. Bu iki sınıf da günah kazanırlar." (Tirmizî, İbnu Mâce)
Hasedin Sebepleri
İnsanda hased uyandıran ve onu hased etmeye iten sebepler çoktur. Başlıcaları ise şunlardır:
1- Buğz ve düşmanlık. Bir kimseye buğz ve düşmanlık eden, onun iyilik ve nimet görmesini istemez ve bundan rahatsızlık duyar. Buna karşılık belâ görmesine sevinir ve bundan memnun olur. Sorunları kaynaklarından çözen İslâm dini, bu yüzden müslümanlara buğz ve düşmanlık edilmesini menetmiş ve bunu haram saymıştır. Buğz ile hasedin birlikteliğini bildiren âyetlerden birinde şöyle buyurulmuştur: "Münafıklar, elinizdeki nimetin zeval bulmasından ve sıkıntı çekmenizden hoşlanırlar. Size karşı duydukları buğz ağızlarından (sözlerinden) da bellidir. Kalplerinde gizledikleri buğz ise daha büyüktür." (Al-i İmrân, 118)
Hased buğza eklenince düşmanlık duygusu kızışır ve hedef insana zarar verme arzusu doğar. Yeterli sebeplerle izah edilemeyen yıkıcı ve kırıcı hareketlerin altında bu şekilde kuvvetlenmiş düşmanlık duygusu vardır.
2- Nimet (ilim, mal, şöhret vs.) yüzünden etrafına karşı kibir ve gurur göstermek. Bir kimse bu şekilde kibir ve gurur gösterirse, bu gösterişten rahatsız olan onun sahip olduğu nimetin elinden çıkmasını temenni eder ve bazen fiilen de bunu için çalışır. Bu kötü sonuca yol açtığı için, nimetler yüzünden kibir ve kahr duyulmaması ve gösterişlerle etrafın hissiyatı rencide edilmemesi emredilmiştir. Allah Teâlâ bunun için Karun örneğini vermiştir. "O, süs ve gösteriş içinde halkın karşısına çıktı. Kavmi onu uyarıp, "Böyle baği olma! Çünkü Allah böylelerini sevmez." dediler. O dinlemedi. Allah da onu sarayı ve servetiyle birlikte yerin dibine geçirdi." (Kasas, 79-81)
3- Küçük görülen bir kimsenin elde ettiği bir nimetle saygı duyulması gereken bir noktaya gelmesi. Bazı kimseler, insanların eşitliğine inanmazlar. Bunlar, sahip oldukları bazı imkânlar yüzünden diğer insanları kendilerinden küçük görürler ve bununla mutlu olurlar. Bu sebeple, bu insanlar da benzer imkânları kazanıp onların seviyesine gelince, buna fenâ hâlde kızarlar ve kıskançlık duyarlar. İslâm'ın insanların eşitliğini ısrarla vurgulaması bu kötülüğün de önüne geçmek içindir. Onun tanıdığı takva üstünlüğü ise, kimseye üstünlük taslama hakkını ve keyfini vermez. Çünkü takva, aynı zamanda kendini herkesten aşağı görmek ve tevazu göstermek demektir.
4- Bir kimseyi sahip olduğu nimete lâyık görmemek. İnsanların neye lâyık olup neye lâyık olmadıklarını takdir ve tayin hakkını kendi kendisine veren birisi, bir kimseyi elindeki nimete lâyık bulmayınca onu kıskanır. Hakikatte ise, bu hak sadece Allah Teâlâ'ya aittir. Onun için, müşrikler, peygamberliğin zengin ve dünya ölçülerine göre şöhret bulmuş birisine verilmesi gerektiğini söyleyince, Allah Teâlâ şu âyeti indirmiştir. "Allah, peygamberliği kime vereceğini sizden daha iyi bilir." (En’am 124) Kaldı ki, nimet her zaman mevcut liyakatten dolayı verilmez. O bazen de liyâkat kazanılmasına yardımcı olması için verilir. Buna rağmen liyâkat kazanmak için bir çaba sarf dilmezse, o zaman nimet nimet olmaktan çıkar, azap vesilesi hâline gelir.
