Muhabbet
Muhabbetin Sebepleri
Allah Teâlâ Muhabbeti
En Büyük Lezzet Allah Teâlâ'yı Bilmekte ve Görmektedir.
Allah Muhabbetini Arttıran Sebepler.
Allah Teâlâ Sevgisinin İnsanlarda Farklı Olmasının Sebepleri
Çoğu İnsanların Allah Teâlâ'yı Tanımakta Acze Düşmesinin Sebepleri
Allah Teâlâ'yı Görmeye İştiyak Duymak.
Allah Teâlâ'nın Kulunu Sevmesi
Kulun Allah Teâlâ'yı Sevdiğinin Alâmetleri
Allah Teâlâ ile Ünsiyet Etmek.
Muhabbet.
Bil ki, Allah Teâlâ muhabbeti (sevgisi) kulluğun en son makam ve en üstteki derecesidir. Bundan önceki tevbe, sabır, zühd gibi makamlar bu son makama ulaşmak için basamaklardır. Ondan sonraki şevk, üns ve rızâ gibi makamlar da onun meyveleri ve sonuçlarıdır. Bazı âlimler, Allah Teâlâ'yı sevmek, O'na itâat etmek ve O'nun hatırını yüksek tutmaktan ibaret olduğunu söylemişlerse de, doğru olan odur ki, itâat ve hatırı yüksek tutmak sevginin kendisi değil, onun ürünleridir. Sevmek ise, kalbin bir şey için çarpması, maddî veya manevî mânada ona yakın olmak için istek ve iştiyak duymasıdır. Nitekim buğz da, bunun aksine, kalbin bir şeye karşı gerilemesi ve ondan uzak olmak ihtiyacını duymasıdır. Mahlukları sevmek, genellikle birinci tür sevgidendir. Onun için, seven sevdiğine maddî mânada yakın olmak ister. Bu mümkün olmadığı takdirde de sevgisi azalır ve giderek tükenir. Bunu ifade etmek için, "Gözden uzak olan, gönülden de uzaktır." denilmiştir.
Allah Teâlâ'yı sevmek ise, ikinci tür sevgidendir. Çünkü maddî mânada ve mekân bazında Allah Teâlâ'ya yakın olmak tarzında bir olay yoktur. Cennete müminlerin O'nun mukaddes ve benzersiz cemâlini görüp seyretmeleri de O'na maddî olarak yakın olmak anlamında değildir. Bu sebeple, Allah Teâlâ'ya sadece ibadet, tefekkür ve zikir yoluyla yakın olmak söz konusudur. O'nun emirlerini yerine getirmek ibadet, büyüklüğünü düşünmek tefekkür, tefekkürü lafız kalıbına dökmek de zikirdir.
Allah Teâlâ'yı bizzat, O'nun Rasûlü’nü da O'nun hatırı için sevmek farzdır. Bu hususta İslâm ümmeti görüş birliği ve ittifak halindedir. Çünkü çok sayıda ayet-i kerime ve hadis-i şerifler bunu açıkça bildirmişlerdir. Örneğin, Allah Teâlâ bir âyette bir kavimden bahsederken şöyle buyurmuştur: "Allah onları sever, onlar da Allah'ı severler." (Mâide, 53) Bir âyette bütün mü’minleri kapsayan bir ifade ile şöyle buyurmuştur: "İman edenler Allah'ı her şeyden daha çok severler." (Bakara, 165) Bir âyette de muhabbetin bulunmaması veya az olması hâlinde beklenen kötü sonuçlara dikkat çekerek şöyle buyurmuştur:
"De ki: Eğer babalarınızı, evlatlarınızı, kardeşlerinizi, eşlerinizi, aşiretinizi, kazandığınız mallarınızı, kesada uğramasından korktuğunuz ticaretinizi, hoşlandığınız meskenlerinizi Allah'tan, O'nun Rasûlü’nden ve O'nun yolunda cihad etmekten daha çok seviyorsanız, Allah’ın azabını bekleyiniz. Allah fâsık bir kavmi hidayet etmez." (Tevbe, 24) Bu âyete göre, bu kimseler başka şeyleri daha fazla sevdikleri için azaba müstahak olmuşlardır. Bunlar, bu yanlış tercihle doğru yoldan sapmışlar ve bu sebeple Allah Teâlâ’nın hidayetinden ve doğruya yönlendirmesinden mahrum kalmışlardır.
Allah Rasûlü (sa), Allah ve Rasûlü’nün sevgisini imanın şartı sayıp şöyle buyurmuştur: "İman, Allah ve Rasûlü’nü diğer her şeyden fazla sevmektir." (Ahmed), "Biriniz Allah ve Rasûlü’nü her şeyden fazla sevmedikçe iman etmiş olmazsınız." (Muttefekun aleyh), "Kul beni canından, malından, aile halkından ve bütün insanlardan daha fazla sevmedikçe iman etmiş olmaz." (Muttefekun aleyh), "Allah Teâlâ'yı sizi yaratıp beslediği için, beni de O sevdiği için sevin." (Tirmizî) Allah Rasûlü (sa) şöyle dua etmiştir: "Allah'ım! Bana seni sevmeyi, seni sevenleri sevmeyi ve sevgini kazandıran şeyleri sevmeyi nasip et ve bendeki sevgini susamış insanın soğuk su sevgisinden daha şiddetli kıl." (Geçti)
"Bir bedevî:
-Ya Rasûlullah! Kıyâmet ne zamandır? diye sordu. Allah Rasûlü (sa):
-Kıyâmete ne hazırladın? diye karşı bir soru sordu.
Bedevî:
-Ona Allah ve Rasûlü’nün sevgisini hazırladım, dedi. Bunun üzerine Allah Rasûlü (sa):
-(Güzel şey hazırlamışsın.) Çünkü (kıyâmette) kişi sevdikleriyle beraberdir, buyurdu." (Muttefekun aleyh)
Enes (ra) şöyle demiştir:
"Müslüman olduğumuz günden beri bu habere sevindiğimiz kadar hiç sevinmemiştik. Çünkü, biz de Allah'ı ve O'nun Rasûlü’nü seviyoruz. Bu yüzden, kıyâmet gününde sevdiklerimizle beraber olmayı umuyoruz."
Hz. Ebu Bekir (ra) şöyle demiştir:
"Allah Teâlâ'yı samimî ve hâlis bir şekilde sevenler, dünyanın peşinde olmazlar."
Ebu Süleyman (ed-Dârânî) şöyle demiştir: "Allah Teâlâ’nın öyle kulları vardır ki, O'nun sevgisi onlara yalnız dünyayı değil, cenneti bile unutturmuştur."
Hasan el-Basrî şöyle demiştir: "Allah'ı ve ahireti tanıyan, onları sever; dünyayı ve onun ehlini tanıyan ise onlardan soğur."
Rivayet edildiğine göre, İsâ (as) üç adamla karşılaşmış; zayıflamış ve renkleri değişmiş olan bu adamlara:
-Sizi bu hâle düşüren nedir? diye sormuş. Adamlar:
-Cehennem korkusu, demişler. İsâ (as):
-Bu derecede korktuğunuz şeyden sizi emin kılmak Allah Teâlâ üzerinde bir haktır, demiş.
Sonra üç adamla daha karşılaşmış; daha çok zayıflamış ve renkleri uçmuş olan bu adamlara:
-Sizi bu hâle düşüren nedir? diye sormuş. Adamlar:
-Cennet iştiyakı, demişler. İsâ (as):
-Bu ölçüde iştiyak duyduğunuz şeyi size vermek Allah Teâlâ üzerinde bir haktır, demiş.
Ondan sonra yine üç adamla karşılaşmış; öncekilerden daha fazla zayıflamış ve renkleri gitmiş olan bu adamlara:
-Sizi bu hâle getiren nedir? diye sormuş. Adamlar:
-Allah sevgisi, demişler. İsâ (as):
-Allah Teâlâ'ya en yakın olanlar sizlersiniz, demiştir."
Abdulvahid İbni Zeyd şöyle demiştir:
"Bir adam buz üzerinde oturup zikrediyordu.
Ben ona:
-Üşümüyor musun? dedim. Adam:
-Allah sevgisinin hararetini duyan üşümeyi duymaz, dedi."
Yahya İbni Muâz şöyle demiştir:
"Allah Teâlâ’nın lütfu affından, rızası lütfundan, sevgisi rızasından daha üstündür. O affıyla bütün günahları siler, lütfuyla bütün nimetleri verirse, rıza ve sevgisiyle neler yaptığını düşünmek bile mümkün değildir."
Onun için bir kudsî hadiste şöyle buyurulmuştur:
"Sâlih kullarım için öyle şeyler hazırladım ki, onları ne gözler görmüş, ne kulaklar duymuş, ne de kimsenin aklından geçmiştir."
Muhabbetin Sebepleri
Bil ki, muhabbet, yani sevmek ancak bilmek ve tanımakla mümkündür. Bu yüzden, Allah Teâlâ'yı ancak O'nu bilenler ve tanıyanlar severler. Bunların sevgisi de, O'nun hakkındaki bilgi ve idrâkleri ölçüsündedir.
Muhabbetin sebepleri ise şunlardır:
1- Lezzet. İnsanlar ve hayvanlar beş duyu organlarıyla lezzet aldıkları şeyleri severler. Ancak insanlar, diğer hayvanlardan (veya onların çoğundan) farklı olarak, kendilerine lezzetli şeyleri verenleri de severler. Bu yüzden, örneğin, bir çocuk şekeri sevdiği gibi, bu tatlı maddeyi ona veren kimseyi de sever. Özellikle, bu verme işi tekrarlı ve ısrarlı olması hâlinde, bu sevgi büyür ve şeker sevgisinden daha güçlü hâle gelir. Lezzet sebebiyle Allah Teâlâ'yı sevmek, O'nun lezzetli şeyler yaratması ve bunları kullarına devamlı surette vermesinden dolayıdır.
2- Menfaat. Özellikle insanlar kendilerine yarar ve fayda sağlayan şeyleri severler. Fakat, aynı zamanda onlara faydalı şeyleri verenleri de severler. Bu yüzden örneğin, bir kimse parayı sevdiği kadar, ona para veren ve hatta verme ihtimali bulunan bir kimseyi de sever. İnsanların zenginleri fakirlerden daha çok sevdikleri bilinen bir gerçektir. Menfaat sebebiyle Allah Teâlâ'yı sevmek, O'nun faydalı şeyler yaratması ve bunları kullarına cömertçe vermesinden dolayıdır.
3- Güzellik. Hayvanlar güzellikten anlamazlar. Bu yüzden, güzel şeyleri sevmek insanlara mahsus bir duygudur. Ancak insanlar yalnız güzel şeyleri değil, bunları yapan ve yaratanı da severler. Bu yüzden, güzel eserler ortaya koyan sanatkârlar da sevilir. Çoğu zaman da esere duyulan sevgi, bütünüyle sanatkâr sevgisine dönüşür ve eserin kendisi unutulurken sanatkâr kalbin sevgilisi hâline gelir.
Allah Teâlâ’nın güzellik açısından sevilmesi iki sebeptendir. Birincisi, O'nun kendisinin güzel olmasıdır. Allah Rasûlü (sa) şöyle buyurmuştur:
"Allah Teâlâ güzeldir ve güzelliği sever." (Müslim) Onun isimlerinden bir tanesi de "Cemil"dir. Cemil çok güzel demektir. Ancak Allah Teâlâ madde olmadığı için, güzelliği de maddî güzellik değildir. Bu itibarla, O'nun güzelliği akla gelebilen bir türden değildir. Hem O'nun zâtı, hem de sıfatları için geçerli olan kural şudur: "Aklına ne gelirse, Allah ondan başka bir şeydir."
İkincisi ise, Allah Teâlâ’nın güzel şeyler yaratıp insanların istifadesine vermesidir. Allah Teâlâ ne yaratmışsa güzel yaratmıştır. Ancak çoğu şeylerin güzelliği açık iken, bazı şeylerin güzelliği nisbeten gizlidir. Çirkinlikler ise, insanların ahlâk ve amellerinin sonuçlarıdır.
4- Mükemmellik. Mükemmellik ve güzellik kavram olarak ayrı da olsalar, sonuçta birleşirler. Çünkü ancak mükemmel olan şey güzeldir. İnsanlar da mükemmel olan şeyleri severler. Bu sevgi onların iradesini de dinlemez. Sevmeleri için gerekli olan tek şey, mükemmelliği keşf etmek ve anlamaktır. Mükemmellik sebebiyle Allah Teâlâ'yı sevmek ise, öncelikle O'nun hayranlık uyandıran zatî mükemmellik ve kusursuzluğundan dolayıdır. O'nun zâtını anlamak akıl ve idrâkimizin çok ötesindedir. Fakat O'nun sıfatlarının ne denli büyük ve baş döndürücü olduklarını, O'nun tek başına yaratıp tek başına yönettiği bu koca kâinata bakıp bir ölçüde anlamak mümkündür. Bu sevgi ikinci olarak da O'nun yarattığı mükemmel şeylerden dolayıdır. Çünkü mükemmel eser sevgisi gibi, mükemmel eser ortaya koyanı sevmek de insanlar için tabiî ve vazgeçilmez bir duygudur.
İnsanlar var olmayı ve yaşamayı da severler. Bu sevgi, sadece ölüm sekerâtındaki acıdan veya ölümden sonraki hesap ve azap korkusundan dolayı değildir. Bu sevgi, aynı zamanda insanların yok olmaya karşı duydukları fıtrî nefretten dolayıdır. Yok olmaya karşı duyulan bu fıtrî nefret, intihar edenlerde de vardır. Çünkü bunlar intihar ederken, yok olmayı düşünmezler, bir şeylerin yokluğuna duydukları tepkilerini ortaya koyarlar.
İnsanların mükemmel olan şeyleri sevmeleri, eksik, çürük ve kusurlu olan şeyleri sevmemeleri de mükemmel olanlarda tam varlık, kusurlu olanlarda ise eksik varlık bulunmasından dolayıdır.
Bunun gibi, insanların evlat ve zürriyetlerini kendilerine çok emek vermiş olan anne ve babalarından daha çok sevmeleri de, birinciler için varlık ve yaşama ümidinin daha fazla olmasından ve kendi varlıklarının bunların varlığında devam etme düşüncesinden dolayıdır.
Hatta insanların yemeyi, içmeyi, güçlü olmayı, şöhret bulmayı sevmeleri de bunların var olmaya ve ayakta kalmaya hizmet etmelerinden dolayıdır.
İnsanlar var olmayı bu derecede sevdiklerine göre, onları var eden, varlıklarını sürdürmeleri için gerekli olan her türlü imkânı yaratan ve onları ebedileştireceğini va'd ve taahhüt eden Allah Teâlâ'yı da sevmeleri zorunludur. Çünkü insanlar, kendilerine sevdikleri şeyi vereni de severler. Bu karşı konulmaz bir fıtrattır.
Diğer bir ifade ile, dünyada sevilen bütün şeyler varlığa hizmet eden şeylerdir, sevilmeleri de bu hizmetlerinden dolayıdır. Varlık ise kendiliğinden bulunan bir şey değil, Allah Teâlâ’nın bir vergisidir. Hâl bu olunca, varlığa ve ona hizmet eden bütün şeylere karşı duyulan sevginin toplamı kadar bir sevgi ile Allah Teâlâ’nın sevilmesi lâzımdır. Çünkü O varlığı vermezse, ne varlığın kendisi olur, ne de ona hizmet edenlerin bir yararı ve mevcudiyeti bulunur. Onun için, ister din, ister akıl, ister fıtrat yönüyle bakılsın, Allah Teâlâ sevgisi varlığı seven insanlar için bir zaruret ve zorunluluktur. Bu zorunluluk ve zarurete karşı çıkıp Allah Teâlâ'yı sevmeyen veya kalbinde O'na karşı duyduğu sevgiyi sun'î yollarla öldürmeye çalışan bir kimse hem din, hem akıl, hem de fıtrat ölçülerine göre yanlış ve çirkin bir durumdadır.
İnsan, kendisine iyilik edeni fıtrî olarak (elinde olmadan, yaratılışından gelen bir duygu ile) sever. Bu yüzden, "İnsan iyiliğin kölesidir." denilmiştir. Allah Teâlâ da, "Aranızda iyilik yapmayı unutmayın." (Bakara, 237), "İyilik yapın. Allah iyilik yapanları sever." (Bakara, 195) buyurmuş ve kendisinin iyilik yapanların en iyisi olduğunu bildirmiştir. Bu ölçüye göre de, Allah Teâlâ’nın sevilmesi ve O'na duyulan sevginin diğer iyilik yapanlara duyulan sevgiden O'nun iyiliklerinin fazlalığı kadar fazla olması lâzımdır.
Huy ve sıfatlarda benzerlik de sevgi oluşturur. Onun için, genelde iyiler iyileri, kötüler de kötüleri severler. Bu husus da Allah Teâlâ'yı sevmenin sebepleri arasındadır. Çünkü, "Allah Âdem'i kendi suretinde yarattı." (Geçti) hadisinin bir mânasına göre, insanda Allah Teâlâ’nın güzel sıfatlarından küçük numuneler vardır. Örneğin, O'nun muhit (her şeyi kuşatan) ilmine karşı insanda da bir parça ilim vardır. İrade, kudret gibi sıfatlarda da durum böyledir.
Buna göre, insan kendi sıfatlarını sevdiği takdirde (ki sever), bu sıfatların en mükemmelleri olan ilâhî sıfatları ve dolayısıyla onlara sahip olan Allah Teâlâ'yı da sevmesi gerekir. Onun için: "Kendi kendisini tanıyan, Rabbini de tanır." denilmiştir.
Madde, şekil ve suretlere duyulan sevgi, onlar gibi geçici ve kısa ömürlüdür. Fiil, sıfat, huy ve kabiliyetlere duyulan sevgi ise hem daha güçlü, hem de devamlı ve kalıcıdır. Bundan dolayı, biz bugün tarihte gelip geçmiş güzel suretli insanları değil, güzel işler yapmış, güzel huy, kabiliyet ve sıfatlara sahip olmuş kimseleri severiz. Aklî ve ruhî olgunluk kazanan insanlar, birlikte yaşadıkları kimselerden de ilim, ahlâk, üretkenlik gibi manevî güzelliğe sahip olanları severler. Sevgiye sebep olmakta manevî güzellik maddî güzelliğin önünde olduğuna göre, manevî güzelliklere sahip olan Allah Teâlâ’nın da maddî güzelliğe sahip olan şeylerden daha çok sevilmesi icap eder.
Allah Teâlâ Muhabbeti
Bil ki, muhabbet ve sevgiye doğrudan doğruya ve bizzat lâyık ve hak sahibi olan Allah Teâlâ'dır. O'nun dışındakiler ise, ancak O'ndan dolayı sevgiyi hak ederler. Bu yüzden, Allah Teâlâ'dan dolayı sevgiyi hak etmeyenleri sevmemek lâzımdır. Allah Teâlâ'dan dolayı sevgiyi hak etmek de iki türlüdür.
Birincisi, O'nun tarafından sevilmiş olmaktır. Çünkü O'nun tarafından sevilmiş olanları sevmek, O'nu sevmenin bir boyutu ve uzantısıdır. Peygamberleri, âlimleri, sâlihleri sevmek bu türdendir.
İkincisi ise, Allah tarafından yaratılmış olmaktır. Çünkü O'nun tarafından yaratılmış olanları sevmek, O'nun eserlerini ve sanatını sevmektir. Varlıkları bu düşünce ve mülâhaza ile sevmek de bu türdendir. Ancak birinci tür sevgiye soğukluk ve buğz katmak câiz olmadığı hâlde, ikincisine Allah için soğukluk ve buğz karıştırılabilir. Onun için, kâfirler ve fâsıklar, Allah Teâlâ’nın yaratığı ve eseri olmaları hasebiyle sevilirken, O'na iman ve itâat etmemeleri sebebiyle de kendilerine buğzedilir.
Sevmenin bütün türleri Allah Teâlâ'yı sevmeyi gerektirirler. Bunun (sevmenin) birinci türü insanın kendi varlığını, varlığının sürmesini ve eksiksiz olmasını sevmesidir. Bu sevginin Allah Teâlâ'yı sevmeyi gerektirmesi şundandır: Sevilen varlığı yaratan, onu tamamlayan ve kalıcı kılan Allah Teâlâ'dır. Bu konuda yegâne güç ve tasarruf sahibi O'dur. Bu bilinirse, O'nu sevmek varlığı sevmek gibi zorunlu hâle gelir.
Bundan dolayı Hasan el-Basrî şöyle demiştir: "Allah Teâlâ'yı tanıyan O'nu sever."
Sevmenin ikinci türü insanın kendisine iyilik edeni sevmesidir. Bu sevgi türü, Allah Teâlâ'yı iki sebepten dolayı sevmeyi gerektirir. Birincisi, O'nun doğrudan doğruya yaptığı sayısız iyiliklerdir. Bu iyilikler, insanın bir su damlası hâlinde anne rahmine düşmesinden başlar ve dünyaya gelişinden, çocukluğundan, gençliğinden, ileri yaşından, ölümünden geçerek kabre, mahşere, ebede kadar devam eder. Bundan dolayı Kur’ân-ı Kerim de:
"Allah’ın nimetlerini saymaya kalkarsanız sayamazsınız." (İbrahim, 34) buyurulmuştur. İkincisi ise, O'nun iyilik yapanların aracılığıyla yaptığı iyiliklerdir. Çünkü iyilik yapanlara iyilik yapma düşünce, istek ve gücünü veren ve onları belli işlere yönlendiren O'dur. Bunlar O'nun elinde ve emrinde birer araçtırlar. Kalplerine ilham, bileklerine güç ve hareketlerine muvaffakiyet veren O'dur. Bundan dolayı, bu türlü iyiliklerin de hakikî faili ve sahibi Allah Teâlâ’dır. Bunların insanlara nisbeti, diğer bazı işlerin yağmura ve kara nisbeti gibi mecazidir. Durum bu olunca da, bu iyiliklerden dolayı da önce Allah Teâlâ’nın sevilmesi ve O'na şükredilmesi lâzımdır.
Allah Teâlâ’nın yardım ve katkısı olmazsa, insanlar ve diğer sebepler, başkalarına iyilik etmek şöyle dursun, kendi kendilerine de iyilik yapamazlar. Kur’ân-ı Kerim'de şöyle buyurulmuştur:
"Ey insanlar! Size bir misâl verildi, onu dinleyin. Allah'tan başka taptığınız (istekte bulunduğunuz, bir şey umduğunuz) kimseler, güç birliği de etseler, bir sineği yaratamazlar. Sinek onlardan bir şey koparsa, bunu da ondan alıp kurtaramazlar. Siz de, bunlar da aynı derecede âcizsiniz." (Hac, 73)
Sevmenin dördüncü türü, hayrı bizzat kendisine dokunmasa bile, insanın iyilik ve fazilet sahibi olan kimseleri sevmesidir. Bu sevgi türü, başkalarına yapılan iyilik hesabınadır ve bizzat iyilik ve fazilet sevgisinden kaynaklanır. Onun için, uzak bir ülkede cömert bir zengin veya adaletli bir sultan bulunduğunu duyan bir kimse, ona karşı kalbinde sevgi duyar. Bu sevgi türüyle de en evvel ve en çok Allah Teâlâ’nın sevilmesi lâzımdır. Çünkü O'nun hayır ve iyilikleri dünya ve ahireti kaplamıştır. O, her çeşit mahlukatı yaratmış, onları zarurî âlet ve cihazlarla (organlarla) donatmış, onları türlü süs, ziynet ve yeteneklerle güzelleştirmiş ve onlara muhtaç oldukları her çeşit rızk ve nimetleri cömertçe vermiştir.
Sevmenin beşinci türü, güzel olan şeyleri sevmektir. Bu sevgi de, diğer sevgi türleri gibi, insanların fıtrat ve yaratılışında vardır. Onun için, normal olan insanlara bu sevgiyi öğretmeye de gerek yoktur. Ancak bu konuda bilinmesi gereken bir husus vardır. O da şudur: Güzellik iki çeşittir. Bir çeşidi maddî güzelliktir. Bu güzellik gözlere (veya diğer duyu organlarına) hitap eder ve onlar tarafından algılanır. Diğeri ise, manevî güzelliktir. İlim, adalet, güzel ahlâk, hayırseverlik gibi şeylerden oluşan bu güzellik akıl, idrâk ve kalbe hitap eder ve onlar tarafından anlaşılır. Yukarıda da temas edildiği gibi, kalıcı olan güzellik manevî güzelliktir. Maddî güzellik ise kısa ömürlü ve geçicidir. Bu sebeple, insanların maddî güzelliğe sahip olmakla yetinmemeleri, bunu manevî güzellikle tekmil ve takviye etmeye çalışmaları ve ikisinden birisini seçmek zorunda kaldıkları zaman da manevî güzelliği tercih etmeleri gerekir. Manevî güzellikleri aramayan, onları sevmeyen ve onlara değer vermeyen bir insan (veya bir toplum) insanlık fıtratını kaybetmiş demektir.