5- Rekabet. Aynı şeye talip olan insanlar, rakiplerini kıskanır ve onların kazanma şansına sahip olmalarından rahatsızlık duyarlar. Bu sebeple, kocalarının kalbine girmek isteyen kumalar, anne ve babalarının sevgisini kazanmak isteyen kardeşler, hoca ve öğretmenlerin gözüne girmek isteyen talebeler, halkın teveccühünü çekmek isteyen mürşitler (âlimler, şeyhler ve diğer büyükler), iktidar olmak isteyen partiler, aynı işi yapan tüccarlar, aynı mesleği yürüten sanatkârlar birbirini kıskanırlar. Bazen de birbirinin meziyet ve imkânlarını yok etmek, hatta varlığını ortadan kaldırmak için çalışırlar. Yusuf (as)’ın kardeşleri bunun tipik bir misâlidirler.
6- Tek ve emsalsiz olmak arzusu. Her hangi bir meziyette, örneğin cesarette, ilimde, sanatta, güzellikte, ibadette, hitabette tek ve benzersiz olmak ve halk içinde bu şekilde tanınmanın verdiği zevki yaşamak isteyen bir kimse, başka bir kimsenin kendi seviyesinde olmasından ve bu seviyeye gelebilme ihtimalinden şiddetle rahatsız olur, onu kıskanır ve başını yemek ister.
7- Mücerret ruh bozukluğu. Âdi ve bozuk bir ruh taşıyan bir kimse, yukarıda geçen sebeplerden hiç birisi bulunmadığı zaman da, başkalarının nimetini kıskanır. Böyle bir kimseye, her hangi bir insanın mutluluğundan bahsedildiği zaman kendisi mutsuz olur, mutsuzluğu anlatıldığı zaman da mutlu olur.
Bu yedincisi dışarıda tutulduğu takdirde, diğer kıskançlık sebepleri ancak bir birini tanıyan, birbirine yakın olan, aynı kulvarda yarışan kimselerde bulunur. Çünkü ancak bunlar birbirlerinin maksat ve gayesi için yakın tehlike ve tehdit oluştururlar.
Şunu da belirtmek lâzımdır ki, kıskançlık ancak dünyaya ait işlerde olur. Ahiret işlerinde ise, kıskançlık olmaz. Çünkü bu alanda ne nefis, ne de şeytan yoktur. Bu sebeple, maksadı Allah rızasını kazanmak ve cennete gitmek olan bir kimse, aynı maksat için çalışan kimseleri kıskanmaz, aksine onları sever, destekler ve başarıları için duacı olur. Allah Teâlâ şöyle buyurmuştur: "Onların kalplerinden kin (gibi kötü hisleri) çıkarıp attık." (A’raf 43) Bu itibarla, bir kimse ahiret işinde kıskançlık duyarsa, onun maksadının dünya olduğu, amelinde de riya bulunduğu anlaşılır.
Dünya işinde kıskançlık varken, bunun ahiret işinde bulunmaması ahiret işi için bir üstünlüktür. Ahiret işlerinde kıskançlığın bulunmaması, aynı zamanda bu işlerle meşgul olan kimselerin daha rahat ve mutlu olmalarını da sağlar. Çünkü kıskançlık rahatlık ve mutluluğu bozan bir illettir. Bu mânayı kasdeden İbrahim İbni Edhem (ra) şöyle demiştir: "Biz sahip olduğumuz nimeti saltanata değişmeyiz. Ve sultanlar bizim ne kadar rahat ve mutlu olduğumuzu bilselerdi, bizim gibi olmak için saltanatı bırakırlardı."
Hasedi Kalpten Çıkarmanın İlâcı
Bil ki, hased kalbin büyük hastalıklarındandır. Kalbin hastalıkları ise ancak ilim ve amelle tedavi edilebilirler. Hased hastalığını tedavi eden ilim, hasedin hem din, hem de dünya açısından sahibine zarar verdiğini, hased edilen kimseye ise zarar vermediğini, hatta fayda verdiğini tahkiki bir şekilde bilmektir.