Manevî güzelliklerin tamamı Allah Teâlâ’da toplanmıştır. O'nun bu manevî güzellikleri doksan dokuz tane olan isimleriyle ifade edilmiştir. Bu sebeple, Kur'ân-ı Kerim'de bu isimler için "en güzel isimler" tabiri kullanılmıştır. Bu isimleri konu edinen âyetlerden üç tanesi şöyledir:
"En güzel isimler Allah'ın isimleridir. Onu bu isimlerle çağırın." (A'râf, 18)
"Allah'tan başka ilâh yoktur. En güzel isimler de O'nun isimleridir." (Tâhâ,
"O Allah'tır; O'ndan başka ilâh yoktur. O gayb ve şehâdeti (gizli ve açık âlemleri, manevî ve maddî şeyleri) bilendir. O merhameti çok, rahmeti fazla olandır. O Allah'tır; O'ndan başka ilâh yoktur. O sultandır, mukaddestir, kusursuzdur, güven verendir, gözetip koruyandır, üstündür, güçlüdür, yücedir. Şerik, ortak ve benzerden münezzehtir. O yaratan, vücuda getiren, şekil ve suret verendir. En güzel isimler O'nun isimleridir. Göklerdekiler ve yerdekiler O'nu tesbih ederler. O izzet ve hikmet sahibidir." (Haşr, 23,24)
(Göklerdekilerden maksat meleklerdir. Bunlar aralıksız olarak Allah Teâlâ'yı tesbih ederler. Yerdekiler ise insanlar, hayvanlar ve cansızlardır. İnsanlardan bir taife olan mü’minler O'nu dilleriyle tesbih ederler. Diğer insanlar ve diğer unsurlar da hâlleriyle O'nu tesbih eder ve O'nun büyüklüğünü gösterirler. Hâl ile tesbih ve zikir, bakıp görenin anladığı şeydir. "Her şey, Allah'ı tesbih eder ve O'na hamd eder." âyetinde ifade edilen tesbih ve hamd da hâl diliyle olandır. Yani, bakıp görenin anladığı veya anlayabildiği mânadır.)
Manevî güzellik olan sıfatların ve isimlerin en güzelleri Allah Teâlâ'da toplandığına göre, güzelliğe duyulan sevgi ile en evvel ve en çok O'nun sevilmesi iktiza eder.
Sevmenin altıncı türü mükemmelliği sevmektir. İnsanda fıtrî olarak mükemmellik sevgisi bulunduğu için, herkes mükemmellik zannettiği şeye sahip olmak için çalışıp durur. Bu konuda zanlar farklı olduğu için, çalışmalar da farklıdır. Ve bu konudaki zanların çoğu yanlış olduğu için, çalışmaların çoğu da yanlıştır. Bunları ayrıntılı bir şekilde anlatmak uzun sürer. Onun için, kısaca söylemek gerekirse, dünya hayatına ve nefsin arzu ve isteklerine yönelik şeylere sahip olmayı mükemmellik zannetmek de, bu zanla bu şeylerin tahsiline çalışmak da yanlıştır. Çünkü mükemmelliğin şartı bozulmamak, eksilmemek ve yok olmamaktır. Dünya hayatı ve bu hayata ait şeyler ise her an bozulma, eksilme ve yok olup gitme halindedirler. Onun için, Allah Teâlâ, dünya hayatı ve bu hayatın dayandığı maddî şeyler hakkında şöyle buyurmuştur:
"Onlara dünya hayatını bir benzetme ile anlat. Bu hayat tıpkı şuna benzer: Biz gökten su indiririz. Bu su ile yerden bitkiler ve yeşillikler çıkar. Fakat bir müddet sonra bunlar kurur ve rüzgâr onları alıp götürür. Allah her işe muktedirdir." (Kehf, 45) Dünyada en kalıcı zannedilen mükemmellikler ilim ve kuvvettir. Halbuki onlar da, ölümle sıfırlandıkları gibi, ondan önce de azalıp değişirler. Allah Teâlâ şöyle buyurmuştur:
"Allah sizi yaratmıştır. Zamanı gelince de sizi öldürecektir. Bir kısmınız da ileri yaşlara kadar bırakılır. Bunlar ilim sahipleriyken hiçbir şey bilmez hâle gelirler. Allah ise (her zaman) alîm ve kadirdir." (Nahl, 70)
"Allah sizi zayıf bir hâlde yarattı, zayıflıktan sonra size kuvvet verdi, kuvvetten sonra tekrar zayıflık ve ihtiyarlık verdi. O istediği şekilde yaratır. O alîm ve kadirdir." (Zümer, 54) Bütün bunlar ortada olan, elle tutulup gözle görülen gerçeklerdir. Onun için, "Her kemâlin bir zevali vardır." denilmiştir. Zevali olmayan kemâl ise Allah Teâlâ’nın kemalidir. Kur’ân-ı Kerim'de şöyle buyurulmuştur:
"Yeryüzünde olan her canlı yok olmaya mahkûmdur. Bakî ve kalıcı olan, büyük ve saygın olan Rabbindir." (Rahman, 26, 27)
Hâl bu olunca, mükemmelliğe karşı duyulan sevgi ile de en evvel, en çok ve hatta yalnızca Allah Teâlâ’nın sevilmesi lâzım gelir.
İnsana oldukça büyük bir sevgi kabiliyeti verilmiş ve bu sevgi ile Allah Teâlâ'yı sevmesi emredilmiştir. Fakat, kendisi bu sevgiyi yukarıda zikredilen sebeplere ve eşyaya tevzi edip dağıtırsa, bu durumda Allah Teâlâ'yı sevse bile, O'nu azametine lâyık bir sevgi ile sevmiş olmaz. Ancak, insanın bütün sevgisini Allah Teâlâ'ya vermesi, O'nun dışında hiçbir şeyi sevmemesini gerektirmez. Çünkü diğer şeyler de Allah Teâlâ’nın yarattıkları oldukları için sevilebilirler. Bu anlamda bunları sevmek, Allah Teâlâ sevgisini azaltmaz, aksine onu daha ayrıntılı, gerekçeli ve şuurlu bir hâle getirir.
Allah Teâlâ'yı severek O'na ibadet ve kulluk etmek, O'ndan dünya veya ahiret için iyilikler umarak bunu yapmaktan daha üstündür. Dâvûd (as)’a indirilen Zebur'da şunun yazılı olduğu rivayet edilmiştir:
"Allah’ın hâlis kulları, O'ndan bir şey bekleyerek değil, Rab olduğu için O'na kulluk edenlerdir. Allah cennet ve cehennemi yaratmasaydı bile, bunlar O'na aynı şekilde kulluk ederlerdi."
Bir hakîm şöyle demiştir: "Allah Teâlâ'ya kullukta gönüllü ve hasbî olun; kötü olan köle veya işçi gibi hesaplı olmayın: Çünkü kötü olan köle, korktuğu için efendisine hizmet eder, işçi de yalnızca ücret için bunu yapar. Gönüllü olan ise, ne şunun, ne de bunun için değil, hizmet ettiği zâtı buna layık bulduğu için yapar."
Ebu Hâzım şöyle demiştir: "Ben Allah Teâlâ'ya, sevap veya ceza mülahazasıyla ibadet etmekten hayâ ederim."
En Büyük Lezzet Allah Teâlâ'yı Bilmekte ve Görmektedir
Bil ki, insanda değişik duyular ve duygular vardır. Bu duyu ve duygular lezzet ve elemlerin kaynaklarıdır. Bunların fonksiyonlarını icrâ ve ifâ etmeleri lezzet, engellenmeleri ve tıkanmaları elem doğurur. Ancak bu lezzet ve elemler, aynı ismi taşısalar bile, duyu ve duyguların kendileri gibi, birbirinden farklıdırlar. Onun için, örneğin, yemek de, bilmek de lezzet verirler. Fakat bunların lezzetleri aynı türden değildir. Bunun gibi, görmek, dinlemek, dokunmak, bulmak, başarmak, intikam almak, yardım etmek de farklı lezzetler doğururlar. Aynı duyu ve duygudan veya fiilden kaynaklanan lezzetin de azlık ve çokluk yönünden çok dereceleri vardır. Örneğin, baklava yemenin lezzeti ekmek yemenin lezzetinden fazladır. Bunun gibi, bilmenin verdiği lezzetin büyüklüğü de, bilinen şeyin kıymet ve derecesine göredir. Bundan dolayı, din bilgisi dünya bilgisinden daha çok lezzet verir. Çünkü din ilminin konusu olan ahiret ötekinin konusu olan dünyadan daha kıymetlidir. Din bilgisi içinde de en çok lezzet veren, Allah Teâlâ'yı bilmektir. Çünkü Allah Teâlâ kâinattaki en büyük varlıktır; O'nu bilmek de din ilminin gayesi, hedefi ve kıblesidir.
Diğer bir ifade ile, bir ilmin verdiği lezzet, o ilmin kıymetiyle ölçülüdür. Bir ilmin kıymeti de onun konusunun kıymetiyle orantılıdır. Bundan çıkan tabiî sonuç, Allah Teâlâ'yı bilmenin bütün lezzetlerin üstünde lezzet vermesidir. Bu lezzeti duyanlar şöyle demişlerdir:
"Lezzet arayan sultanlar, bizim duyduğumuz lezzeti bilselerdi, onu bizden almak için bizimle savaşırlardı."
Görmek de bilmek gibi, aynı duyum olmasına rağmen, görülen nesnelere göre, farklı derecelerde lezzet verir. Bu sebeple, bir insanın kendi babasını görmesi, ona bir yabancıyı görmesinden daha çok lezzet verir. Tıpkı bunun gibi, güzel bir kimseyi görmek çirkin birini görmekten, bir âlimi görmek bir câhili görmekten, bir zengini görmek bir fakiri görmekten, bir âmiri görmek bir memuru görmekten, bir kumandanı görmek bir neferi görmekten, bir sultanı görmek bir köleyi görmekten daha çok zevk ve lezzet verir. Kural bu olunca, insanın kendisini yaratan, varlık süresi boyunca kendisine had ve hesaba gelmeyen iyilikler yapan, aynı zamanda kâinatın mutlak hâkimi, bütün kudsî güzelliklere sahip, bütün fazilet ve meziyetlerle donanımlı, sınırsız ilim ve kudretle vasıflı, ne benzeri, ne de benzerinin benzeri bulunmayan, harikalar harikası ve acâipler acâibi zâtı (Allah Teâlâ'yı) görmek de O'nun üstünlükleri ölçüsünde daha fazla lezzet verir.
Maruf el-Kerhî şöyle demiştir: "Allah Teâlâ öyle bir sultandır ki, O'nu sevmek, bütün sevgilerin yerini tutar ve O'nu tanımak bütün lezzetlerin tadını verir."
Allah Teâlâ'yı tanımaktan lezzet almak, insanın olgunluk hâlidir. Onun hamlık hâlindeki lezzetleri ise şunlardır: Oyun oynama lezzeti, süs ve gösteriş lezzeti, yemek gibi şehvetlerin lezzeti, mal ve mülk lezzeti, şöhret ve riyaset lezzetidir. Şöhret ve riyasetten (baş olmaktan) lezzet almak insanın hamlık döneminin en üst aşamasıdır. İnsan, diğer lezzetlerden çok bu lezzetin etkisinde kalır. Bu sebeple, onu tadınca, diğer bütün lezzetleri onun için fedâ eder.
Allah Teâlâ'yı tefekkür etmek de, kalbe lezzet ve huzur verir. Kur'ân-ı Kerim'de buna işaret edilerek, "Onlar iman etmişler ve kalpleri Allah'ı zikretmek (O'nu anmak ve tefekkür etmek) ile huzur bulmuştur. Bilin ki, kalpler Allah'ı zikretmekle huzur bulur." (Ra’d 24) buyurulmuştur. Ancak bu tefekkür, Allah Teâlâ’nın zâtının nasıl ve nice olduğunu düşünmek şeklinde değil, O'nun bilinen yüce isimleriyle ifade edilen yüce vasıf ve sıfatlarını düşünmek tarzında olan tefekkürdür. O'nun zâtının nasıl ve nice oluşu aklın kavrama gücünün dışında olduğu için, bunun üzerinde düşünmek ve tefekkür etmek yasaklanmıştır.
Allah Rasûlü (sa) bu hususta şöyle buyurmuştur:
"Allah Teâlâ’nın zâtını düşünmeyin. Çünkü O'nu idrâk edemezsiniz. Bunun yerine, O'nun iyilik ve ihsanlarını düşünün." (Geçti) Kur'ân-ı Kerim'de de sık sık emredilen tefekkür, Allah Teâlâ’nın yarattığı varlıklar üzerine çevrilmiştir. Çünkü bu varlıklar O'nun ilim, kudret, rahmet gibi sıfatlarını gösterirler. Örneğin, şöyle buyurulmuştur:
"Onlar ayakta iken, otururken ve uzanırken Allah'ı zikrederler (anarlar) ve göklerle yerin yaratılmasında tefekkür edip, 'Rabbimiz! Bunları boşuna yaratmadın. (Bunları bizi sınamak için yarattın. Bizi bu sınavı kaybedip) cehennem ateşine düşmekten koru.’ derler." (Âl-i İmrân, 191)
"Allah gökleri görebildiğiniz bir direk olmaksızın yükseltti, Arş üzerinde hâkimiyet kurdu, güneşi ve ayı emrine musahhar etti, yeryüzünü oturulacak hâle getirdi, onda dağlar, nehirler, her çeşit yiyecek maddeleri, her türden erkek ve dişiler yarattı, geceyi gündüzün üstüne saldı. Bütün bunlarda tefekkür edenler için deliller (Allah'ın varlık ve kudretinin ispatları) vardır." (Ra'd, 2, 3)
Kâinat, tefekkür cennetidir. Bu cennet, tefekkür ehline ahiretteki cennetten önce ikram edilmiştir. Kur'ân-ı Kerim'deki, "Genişliği göklerle yer olan cennet" (Al-i İmrân, 133; Hadîd, 21) sözüyle bir anlamda bu tefekkür cenneti tarif edilmiştir. Bu cennette Allah Teâlâ'yı tefekkür yoluyla görenler, ahiretteki cennette de O'nu gözleriyle göreceklerdir. Tefekkür yoluyla O'nu görmenin lezzet ve saadeti de bu suretle tamamlanacaktır. Çünkü tefekkür ne kadar kuvvetli olursa olsun, gözle görmek kadar açık ve net değildir.
Bu şu demektir: Allah Teâlâ'yı ahirette ve cennette görmek için bu dünyada O'nu tefekkür etmek şarttır ve herkesin O'nu orada görmesi de burada O'nu tefekkür etmesi ölçüsünde olacaktır. Burada O'nu tefekkür etmeyenler ise, orada O'nu hiç göremeyeceklerdir. Kur'ân-ı Kerim'de bunlar kasdedilerek şöyle buyurulmuştur:
"Onlar o gün Rablerini görmekten menedilirler." (Mutaffifîn, 15), "Onları kıyâmet gününde kör olarak haşredeceğiz. Kendileri, 'Rabbimiz! Biz dünyada gören iken, bizi niçin kör olarak haşrettin?’ derler. Allah onlara, 'Hayır! Siz dünyada âyetlerimizi görmediniz. Biz de bugün sizi görmez şeklide haşrettik.’ der." (Tâhâ, 124)
Allah Teâlâ'yı görmek, diğer bütün görme çeşitlerinden daha fazla lezzet ve sevinç verir. Çünkü görmenin lezzeti şu sebeplerle artar.
Birincisi, görülen şeyin güzellik ve mükemmelliğidir. Onun için, bir şey ne kadar güzel ve mükemmelse, onu görmenin lezzeti o kadar fazladır.
İkincisi, görülen şeye duyulan sevgidir. Bu sevgi arttıkça görmenin lezzeti de artar.
Üçüncüsü, görmenin netliğidir. Onun için, bir şeyi yakından, örtüsüz ve kuvvetli bir ışık altında görmek, onu uzaktan, perde arkasında ve yetersiz bir ışıkla görmekten daha çok lezzet verir.
Dördüncüsü, görenin dikkatini dağıtan ve onu meşgul eden korku, ağrı, keder gibi olumsuzlukların bulunmamasıdır. Görmenin lezzetini arttıran bu sebeplerin hepsi Allah Teâlâ'yı görme olayında mevcuttur. Çünkü kimi insanları hayran, kimilerini âşık, kimilerini meftun ve meczup hâline getiren bütün güzelliklerin yaratıcı olan Allah Teâlâ, bu güzelliklerden sonsuz derecede üstün olan ve ne akıl, ne de hayale sığmayan bir güzelliğe sahiptir. Maddî olmayan, benzeri ve taklidi cennette de bulunmayan bu mukaddes güzelliği görmek, ruhlara cennet nimetlerinden daha çok lezzet verir.
Bu güzelliği görmekle mükâfatlandırılan kimseler, Allah Teâlâ'yı her şeyden fazla seven kimselerdir. Kur’an-ı Kerim'de bunlar için:
"İman edenler, Allah'ı her şeyden fazla severler." (Bakara, 165) buyurulmuştur. Bu görme perdesiz ve örtüsüz olacaktır.
Allah Rasûlü (sa) bunu şöyle benzetmiştir:
"Siz Rabbinizi, bulutsuz bir semâda dolun ayı net olarak gördüğünüz gibi göreceksiniz. Aranızda görmeyi engelleyen veya gölgeleyen bir perde bulunmayacaktır." (Muttefekun aleyh)
Bu görme olayının gerçekleştiği cennette, görenlerin dikkatini dağıtan ve neşelerini bozan korku, hastalık, gaile, keder gibi şeyler de yoktur.
Bu şartlarda dünyada gerçekleşen bir dost mülakatı bile tarifsiz bir lezzet verirken, bu mülakatın Allah Teâlâ ile ve cennette olmasının sonsuz bir lezzet verdiğini anlamak her hâlde zor değildir.
Allah Muhabbetini Arttıran Sebepler
Bil ki, ahirette en çok mutlu olanlar, bu dünya hayatında Allah Teâlâ'yı en çok sevenlerdir. Çünkü bunlar Allah Teâlâ'yı sevince, Allah Teâlâ da onları sever.
Kur'ân-ı Kerim'de buna işaret edilerek, "Allah onları sever, onlar da Allah'ı severler." (Mâide, 54) buyurulmuştur.
Böylece, ahiret bu kimseler için yabancı bir yer olmaktan çıkıp sevgilinin yeri ve yurdu hâline gelir. İnsanın en çok mutlu olduğu yer ise, sevdiğinin bulunduğu yerdir. Onun için, Allah Teâlâ'yı sevenler ölürken üzerlerine melekler iner ve onlara şöyle derler:
"Kokmayın, üzülmeyin ve size va'dedilen cennetle müjdelenin." (Fussilet, 30) İnsan Allah Teâlâ'yı sever ve O'nun tarafından sevilirse, O'nun mutlak ve açık hâkimiyeti altında bulunan ahirete gitmekten, diğer ölenler gibi, ne korkar, ne de üzülür.
Allah Teâlâ sevgisinin aslı ve çekirdeği bütün müminlerde vardır. Çünkü bunların sahip oldukları iman, marifet ve sevgiden oluşan mürekkep bir cevherdir. Marifet Allah Teâlâ'yı tanımak, muhabbet ise O'nu sevmektir. Ancak marifet gibi, muhabbet de yalnızca iman etmekle kemâl derecesine ulaşmaz. Bunları bu dereceye ulaştırmak için, ayrıca çalışmak lâzımdır.
Allah Teâlâ muhabbetini arttıran sebepler iki tanedir. Bu sebeplerden birisi dünyayı ve dünyaya ait olan şeyleri sevmemektir. Çünkü kalbin belli bir sevgi kapasitesi vardır. Bu yüzden, bu sevgi paylaşıldıkça azalır. Bunun böyle olduğunu anlamak için, uzun söze lüzum yoktur. Çünkü yalnız bir şeyi sevmekle birkaç şeyi sevmenin sevgi yoğunluğu ve şiddeti bakımından farklı olduğunu, sevilen bir ise sevginin güçlü ve şiddetli olduğunu, sevilenler çok ise her birine düşen sevgi payının zayıf ve az olduğunu herkes bilir. Kur’ân-ı Kerim'de:
"Allah bir kimsenin göğsüne iki kalb koymamıştır." (Ahzab, 4) buyurulmuştur. Bu demektir ki, bir kalb ile ancak bir şey güçlü bir şekilde sevilebilir. Başka şeylerin de bağımsız olarak sevilmeleri durumunda sevgi dağılır ve gücünü kaybeder. (İlişkilerin çoğaldığı şimdiki dünyada sevgi ve vefa duygularının azalması da bundan dolayıdır. Onun için, şimdi artık mecnunlar, leylâlar ve sıddıklar yetişmiyor. Yeni dönemde sevgiler zayıf, dostluklar vefasız, münâsebetler çürük, selâm ve sabahlar soğuktur.)
Tevhid kelimesi olan lâ ilâhe illallah sözü, ibadet gibi, muhabbetin de Allah Teâlâ'ya tahsis edilmesini gerektirir. Çünkü "ilâh", hem mabud (ibadet edilen), hem de mahbup (sevilen) demektir. "Nefislerini ilâhlaştıranları görmüyor musun!" (Furkan, 43) ayetiyle dikkat çekilen husus da bazı insanların nefislerine ibadet etmeleri değil, onu ilâhı sever gibi sevmeleridir. Çünkü insanların nefislerine bilinen mânada ibadet etmeleri söz konusu değildir. Allah Rasûlü (sa), "Kalbinin ihlasıyla lâ ilâhe illallah diyen cennete gider." (Muttefekun aleyh) buyurmuştur. Buradaki kalbin ihlasından maksat da kalbin sevgisini Allah Teâlâ'ya tahsis etmek ve hâlis kılmaktır.
Allah için ve O'nun adına sevmek de O'nun sevgisinin bir boyutudur. Bu sebeple, bu türlü sevgiler O'nun sevgisini azaltmaz, aksine arttırır.
Dünyaya ait şeyleri sevmekten kurtulmanın çaresi de, bu şeylerin hakikatte güzel olmadıklarını, güzel oldukları kabul edilse bile, fâni ve geçici oldukları için sevgiye değmediklerini ve üstelik onları sevenlerin dinine ve ahiretine çok zarar verdiklerini düşünmektir.
Sebeplerden ikincisi ise Allah Teâlâ'yı daha çok tanımaya ve bilmeye çalışmaktır. Çünkü O'nu sevmenin kuvveti O'nu tanımanın ve bilmenin derecesiyle orantılıdır. İnsan başka şeyleri tanıdıkça sevgisi azalır, Allah Teâlâ'yı tanıdıkça da sevgisi artar. Bundan dolayıdır ki, Allah Teâlâ'yı en çok seven, O'nu en çok tanıyan ve bilen Allah Rasûlü olmuştur. Nitekim kendisi bir hadis-i şerifte, "Ben içinizde Allah Teâlâ'yı en çok tanıyan ve O'na en çok saygı ve huşû duyan kimseyim." buyurmuştur. Allah Teâlâ'yı daha çok tanımanın ve bilmenin yolu ise daha çok tefekkür, zikir ve ibadet etmektir. Tefekkür de iki kısımdır. Birincisi, Kur'ân-ı Kerim'i okumak ve mânalarını anlamaya çalışmaktır. Bu konuda yazılmış olan sağlam kitapları okumak da bu tefekkür cümlesindendir. İkincisi ise, kâinat üzerinde (eşya ve hâdiselerde) tefekkür etmek ve onlarda Allah Teâlâ’nın ilim, kudret, hikmet ve rahmetini görmektir. Allah Teâlâ bu iki tefekkürü de emretmiştir. Birincisine örnek şu âyettir:
"Kur’ân'da tefekkür etmiyorlar mı ? Bu Kur'ân, Allah'tan başkasına ait olsaydı, onda bir çok çelişkiler ve tutarsızlıklar göreceklerdi." (Nisa, 82) İkincisine örnek de şu âyettir:
"De ki: Göklerde ve yerde olan şeylerde tefekkür edin (ve Allah’ın varlık ve büyüklüğünü gösteren nihayetsiz delilleri görün). Fakat inanmak istemeyen kimseler için deliller fayda vermez." (Yûnus, 101)
Yöntem olarak tefekkür iki türlüdür Birincisi, varlıklar üzerinde düşünmek ve bu düşüncenin sağladığı bilgi ile Allah Teâlâ’nın azametini ve sıfatlarını tefekkür etmektir. İkincisi ise, doğrudan doğruya Allah Teâlâ’nın azametini ve sıfatlarını tefekkür etmektir. Birinci tefekkür yöntemi daha çok Allah Teâlâ'yı tanımaya yarar. İkincisi ise O'nun sevgisini arttırır.