Hasedin din açısından zarar vermesi, onun Allah Teâlâ'nın takdir ve taksimine (tasarrufuna), adâlet ve hikmetine itiraz etmek anlamını taşımasıdır. Bu şekildeki bir itiraz ise iman ve tevhidi ciddî bir surette zedeler. Buna ilâve olarak hased, müslümanlar için vacip olan iyilik istemenin terk edilmesi ve haram olan kötülük isteminin yaşanmasıdır.
Hased, insanlara hep iyilik dileyen ve kendileri de iyilik bulan peygamberlerin ve sâlih müminlerin huyunun bırakılması, dünya ve ahiret rüsvalığına mahkûm olan İblis ve onun izinde giden kâfirlerin huyuna sahip çıkılmasıdır. Hepsi de kalbe yerleşen büyük günahlar olan bu durumlar, ateşin odunu yakması gibi sevapları yakar ve gecenin gündüzü karatması gibi kalbi karartırlar.
Hasedin dünya açısından zarar vermesi ise, hased eden kimseyi devamlı surette gam, keder ve ıstırap içinde bırakmasıdır. Bu kimse, hedef kişide bir nimet gördükçe kahrolur, ondan bir belânın kalktığını öğrendikçe de yıkılır. Başkasının zarar görme isteği olan hased, böylece, ters dönüp kendi sahibine zarar verir. Hased böyle yaptığı için, onun günah olmasından çekinmeyen inançsız kimselerin bile, ondan iğrenmesi ve şiddetle uzak durması akıl ve maslahat gereğidir.
Hasedin hased edilene zarar vermediğini söyledik. Çünkü, o sahibinin kalbinde kötü bir istek ve rahatsızlık hâlinde kaldıkça, ötekine zarar vermez. Kötü bir fiile dönüşmesi hâlinde ise, zahire göre ona zarar verdiği görülse bile, hakikatte kaderde yazılan ve olması gereken şey olur. Hasetçi ise sadece buna sebep olur ve sorumluluğunu üstlenir. Kaderin hükmü ve miadı insanlar tarafından değiştirilemediği için Allah Teâlâ şöyle buyurmuştur:
"Allah sana bir zarar dokundurursa, onu ancak kendisi kaldırabilir. O, sana bir iyilik isterse de kimse O'nun iyiliğini önleyemez." (Hûd, 107), "Onlar Allah’ın nurunu üfleyerek söndürmek isterler. Fakat, kâfirler hoşlanmasalar da Allah nurunu tamamlayacaktır." (Tevbe, 32; Saff, Onun için şöyle denilmiştir:
Takdir-i Hudâ kuvvet-i bazu ile dönmez.
Bir şem'a ki Mevlâ yaka üflemekle sönmez.
İnsanların kötü duâ, istek, temenni ve hasretleriyle kaderin değişip nimetlerin zeval bulmaması Allah Teâlâ'nın bütün insanlara bir lütfudur. Çünkü bunlarla kader değişse ve nimetler zevâl bulsaydı, hiç kimsede nimet kalmaz, dünyada sadece belâ kalırdı. Çünkü insanların büyük çoğunluğu birbiri için kötü temennilerde bulunur ve birbirine hased ederler.
Hased edilen kimsenin hasetten fayda görmesi ise, hasetçinin onu gıybet etmesi ve onun aleyhinde çalışması gibi kötülüklerin ona sevap hâline gelmesi ve hasetçinin sevaplarını ona kazandırmasıdır. Hasedin bu fayda cihetini göz önünde tutan bazı kimseler, hasetçilerinin çok olmasını temenni etmişlerdir. Bazıları da onların azap çekmeleri için çok yaşamalarını istemişlerdir. Bir şâir, hitap ettiği bir zata şöyle demiştir:
Düşmanların ölmesinler, uzun yaşasınlar
İkbâlini hep görüp de dâim kahrolsunlar
Nimet sebebiyle sana hep hased edilsin
Nimette olduğun bununla ispat edilsin.
Hased etmek yanlış olduğuna göre, doğru olan, müminlerin nimet ve iyilik görmelerine sevinmek, hizmet ve faziletlerinden dolayı onları sevmektir. Bu şekilde sevmek ve sevinmek hem kalbe rahatlık ve mutluluk verir, hem de kişiye sevap kazandırırlar.