Yaratıklarda tefekkür etmenin Yaratanın tanınmasını ve O'nun ilim ve kudretinin bilinmesini nasıl sağladığını anlamak için en küçük bir yaratık olan sineği düşünmek yeterlidir. Çünkü bu küçük ve çoğu kimsenin tiksindiği yaratık, hacminin küçüklüğüne rağmen, Allah Teâlâ’nın büyüklük ve azametini dev bir ayna ve akran gibi gösterir. Bu en küçük hayvan, en büyük hayvan olan fil modelinde yaratılmış ve ona da hortum verilmiştir. Ancak onun hortumu filin hortumundan daha hünerlidir. Çünkü filin hortumu yalnızca ortada olan şeyi alabilirken, sineğin hortumu en gelişmiş bir sondaj aleti gibi, cildin altındaki kanı çeker. Allah Teâlâ, sineğe rızkının deri altında olduğunu ilham etmiş, bu hortumu vermiş, hortumu çalıştırmak için marifet ve güç vermiş, yakalanmaması için de çok hassas duyma ve hareket etme kabiliyeti vermiştir. O kadar ki, insan elini kaldırmaya niyet ederken bile, bunu duyar ve kaçar, sonra gafil bir anı yakalayıp tekrar gelir. Sinek bu işte Allah Teâlâ’nın kendisine öğretmesiyle muharebenin en ince kurallarını tatbik eder. Bu sinek kirli zannedilir. Halbuki o, durmaksızın yüz ve gözlerini yıkar ve adeta insanlara yıkanmayı ve temizliği öğretir, onları abdest almaya davet eder. Sinek, kendisini ışık gibi görünen ateşin içine atıp yakmakla insanlara bir ders daha verir. Bu ders de şudur: Nefsin şehvet ve arzuları da ışık gibi görünürler, fakat onlar hakikatte yakıcı ateşlerdir. Allah Rasûlü (sa) buna işaret ederek şöyle buyurmuştur:
"Ben eteklerinizden çekip sizi kurtarmaya çalışıyorum. Siz ise, sinekler gibi ateşin içine atılıyorsunuz." (Muttefekun aleyh)
Sineğin bir türü de bal arısıdır. Allah Teâlâ’nın kudret ve sanatı bu hayvancıkta da açık ve net bir şekilde görülür. Çünkü kendisine yapılan ilham ile bu küçük hayvan da hayret verici ve baş döndürücü işler yapar. Kur’ân-ı Kerim'de bu sinek hakkında şöyle buyurulmuştur:
"Rabbin arıya, 'Dağlarda, ağaçlarda ve çardaklarda yuva yap. Sonra türlü çiçeklerden ye ve Rabbinin sana kolaylaştırdığı yollardan geç.’ diye vahyetti. Bu suretle onun karnından değişik renklerde ve şifa taşıyan bir sıvı çıkar. Bu işte tefekkür edenler için deliller vardır." (Nahl, 68, 69)
(Günümüzde türlü ilim dalları, Allah Teâlâ’nın yarattığı büyük ve küçük şeylerde çok enteresan mânalar ve incelikler bulup ortaya koymuşlardır. Bu suretle Allah Teâlâ’nın şu âyette verdiği söz de yerine gelmiştir: "İnsanlara etraflarındaki ve kendilerindeki âyetlerimizi (kudretimizin delillerini) göstereceğiz. Böylece O'nun hak olduğu onlara iyice belli olacaktır." (Fussilet, 53))
Allah Teâlâ Sevgisinin İnsanlarda Farklı Olmasının Sebepleri
Bil ki, yukarıda da söylendiği gibi, bütün müminler Allah Teâlâ sevgisinin asgarisinde müşterektirler. Ancak, bunların O'nun hakkındaki ilim ve marifetleri ve dünyaya yakınlık dereceleri farklı olduğu için, bu sevgileri de birbirinden farklıdır. Çünkü bir şey, sebepleriyle var olur ve onlarla birlikte artar veya eksilir. Sevginin sebepleri de, artıp eksildiğine göre, onun da artıp eksilmesi tabiidir. Hiç şüphe yoktur ki, Allah Teâlâ’nın bir küçük yaratığı olan sinekte bile pek çok mâna, sanat ve kudret görebilen bir kimsenin Allah marifeti ile O'nun büyük yaratığı olan kâinatta bile mâna, sanat ve kudret görmekten âciz olan bir kimsenin marifeti birbirinden kâinat kadar farklıdır. Muhabbet de marifete göre olduğuna göre, bu kimselerin Allah muhabbeti de birbirinden bu kadar farklı olur. İmanın kuvveti de marifet ve muhabbete tâbi olduğu için, bu kimselerin imanları da bu şekilde birbirinden farklıdır. Bunların Allah Teâlâ'ya yakınlığı ve ahiretteki dereceleri de iman, marifet ve muhabbetleriyle orantılıdır. Bundan dolayı Kur'ân-ı Kerim'de, "Ahirette dünyadakinden çok daha farklı dereceler ve birbirinden üstün mertebeler vardır." (İsrâ, 1) buyurulmuştur.
Allah Teâlâ'yı hiç tanımayan ve sevmeyen kimseler dalâlet ehlidirler. Bunlar, dünyada gece yolculuk yapmışlardır. Bu sebeple ne ışık görmüş, ne de o ışığın kaynağını merak edip soruşturmuşlardır. Allah Teâlâ’nın varlığına inanan ve fakat O'nun isim ve sıfatlarının azametini idrâk etmeyen kimseler, yemin ehlidirler. Bunlar dünyada şafak vakti yolculuk yapmışlardır. Bunlar, ışığı yalnızca ufukta görmüşler ve onun güneşten kaynaklandığına iman etmekle yetinmişlerdir. Allah Teâlâ’nın zâtına iman etmenin yanında, isim ve sıfatlarının kâinat ve eşyâdaki etkilerini seyreden kimseler ise mukarrablardır. Bunlar gündüz yolculuk etmiş ve hem güneşi görmüş, hem de güneşin eşya üzerindeki ışık, renk, hararet gibi iz ve etkilerini görmüşlerdir. Kur'ân-ı Kerim bu üç sınıfı bir arada şöyle zikretmiştir:
"Ölen kişi mukarrablardan ise, ona rahatlık, mutluluk ve nimet cenneti vardır. O yemin ehlinden ise, ona (her türlü azap ve sıkıntıdan) selâmet vardır. O inkârcı sapıklardan ise, ona kaynar su ikramı ve cehennemde pişirilmek vardır." (Vakıa, 38, 94)
Çoğu İnsanların Allah Teâlâ'yı Tanımakta Acze Düşmesinin Sebepleri
Bil ki, Allah Teâlâ’nın varlığı en açık olan varlıktır. Çünkü diğer şeylerin varlığı ancak onları gösteren birkaç alâmet ve emâre ile bilirken, Allah Teâlâ’nın varlığı kendi eseri olan bütün kâinat ile bilinir. Çünkü müşahede ettiğimiz ve duyu organlarıyla temas hâlinde olduğumuz her şey, hatta kendi vücudumuz Allah Teâlâ’nın birer yaratığıdır ve hem O'nun varlığını, hem de nasıl bir ilâh olduğunu (ilim, kudret, hikmet ve rahmet... sahibi olduğunu) açık bir şekilde gösterir. Varlıkların yokluktan sahneye çıkması, zerrelerin (fizik ve kimya diliyle, atom, hücre ve moleküllerin) sanatlı bir şekilde tertip, tanzim ve terkip edilmesi, sonra da hayat ve enerji verilip canlı ve hareketli hâle getirilmesi, kudret ve diğer yüce sıfatlara sahip yaratıcı bir ilâhın mevcudiyetini zorunlu kılar.
Ancak nasıl ki, bir şeyi görememenin birbirine zıt iki sebebi vardır. Bunlardan birisi ışığın azlığı, diğeri de onun çokluğudur. Tıpkı bunun gibi, bir şeyi bilememenin de birbirine zıt iki sebebi vardır.
Bu sebeplerden birisi, o şeyin gizli olması, delil ve şahidlerinin bulunmaması, diğeri ise onun çok açık olması ve her şeyin ona delil ve şahid durumunda bulunmasıdır.
Çoğu insanların varlığı çok açık olan Allah Teâlâ'yı bilememeleri bu ikinci sebeptendir. Çünkü zerrelerden güneşlere kadar küçük büyük, yakın uzak bütün varlıklar O'nu gösterirler. Böylece, O'nun varlığı, tıpkı sonsuz şiddette olan bir ışığın altındaki bir şey gibidir. Çıplak ve zayıf gözler bu şeyi, çok açık olmasından dolayı görmedikleri gibi, ilim ve marifetle takviye edilmeyen zayıf akıllar da bu durumda olan Allah Teâlâ’nın varlığını algılamaktan âciz kalırlar.
Diğer bir ifade ile, bir şey zıddıyla anlaşılır. Buna göre, eğer Allah Teâlâ'yı gösteren varlıklar yanında, O'nu göstermeyen bazı varlıklar da bulunsaydı, o takdirde O'nu gösterenlerle göstermeyenler arasındaki farklılık ve zıtlıkla O'nun varlığı anlaşılacaktı. Ancak âlemde böyle bir ikilik ve farklılık yoktur. Çünkü, bütün varlıklarda aynı kudret, aynı hikmet, aynı sanat, aynı kanun, aynı üslup ve aynı yöntem câridir. Bütün varlıklarda yaratmayla ilgili olarak aynı özellikler ve hususiyetler hâkim olduğu için, her şey kendiliğinden olurmuş gibi bir his doğar ve bu özellik ve hususiyetlerin yaratıcının varlık ve birliğinden ileri geldiği gerçeği dikkatten ve gözden kaçar.
Gözleri zayıf olan kimseler, gece karanlığında ay ve yıldızları görürler, fakat gündüzün aydınlığında güneşi görmezler. Çünkü güneşin şiddetli olan ışığı bunların gözlerine fazla gelir. Allah Teâlâ’nın bir ve tek olan varlığı da tıpkı güneşin ışığı gibi kâinata şiddetli bir şekilde yansıdığı için akıl, idrâk ve tefekkür gözleri zayıf olanlar O'nu göremezler. Fakat O'nun ışığı bu kadar şiddetli olmasaydı, örneğin âlemde iki yaratıcı, iki sanat, iki kanun, iki yönetim tarzı bulunsaydı, o zaman bu zayıf insanlar bu ikiliği ve onun arkasındaki iki varlığı fark edeceklerdi.
Eğer her gün güneşin batmasıyla dünya kararmasaydı, gündüz ışığının güneşten değil, her şeyin kendisinden kaynaklandığı zannedilecekti. Fakat bu batışın olması bu yanlış zannı önlemiştir. Allah Teâlâ misâlinde ise, batmak söz konusu değildir. Çünkü, O "Kayyûm"dur ve hiç batmayan güneş durumundadır. Halbuki, varlıklar zaman zaman güneşin batmasında olduğu gibi O'nun tasarrufunun dışına çıksalardı, o zaman bu iki hâl arasındaki fark ile O'nun varlığı kolaylıkla anlaşılırdı. Bu mümkün olmadığı için, bu yöndeki tefekkür yeteneği zayıf olan veya dikkati başka taraflara çevrilmiş olan kimseler, eşyanın kendiliğinden var olduklarını, üzerlerinde güneş ışığı gibi parlayan yaratıcılık hususiyet ve özelliklerini de onların kendi malları zannederler.
Böylece, açık olmak bilinmeye sebep iken, çok açık olmak bazı insanların Allah Teâlâ'yı bilmemesine ve tanımamasına sebep olmuştur.
Bir önemli sebep de şudur: Allah Teâlâ’nın varlığına şahidlik eden ve O'nun azamet ve büyüklüğünü gösteren kâinattaki varlıklarla insan henüz aklının gelişmediği çocukluk döneminde tanışır ve bunları görmek onda alışkanlık hâline gelir. Büyüyüp de aklı olgunlaştığı ve gördüğü şeylerden sonuç çıkarma aşamasına geldiği zaman, artık alışmış olduğu varlıklar onun dikkatini çekmezler. Fakat, o zamana kadar görüp alışmadığı yeni bir varlık, kural dışı bir bitki, mevcutlardan farklı bir hayvan gördüğü takdirde, dikkati uyanır, hayretini ifade etmek için, "Subhânallah!" der, yaratıcının varlık ve tasarrufunu çok güçlü bir şekilde hisseder. Halbuki her zaman gördüğü şeyler, onu heyecanlandıran bu yeni şeyden çok daha mükemmel ve muntazamdırlar ve dolayısıyla yaratıcıya olan delâletleri de o kadar kuvvetlidir. Fakat alışkanlık bunların üstüne bir perde gibi iner ve onları dikkatten kaçırır. Bu sebeple, şayet insan çocuk olarak değil de, yetişmiş ve aklî olgunluğa ermiş bir yaşta dünyaya gelseydi, akıl ve tefekkürünü uyuşturan alışkanlığı bulunmadığı için, her şeye büyük bir dikkat, hayret ve hayranlıkla bakacak ve harikalardan oluşan bu âlemin mutlaka bir harika yaratıcısının mevcut olduğunu düşünecek ve O'nun sınırsız ve sonsuz olan azameti önünde secde edecekti.
(Sözde dinî duygunun menşe ve kaynağını araştıran bazı ahmaklar, ilk insanların hâdiseler karşısında ürperip korktuklarını ve bu yüzden gizli bir ilâhın mevcudiyetine inandıklarını, fakat ilim ilerleyince, bu korkulan hâdiselerin ilmî sebepleri bulunduğu için artık ne korkuya, ne de bu hâdiseler için bir yaratıcının varlığına inanmaya gerek kalmadığını söylerler. İlmin, hâdiselerin bazı sebeplerini bulduğu doğrudur. Ancak, bu sebepler kanun ve kurallardır. Kanun ve kurallar ise bir kanun koyucu ve uygulayıcı kuvvetin varlığını gösterirler. Bunların kendiliğinden oluştuklarını ve her şeyi kendi başlarına yönettiklerini söylemek ne ilim, ne de akla uygun değildir. Bunun için şöyle bir misâl verilmiştir: Bir yolcu çölde seyahat ederken, birden bir çiftliğe rast gelse ve içine girip dolaşınca, orada çölün ne iklimi, ne imkânsızlıkları, ne de ıssızlığıyla kabil-i telif olmayan durumlar, vaziyetler, saraylar, bunların iç teşkilâtı, tertibatı ve tanzimatı ile karşılaşsa, tabiatıyla şaşırır ve bunun nasıl gerçekleştirildiğini düşünmeye başlar. Bunun sebebini bulmak için aramaya devam ederken, bir dolapta bu çiftlik ve sarayların plan ve projelerini ihtiva eden bir dosya görse, bu adam eğer akıllı ise, bu dosyayı görünce, bu çiftliğin büyük bir adamın mülkü olduğunu ve onun tarafından çok hünerli sanatkârlara yaptırıldığını açık bir şekilde anlar ve bu yöndeki inancı kesinleşir. Fakat, ahmak bir kimse ise, bu dosyayı görünce, "Tamam! Buldum. Bu binalar, saraylar, bahçeler ve eşya bu dosyadaki plan ve programın eseridir." der ve kendi kendisini gülünç ve maskara hâline getirir. İşte yukarıda zikri geçen sözde din araştırmacıları da bu ikinci adam durumundadırlar. Çünkü bunların da bulunduğunu söyledikleri şey, bu kâinatı yaratan zâtın uyguladığı kanunlar ve prensiplerdir. Kanunlar ise kanun koyucu değildirler. Plan da mühendis değil, harita da usta değildir. Onun için, bunların varlığı kanun koyucunun, mühendisin ve ustanın da varlığını zorunlu hâle getirir ve hâdiselerin tesadüf olma ihtimalini bütünüyle ortadan kaldırır.)
Allah Teâlâ'yı tanıyan kimseler, varlıkları yer, gök, taş, ağaç şeklinde değil, O'nun birer sanatı, fiili ve kudreti şeklinde görürler. Bu sebeple, bu şeyleri görmek onlara Allah Teâlâ'yı unutturmaz. Aksine, O'nu daha çok hatırlatır ve O'nun varlığını şuhud ve müşahede derecesine getirir. Bunlar O'nun varlığını bu şekilde müşahede edince de O'nun azametini daha iyi anlayıp idrâk etmeye ve sonuç olarak da O'nu daha çok sevmeye muvaffak olurlar.
Buna göre, eşya ve varlıklara Allah Teâlâ’nın fiilleri gözüyle bakan, onları bu bakışla gören ve onları bu cihet ve münasebetle seven bir kimse, Allah Teâlâ'yı daha çok tanır ve O'nu daha fazla sever. Bu sebeple, Kur'ân-ı Kerim'de eşya üzerinde tefekkür emredilmiş ve bu tefekkürün Allah marifeti ve muhabbeti kazandırdığı bildirilmiştir. Varlıklara bu gözle bakmaya ve onları bu şekilde görmeye tasavvuf dilinde "tevhid hâli" veya "tevhitte fenâ bulma" denir. Bu hâle işaret eden bir zat şöyle demiştir: "Biz önce kendimizleydik. Allah Teâlâ'yı tanıyınca kendimizden fenâ bulduk ve kendimizsiz kaldık." Fakat bu hâl, "Allah'tan başka varlık yoktur." veya "Ben Allah'ım" gibi küfür ve zındıklık kokan sözler söylemekten ayrı bir şeydir.
Allah Teâlâ'yı Görmeye İştiyak Duymak
Bil ki, her seven, sevdiğini görmeye iştiyak duyar. Bu iştiyakın şiddeti de sevginin şiddeti ölçüsündedir. Allah Teâlâ sevgisi bütün sevgilerden daha şiddetli ve daha kuvvetli olduğu için, bu sevgiyi taşıyan müminler de Rablerini görmek için en şiddetli ve en kuvvetli iştiyakı duyarlar.
İştiyak, gaip veya uzakta olanın yanına gitmek, huzuruna çıkmak, onu görmek demektir. Allah Teâlâ, elbette ki, ne gaip, ne de uzakta değildir. Kur’ân-ı Kerim'de bu hususta şöyle buyurulmuştur:
"O, her şeyin yanında hazırdır." (Hac, 17) "Siz nerede olursanız, O sizinle beraberdir." (Hadîd, 4) "Biz insana can damarından daha yakınız." (Kaf, 16) Mü’minler de Allah Teâlâ'yı böyle yakın ve hazır hissederler. Ancak, hissetmek gözle görmek gibi değildir. Aksine o, gözle görme iştiyakını daha da arttırır.
Allah Teâlâ'yı görmek, O'nu gözle müşahede etmek ve göz görmesiyle tanımak demektir. Bu iki olay da ancak ahirette gerçekleşirler.
Allah Teâlâ'yı görmenin sonsuz lezzeti, O'na karşı duyulan sevgi ve iştiyakın cennetteki mükâfatıdır.
Allah Teâlâ'yı en çok tanıyan ve O'nu en çok seven Peygamber (sa) olduğu için, O'nu görmeye en çok iştiyak duyan da kendisidir. Mirâc hâdisesi, onun bu iştiyakının dünyadaki mükâfatıdır. Çünkü bazı rivayetlere göre, o, mirâcta Rabbini de görmüştür. (Bazı rivayetlere göre ise, Allah Teâlâ'yı görmemiştir. Görmüştür diyenlerin başında Abdullah İbni Abbas, görmemiştir diyenlerin başında da Hz. Aişe vardır. İnanç açısından bu bir ayrıntı olduğu için, bu konuda aydınlatıcı bir nass varid olmamıştır. Nassın vârid olmadığı konuları kurcalamak da doğru değildir. Çünkü, bunlarda yanılma ihtimali vardır. Onun için, işin mahiyet ve aslını Allah Teâlâ’nın bilgisine havale etmek lâzımdır.) Peygamber (sa), Rabbini görmeye karşı duyduğu şiddetli iştiyakı dualarında dile getirmiştir. Bir duasında şöyle demiştir:
"Allah'ım! Senden; takdirine rıza göstermeyi, öldükten sonra mutlu yaşamayı, mukaddes yüzüne bakmanın lezzetini ve sana kavuşmanın şevk ve iştiyakını isterim." (Ahmed, Hâkim)
Allah Teâlâ Dâvûd (sa)’a şunu vahyetmiştir:
(Allah Teâlâ'nın peygamberlere yaptığı vahiy iki türlüdür. Birincisi kesin olmayan vahiydir. Bu vahiy Hz. İsa (as)’a kadar gelen bütün peygambere yapılan vahiyleri kapsar. Bu vahiyler günümüz için artık kesin değildir. Çünkü bu vahiylerin kitaplaşmış hâlleri olan Tevrat, İncil ve Zebur tahrife uğramış ve bozulmuşlardır. İkincisi ise kesin olan vahiydir. Bu vahiy, Muhammed (sa)’a yapılan ve Kur’ân şeklinde ortaya çıkan vahiydir. Binaen aleyh, "Allah Teâlâ falan peygambere şöyle vahyetmiştir." denildiği zaman, bu söz sadece bir rivayetten ibarettir. Bu rivayetin ne kadarı doğrudur veya aslı var mıdır meselesi belirsiz bir durumdadır. Ancak, bunlardan bazı rivayetler vardır ki, mânaları kesin vahiy olan Kur'ân vahyine uygundurlar. Bu uygunluğu göz önünde tutan bir kısım âlimler, bu rivayetler için "Allah vahyetmiş." demişlerdir. Fakat daha dikkatli davranan âlimler, bunu da câiz görmemişlerdir. Ben şahsen, bu ikinci kısım âlimlerin görüşünü tercih ediyorum. İmam Gazali ise birinci kısım âlimlerden olduğu için bu kabil rivayetleri çokça zikretmiştir. Peygamberlerin kendi sözleri de bugün bizim için sağlık ve mevsukıyet bakımından iki türlüdür. Önceki peygamberlerin hiçbir sözü kesin değildir. Bizim peygamberimizin sözleri olan hadisler ise, kısmen kesin, kısmen muhtemeldirler. Tamamen yalan rivayetlerden ibaret olan pek çok hadisler de vardır. Hâl bu olunca, "İsa (as) (veya daha önceki bir peygamber) şöyle demiştir." sözü de kesinlik ifade etmez. İhtimal ki, demiştir, ihtimal ki dememiştir. Fakat bizim peygamberimizin sözleri bundan farklıdır. Çünkü onun bazı sözleri kesindir, bazıları da kuvvetli bir zan ifade ederler. Uydurma hadisler ise tamamıyla hükümsüzdürler.)
"Ey Dâvûd! Eğer beni gerçekten seviyorsan, dünya sevgisini kalbinden çıkar. Çünkü benim sevgimle dünya sevgisi bir kalpte birleşmezler. Ey Dâvûd! Ben seni tanırsam halkın seni tanımaması, ben senden razı olursam halkın sana kızması, ben dinini tamamlarsam dünyanın eksik kalması sana zarar vermezler.
Ey Dâvûd! Benimle kullarım arasında nesep yakınlığı yoktur. Onun için, benim yakınlığımı isteyen, şehvetlerden (nefsin arzularından) vazgeçsin. Ben bu şehvetleri benden uzak olanları oyalamak için yaratmışım.
Ey Dâvûd! Şevhetlerden vazgeç ki, sana rıza ile bakayım. Çünkü ben, şehvetlere meftun olan kimselerden razı değilim.
Ey Dâvûd! Bir kul bana muhtaç olmadığını zannettiği zaman bana en çok muhtaçtır. Ve bir kul benden yüz çevirdiği zaman en çok acınacak hâldedir."