Bir adam, "Ya Rasûlullah! Kişi bir kavmi sever, fakat ilim ve ameliyle onların seviyesine çıkamazsa hâli ne olur?" diye sordu. Allah Rasûlü (as), "O kişi sevdiği o kimselerle beraberdir." buyurdu. (Müttefekun aleyh) Bu o demektir ki, insanın derecesini yükselten sebeplerden birisi, hatta en önemlilerinden bir tanesi iyiliği ve iyileri sevmektir. Onun için Allah Rasûlü (as) şöyle buyurmuştur:
"Ya âlim ol, ya ilim öğrenen ol, ya da bunları seven ol." Bu hadiste, ilmi sevmenin ilim sahibi olmak derecesinde olduğu bildirilmiştir. Allah Rasûlü’ne nisbet edilen bir sözde de şöyle denilmiştir: "Cennet ehli üç kısımdır. Bunlar fiilen iyilik yapanlar, iyilik yapanları sevenler ve bu iki kısma karşı kötü bir his beslemekten sakınanlardır."
Hiç şüphesiz ki, hased eden insan, bu üç kısmın dışındadır. Çünkü o ne iyilik eden, ne iyilik edenleri seven, ne de bunlara karşı kalbini temiz tutandır.
Hased, geri tepen bir silâh olduğu için, hasetçinin başkası için temenni ve arzu ettiği kötü hâl, kendi başına gelir.
Allah Teâlâ, "Kötü hile kendi sahiplerini bulur." (Fâtır, 43) buyurmuştur.
Hased hastalığını tedavi eden amel ise, hedef insanı methetmek, ona sevgi ve ilgi göstermek, kendisine yardım etmek ve iyilikte bulunmaktır. Bunları yapmak, acı bir ilacı içmek gibi nefse zor gelir; ancak memnuniyet verici bir sonuç ortaya çıkarır.
İlim ve amelden oluşan bu genel tedavi yanında, hasedi doğuran özel sebep üzerinde durmak ve onun yanlış olduğunu düşünüp ondan sakınmanın gerektiğine karar vermek lâzımdır.
Onun için, örneğin, hasedin sebebi buğz ise, müslümanlara karşı buğz değil, sevgi beslemenin gerektiğini, onları sevmek için iman başta olmak üzere çok gerekçelerin bulunduğunu, onlardaki bütün olumlu yönleri bir tek olumsuz hâl ve harekete feda etmenin adâlet prensibine uymadığını, her şeyden evvel ve sonra yaratıkları Yaratandan ötürü sevmenin ibadet olduğunu düşünmek gerekir. Bunlar düşünülünce de, buğzdan ve onun sebep olduğu hasetten kurtulmak kolaylaşır.
Hasedin üç derecesi vardır.
Birinci derecesi, kendi kendine oluşan ve kalpte irade dışında duyulan kıskançlık meylidir. Bu meyil, bazı insanların tabiat ve yaratılışından gelir. Ancak, sahibi bundan rahatsızdır ve onu duymak istemez. Bu meyil, yaratılıştan geldiği ve iradenin dışında kaldığı, sahibi tarafından da istenmediği için sorumluluk taşımaz.
İkinci derecesi, tabiat ve yaratılıştan gelen kıskançlığın irade ile benimsenip kuvvetlendirilmesidir. Kişi bu derecedeki kıskançlık meylinden rahatsız değildir, memnundur, ancak yine de onu fiil hâlinde açığa çıkarmaz. Bu hased iradeye taalluk eden yönüyle günahtır.
Üçüncü derecesi ise, bu hissin dil veya fiil ile ortaya çıkarılmasıdır. Bu hasedin tam şeklidir. Günahı da tamdır.
Şu da bilinmelidir ki, birinci derecedeki hased, yukarıda anlatılan tedavi yöntemiyle etkisiz hâle getirilmezse, giderek güçlenip üçüncü dereceye kadar çıkar ve sahibi için bir günah makinesi hâline gelir. Çünkü hisler devamlı oldukları için, makine gibi çalışıp devamlı sevap ve günah üretirler.