Dâvûd (as) döneminde Allah Teâlâ'yı seven ve O'nu görmenin iştiyakıyla yanan on dört kişi Lübnan dağlarında bir pınarın başında oturmuş, suya karışan göz yaşlarıyla sevdiklerini zikir ve tefekküre dalmışlardı. Bir ara dile geldiler ve her biri bir yakarışta bulundu. Onlardan birisi şöyle dedi:
"Seni tenzih ederiz. Biz senin kullarınız. Geçmiş ömrümüzde, kalplerimizi seni anmaktan koparan şeylerle meşguliyetimizi affet." Birisi şöyle dedi:
"Seni tenzih ederiz. Biz senin kullarınız. Seni doğru tanımak ve sana güzelce kulluk etmekle bize minnet et." Birisi şöyle dedi:
"Seni tenzih ederiz. Biz senin kullarınız. Bizi kulluk yolunda devamlı kılmakla bize minnetini tamamla." Birisi şöyle dedi:
"Senin rızanı aramakta kusurluyuz. Gayretimizi arttırmakla bize cömertlikte bulun." Birisi şöyle dedi:
"Seni takdis ereriz. Bizi bir damla sudan yarattın. Sonra, senin azametini düşünmeyi nasip etmekle bize minnette bulundun. Çabamız, senin nuruna yakın olmak içindir." Birisi şöyle dedi:
"Seni takdis ederiz. Dillerimiz seni övmekten ve sana şükretmekten âcizdir." Birisi şöyle dedi:
"Seni takdis ederiz. Sen kalplerimizi zikrine yönelttin ve bizi kulluğuna seçtin. Sana şükretmekteki eksiğimizi bağışla." Birisi şöyle dedi:
"Seni takdis ederiz. İhtiyacımızı bilirsin. İhtiyacımız senin yüzüne bakmaktır." Birisi şöyle dedi:
"Seni takdis ederiz. Sen izin vermeseydin, istemeye cesaret edemezdik. Madem ki, buna izin verdin, senden yolumuzu aydınlatan bir nur istiyoruz." Birisi şöyle dedi:
"Seni takdis ederiz. Bizden razı olmanı ve rızanı daim kılmanı istiyoruz." Birisi şöyle dedi:
"Bizim dünya ile bir işimiz yoktur. Bize yüzünün güzelliğini göstermekle bizi şad et." Birisi şöyle dedi:
"Gözlerimizin dünyayı görme hissini, kalplerimizin de cennet nimetlerini duyma hissini iptal et. Ta ki, yalnızca seni görelim ve sadece seni isteyelim."
Allah Teâlâ'nın Kulunu Sevmesi
Bil ki, Kur'ân-ı Kerim'deki bir çok âyetler, Allah Teâlâ'nın bazı kullarını sevdiğini bildirmiştir. Örneğin, şöyle buyurulmuştur:
"...Allah bunları sever, bunlar da O'nu severler." (Mâide, 54), "İyilik yapın. Allah iyilik yapanları sever." (Bakara, 195), "Allah çok tevbe edenleri ve çok temizlenenleri sever." (Bakara, 222), "Allah takva sahiplerini sever." (Al-i İmrân, 76), "Allah sabredenleri sever." (Al-i İmrân, 146), "Allah'a tevekkül et. Allah tevekkül edenleri sever." (Âl-i İmrân, 159), "İnsanlar arasında hüküm verirsen, adalet et. Allah adâlet edenleri sever." (Mâide, 42), "Allah, kendi yolunda bir saf hâlinde ve kenetlenmiş duvar gibi savaşanları sever." (Saf, 4)
Allah Rasûlü (sa) da Allah Teâlâ’nın bazı kullarını sevdiğini bildirmiştir. Onun bu konudaki bazı hadis-i şerifleri şöyledir: "Allah Teâlâ dünyayı sevdiği ve sevmediği herkese verir; imanı ise ancak sevdiği kimselere verir." (Hâkim, Beyhakî), "Kim Allah Teâlâ'yı çok zikredip anarsa, Allah Teâlâ onu sever." (Ahmed, Ebu Ya'lâ), "Allah Teâlâ buyurdu ki, kulum bana yakın olmak için farzlardan sonra nafile ibadetleri de yaparsa ben onu severim." (Buharî)
Ancak, Allah Teâlâ’nın kulunu sevmesi beşerî mânada bir sevmesi değildir. Beşerî sevgi, kalbin çoğu kere iradeyi de aşarak bir şeye meyletmesidir. Bu meylin başlıca sebebi de kulun ihtiyacı veya kendisinin isteyip de sahip olamadığı maddî veya manevî bir üstünlüğü başkasında görmesidir. Allah Teâlâ’nın bu anlamda kimseyi veya bir şeyi sevmesi mümkün değildir. Çünkü O'nun kimseye ve her hangi bir şeye her hangi bir şekil ve surette ihtiyacı olmadığı gibi, bütün hakikî üstünlükler de kendisinde toplanmıştır. Başkalarındaki geçici üstünlükler ise, O'nun kendi lütuf ve ihsanlarıdır.
Bundan başka, beşerî sevginin unsurları olan kalbin meyletmesi, bir şeyden etkilenmesi ve bu etkinin derinleşip tutku hâline gelmesi, bazen neşe, bazen elem vermesi Allah Teâlâ için muhal olan işlerdir. Onun için, Allah Teâlâ’nın sevmesiyle insanların sevmesi yalnızca isimde ortaktırlar. Mahiyetleri ise farklıdır. Tıpkı bunun gibi, hem insanlar, hem de Allah Teâlâ için kullanılan bütün kelime ve isimlerde (ilim, irade, kudret, görmek, dinlemek, duymak, konuşmak vs'de) de durum böyledir. Hatta en geniş kavram olan vücud (var olmak) bile, insanlar için ayrı, Allah Teâlâ için ayrı mânadadır. Çünkü Allah Teâlâ’nın var olması, diğer varlıkların var olmaları gibi, sonradan olan, bir başkasının kuvvetiyle oluşan ve zevale mahkûm bulunan hâdis ve arızî bir varlık değildir.
(Kelime-i tevhid ve vesile-i necat "Lâ ilâhe illallah" sözü iken, bazıları ısrarla, "Lâ mevcude illallah" demişlerdir. Bu ikinci söz, "Allah'tan başka varlık yoktur." demektir. Bu sözü diyenler iki taifedirler. Bir taife, diğer varlıkları Allah Teâlâ’nın fiilleri oldukları için O'ndan ayrı saymamışlardır. Başka bir taife ise, diğer varlıkları Allah Teâlâ’nın cüz' ve parçaları olarak görmüşlerdir. Birinci taifenin görüşüne zoraki ve sirke gibi acı da olsa bir tevil bulmak mümkündür. Ancak ikinci taifenin görüşüne hiçbir tevil bulmak mümkün değildir. Bu görüş açık bir şirk ve küfürdür.)
(Burada kural şudur: Allah Teâlâ için hakikat olan kelime ve deyimler, insanlar ve diğer varlıklar için mecazdırlar. İnsanlar ve diğer varlıklar için hakikat olan kelime ve terimler ise, Allah Teâlâ için mecazdırlar. Örneğin, kurtarmak, öldürmek Allah için hakikat, insanlar için mecazdırlar. Sevmek, sevinmek gibi kelimler ise insanlar için hakikat, Allah Teâlâ için mecazdırlar.)
Allah Teâlâ’nın kulunu sevmesi, ona iyilik irade etmesidir. Böyle olunca da, O'nun sevmesi iradesinin bir kısmı ve türü olmuş olur. O, bu sevgi ve irade ile, kalplerin üzerindeki perdeyi kaldırır, basiret gözlerini açar, hakikatleri gösterir ve bunları anlayıp kabul etmeyi kolaylaştırır. Kur'ân-ı Kerim'de şöyle buyurulmuştur:
"Allah bir kimseyi hidayete erdirmek isterse, onun göğsünü (kalbini) İslâm’a açar; bir kimseyi hidayetten mahrum bırakmak isterse de, onun göğsünü göğe doğru çıkıyormuş gibi daraltıp sıkıştırır." (En'âm, 125)
Allah Teâlâ’nın sevgisi, iradesine ait yönüyle ezelidir ve sebebsizdir. Çünkü O'nun bütün sıfatları ezelidirler ve sebeplerle bağlı değildirler. Bu sevgi, O'nun fiiline ait yönüyle ise hâdistir ve kulun müstahak olmasıyla bağlantılıdır. Nitekim, O'nun diğer fiilleri de hadistirler ve sebeplerle bağlantılıdırlar. Sevginin iradeye ait olan yönü, onun ezelde takdir edilmesidir; fiile ait olan yönü ise, kulun müstahak ve layık olması üzerine, kalbinin iman ve hidayete açılması ve onun kurtuluş yolunda yürütülmesidir.
Sevgide yakınlık mânası da vardır. Sevgi, yakınlığın en önemli sebebidir. Çünkü seven, sevdiğine yakın olmak veya onu kendisine yaklaştırmak ister. Allah Teâlâ’nın kulunu kendisine yaklaştırması ise, ona kendi ahlâk ve sıfatlarına benzer üstün ahlâk ve vasıflar vermesidir. Kul, bu ahlâk ve vasıflarla O'na yaklaşmış olur. Kur'ân-ı Kerim de bu ahlâk ve sıfatlar takva sözüyle özetlenmiş ve şöyle buyurulmuştur:
"Allah yanında en yakın olanınız, takvası en çok olanınızdır." (Hucurât, 13) Allah Rasûlü (sa) da şöyle demiştir:
"Allah Teâlâ’nın ahlâkıyla ahlâklanın." Bu o demektir ki, Allah Teâlâ'ya yakın olmak, mekân yakınlığı şeklinde değil, Allah Teâlâ’nın sevdiği ahlâk ve sıfatlara sahip olmak şeklindedir. Çünkü kendisi, mekândan münezzeh olduğu için, mekân itibarıyla O'na yakın olmak mutasavver değildir. Ancak O, güzel ve yüce sıfatlara sahiptir. Kul da bu sıfatların gölgelerini ve küçük numunelerini kazanırsa, O'na sıfat bâzında yaklaşmış olur. Çünkü maddî veya manevî her şey, benzediği şeye yakındır. Kemal (mükemmellik) de kemâle yakındır. Bu, tıpkı zekî olan talebenin âlim olan hocasına yakın olması gibidir. Çünkü burada da yakınlıktan maksat, maddî yakınlık değil, ilim ve zekâ bazında yakınlıktır.
Allah Teâlâ’nın yakınlığını mekân yakınlığı şeklinde tasavvur edenlerden birisi Firavundur. Onun için vezirine şöyle demiştir: "Ey Haman! Bana bir (yüksek) kule yap. Umulur ki, ben yıldızlara çıkar ve Musa'nın Rabbini görürüm." (Gâfir, 36, 37) Allah Teâlâ, bu sözü Firavunun câhillik ve taşkınlığına örnek olmak üzere Kur’ân-ı Kerim'de zikretmiştir.
Bir hadis-i şerifte, "Allah Teâlâ bir kulunu severse ona belâ verir." (Taberanî) denilmiştir Bu hadis-i şerifin mânası açıktır. Ancak, onu şöyle anlamak lâzımdır: "Allah Teâlâ bir kulunu sevmek isteyince, önce onu dener." Yani, onun sevgiye lâyık olup olmadığını ortaya çıkarmak için, kendisini bir şey (veya bazı şeyler) ile imtihan eder. Hadisteki "ibtila" sözü belâ vermek anlamına geldiği gibi, daha yaygın bir kullanımla imtihan etmek anlamına da gelir. Bu kelime ve müştak'ları (türevleri), Kur’ân-ı Kerim'de kullanımlarıyla daha çok bu ikinci anlamdadırlar. (Bakın: Fecr, 15, 16; Bakara, 249; Mâide, 94; Mâide, 48; En'âm, 165; A'râf, 168; Enbiyâ, 35.) Bu itibarla, Allah Teâlâ’nın kulun liyâkatini ortaya çıkarmak için onu imtihan ettiği şey, belâ olabildiği gibi, nimet de olabilir. Belâ imtihanı sabırla, nimet imtihanı ise şükürle kazanılır.
Bir âlim şöyle demiştir: "Sen Allah Teâlâ'yı sevdiğin zaman O'nun seni imtihan ettiğini görürsen bil ki, o da seni sevmek ister."
Bir mürid şeyhine:
- Allah Teâlâ beni seviyor, demiş. Şeyh:
-Yavrum! Allah Teâlâ bir kulunu sevmek isterse, önce onu imtihandan geçirir. O, seni böyle bir imtihandan geçirdi mi? diye sormuş. Mürid:
-Hayır! demiş. Şeyh:
-Öyleyse, Allah sevgisinden söz etme. Çünkü Allah Teâlâ, kendi sevgisini imtihansız kimseye vermez, demiştir.
(Bazı kimseler, günah işlemelerine rağmen, ceza ve imtihan görmeyince, Allah Teâlâ’nın kendilerini sevdiğini zannederler ve bunu söylerler. Bu zan yanlıştır. Çünkü bu hâl sevgi işareti değildir. Allah Teâlâ, bir kulunu severse, onu günahlara karşı korur ve onu sevgi imtihanından geçirir. Bu imtihanın büyüklüğü de o kula verilmek istenen sevgi büyüklüğünde olur. Bu sebeple, Allah Teâlâ İbrahim (as)’ı halillik derecesinde sevmek isteyince, ona öz oğlunu kendi eliyle boğazlamak gibi son derecede zor bir emir vermiş ve onu bu emri yerine getirip getirmemekle imtihan etmiştir. Fakat kendisi, hiç tereddüt etmeden bunu yapmaya kalkışınca, imtihanı kazanmış ve Allah Teâlâ bunu yapmaktan vazgeçmesini vahyetmiştir.)
Allah Rasûlü (sa) şöyle buyurmuştur: "Allah Teâlâ bir kuluna iyilik irade ettiği zaman, ona ayıplarını gösterir." (Deylemî)
Ayıpları gösterilince, kendisi onlardan kurtulmaya çalışır. Ayıplardan kurtulduğu oranda da kemâl ve mükemmellik kesbeder. O zaman da Allah Teâlâ’nın onu sevmesine liyâkat kazanır. Allah Teâlâ mükemmel olduğu için, mükemmelleri sever. Çünkü sevgi sıfat benzerliğinden doğar. Bu yüzden mükemmel mükemmeli, kusurlu kusurluyu sever. Ancak Allah Teâlâ’nın mükemmelliği uluhiyet çapında iken, kulun mükemmelliği beşeriyet çapındadır.
Allah Teâlâ’nın kulunu sevdiğinin en açık ve şaşmaz alâmeti, onu hayır ve tâatlere muvaffak etmesi, şer ve günahlardan korumasıdır.
Allah Teâlâ bir kulunu sevince, onu azap etmez. Kur’ân-ı Kerim'de şöyle buyurulmuştur:
"Yahudiler ve hıristiyanlar, 'Biz Allah’ın çocukları ve sevdikleriyiz.’ dediler. De ki: 'Öyleyse, niçin sizi azap ediyor?’ Hayır! Siz de, O'nun yarattığı kullardansınız." (Mâide, 18) Ancak bu, Allah Teâlâ'nın bir kulunu sevince, ona günah işleme muafiyeti ve imtiyazı tanıması anlamında değildir. Çünkü, böyle bir imtiyaz kimseye tanınmamıştır. Bunu bildiren bir ayet-i kerimede şöyle buyurulmuştur:
"Ne sizin (müslümanların), ne de kitap ehlinin (yahudi ve hıristiyanların) kuruntuları bir şey ifade etmez. Kim bir kötülük yaparsa, onunla cezalandırılır. Ve bu kimse, Allah'a karşı kendine ne bir dost, ne de bir yardımcı bulamaz." (Nisa, 123) Onun için, bir kimsenin günahlarından dolayı kesinlikle cezalandırılmayacağını düşünmesi, geçersiz bir kuruntudan ve kendi kendisini aldatmaktan ibarettir. Allah Teâlâ’nın sevdiği kulunu azap etmemesi, öncelikle kendisini günahlara karşı koruması, ona iyiliği sevdirmesi, onu hayır ve tâatte muvaffak kılması, nadiren işlediği günahlara karşı da ona tevbe ve istiğfar ilham etmesi ve keffaret yerine geçecek hayır ve hasenat yaptırmasıdır. Allah Teâlâ sevgisinin bu anlamda olduğunu bildiren çok âyetler ve hadis-i şerifler vardır.
Kulun Allah Teâlâ'yı Sevdiğinin Alâmetleri
Bil ki, Allah Teâlâ'yı sevmek kıymetli ve şerefli olduğu için, herkes onu iddiâ eder. Çünkü iddiâ etmek kolaydır.
Fakat, delili ve ispatı olmayan iddiâlar geçersizdirler. Onun için Allah Teâlâ Kur’ân-ı Kerim'de, iddiâ sahiplerinden iddialarını ispat etmelerini istemiştir. Örneğin şöyle buyurmuştur:
"Dediler ki: Cennete ancak yahudi veya hıristiyan olanlar gider. Bu onların iddialarıdır. De ki: Doğru söylüyorsanız, delil getirin." (Bakara, 111)
"Allah'tan başka ilâhlar bulunduğunu mu söylüyorlar? De ki: Bunun delilini getirin." (Enbiyâ, 24) Madem ki, delilsiz iddiâ makbul değildir; öyleyse, insanın Allah Teâlâ'yı sevme konusunda da şeytanın aldatması ve nefsin uydurması ile avunmaması, kendi kendisinden bu sevginin delil ve ispatını istemesi ve kendisinde onun alâmetlerini arayıp bulması lâzımdır. Şu bilinmelidir ki, sevgi bir ağaçtır ve bu ağacın kalpte, dilde ve uzuvlar üzerinde meyveleri vardır. Bu meyveler, sevgi ağacının varlığını, nicelik ve niteliğini gösteren alâmetler ve delillerdir. Bunlardan bazıları şöyledir:
1- Allah Teâlâ'yı görmeyi istemek. Çünkü sevgi gerçek ise, seven sevdiğini görmek ister. Allah Teâlâ'yı görmek de ancak öldükten sonra mümkün olduğuna göre, O'nu seven ölüp ahiret âlemine gitmeyi ister. Allah Rasûlü (sa) şöyle buyurmuştur:
"Kim Allah Teâlâ'ya kavuşmayı isterse, Allah Teâlâ da ona kavuşmayı ister." (Muttefekun aleyh)
Huzeyfe (ra) vefat ettiği zaman şöyle demiştir: "Sevgiliye gidiyorum. Ve ellerim boştur! Fakat olsun! Böyle bir gidişi istemeyen iflah olmasın!"
Seleften bir zat şöyle demiştir: "Allah Teâlâ ile dünyada mülakat (buluşma, görüşe) secde hâlinde olur. Bu sebeple, O'nu sevmenin bir alâmeti de çok secde etmektir."
Allah Rasûlü (sa) şöyle buyurmuştur: "Kulun Allah Teâlâ'ya en yakın olduğu hâl secde hâlidir."
Hz. Ebu Bekir (ra) ölüm döşeğinde, Hz. Ömer'e bazı şeyler vasiyet etmiş ve sözünü şöyle bitirmiştir: "Hak zor görünür, fakat kolaydır. Bâtıl kolay görünür, fakat zordur. Sana bir vasiyet yaptım. Ona uyarsan, en çok sevdiğin şey ölüm olur. O da yakındır. Uymazsan, en çok buğzettiğin şey ölüm olur. Fakat buğzetmen de seni ondan kurtaramaz."
Sa'd İbni Ebi Vakkas (ra) şunu anlatmıştır: "Uhud savaşında Abdullah İbni Cahş ile yan yana savaşıyorduk. Bir ara ikimiz birer dua yaptık. Kendisi duasında şöyle dedi:
"Allah'ım! Karşıma güçlü ve azgın bir düşman çıkar. Senin için onunla savaşayım ve o beni öldürsün. Sonra da burnumu ve kulaklarımı kessin, karnımı yarsın ve beni parçalasın. Bu hâlde sana kavuştuğumda bana, 'Ey Abdullah! Burun ve kulakların niçin kesilmiş, karnın niçin yarılmış, vücudun niçin parçalanmıştır?’ diye sorasın. Ben de, 'Allah'ım! Bunlar senin yolunda ve senin için yapılmıştır.’ diyeyim." Bundan sonra ben Abdullah'ı kaybettim ve akşam üstü onun cesediyle karşılaştım. Aynen duâ ettiği gibi, burun ve kulakları kesilmiş, karnı yarılmış ve delik deşik edilmişti."
Sevrî ve Bişr şöyle demişlerdir: "Ölümden ancak kalbinde şüphe olan hoşlanmaz."
Buveytî şöyle demiştir: "Allah Teâlâ'yı gerçekten seven, ölümü de sever. Çünkü yahudilerin Allah Teâlâ'yı sevdiklerini söylemeleri üzerine şu ayet-i kerime indirilmiştir: "Sözünüzde samimî iseniz ölümü isteyin." (Bakara, 94)
Ölümü istemek Allah Teâlâ'yı görmek iştiyakıyla olmalı, musibet ve imtihandan kaçmak niyetiyle olmamalıdır. Çünkü bu niyetle ölüm istemek mekruhtur.
Allah Rasûlü (sa) şöyle buyurmuştur: "Biriniz uğradığı bir musibetten dolayı ölmeyi istemesin. Mutlaka bir şey söylemek isterse şöyle desin: "Allah'ım! Yaşamak benim için daha iyi olduğu sürece beni yaşat. Ölmek daha iyi olduğu zaman da beni öldür." (Muttefekun aleyh)
Allah Teâlâ’nın takdirine rıza göstermek, ölmek pahasına ondan kaçmaya çalışmaktan daha iyidir.
Genel olarak ölümü istememenin ve ondan hoşlanmamanın iki sebebi vardır.
Bunlardan birincisi, dünya sevgisidir. Dünyayı seven bir kimse, ondan ayrılmayı acı bulduğu için ölmek istemez ve ölümden hoşlanmaz. Halbuki, bir kimse Allah Teâlâ'yı dünyadan daha fazla severse, ölüm onun için daha az sevdiği bir şeyden (dünyadan) daha çok sevdiği bir şeye (Allah Teâlâ’nın rahmetine) kavuşmak olur. Bu ise, ona acı değil, zevk verir.
İkinci sebep ise, daha iyi hazırlanmak isteğidir. Allah Teâlâ yanında sonsuz mertebeler ve dereceler bulunduğu ve bunların ancak dünyada kazanıldığı gerçeği karşısında, bir müddet daha dişlerini sıkıp birkaç mertebe daha terfi etmeyi dilemek, ölümü istememek ve ondan hoşlanmamak gibi bir görüntü verir. Fakat, hadd-i zatında bu, ölümden hoşlanmamak değil, ahirete eksik bir hazırlıkla gitmekten hoşlanmamaktır. Bu hâlin dünya sevgisi ile alâkası yoktur. Ancak niyeti samimî olarak bu olan bir kimse, zamanını iyi değerlendirir ve hazırlık için sürekli çalışır. Böyle bir çalışma ve hazırlık içinde olmayan bir kimsenin, ölümü sevmemesini bununla izah etmeye kalkışması anlamsız ve yersizdir.
2- Nefsinin istediği şeyleri değil, Allah Teâlâ’nın istediği şeyleri yapmak. Çünkü seven, sevdiğinin isteklerini kendi isteklerinden üstün tutar. Allah Teâlâ kulundan tâat, ibadet ve hayır işleri ister. Kulun nefsi ise, kendisinden heveslere uymak, haramlara girmek, ibadette tembellik etmek ister. Bu durum karşısında, kendi nefsinin heves ve isteklerine uyan bir kimsenin Allah Teâlâ'yı sevdiğini söylemesi yalan olur. Abdullah İbni Mübarek şiir diliyle şöyle demiştir:
Allah'ı severim dersin, lâkin günah işlersin
Bu bir çelişkidir, herkes gibi, sen de bilirsin
Eğer sevgin gerçek olsaydı, itâat ederdin
Çünkü seven, sevdiğine itâat eder, kesin
Sehl şöyle demiştir: "Sevginin alâmeti, sevdiğinin isteğini kendi isteğine tercih etmektir. Allah Teâlâ, heveslerden sakınmayı istediğine göre, O'nu sevmenin alâmeti heveslerden sakınmaktır."
Eğer desen ki, Allah sevgisi heveslerden sakınmayı gerektirdiğine göre, heveslerden bütünüyle sakınmayan bir kimse Allah Teâlâ'yı sevmemiş mi olur?
Derim ki, sevginin çok dereceleri vardır. Bu itibarla, böyle bir kimse, O'nu şu veya bu derecede sevebilir. Nitekim, Allah Teâlâ'ya iman etmiş hiçbir kimse, sevginin aslından hâli değildir. Bunun için, bir sahâbî, kendisine içki içme cezası tatbik edilen Nuayman'a lanet edince, Allah Rasûlü (sa), "Ona lanet etme. O Allah ve Rasûlü’nü sever." buyurmuştur. (Buharî) Ancak, sevginin tamamı imanın icaplarına tam uymakla mümkün olabilir.
Ariflerden bir zat şöyle demiştir: "İman taklitten geldiği (taklide dayandığı) zaman, Allah Teâlâ sevgisi orta derecede bir sevgi olur. O ilim ve marifetten geldiği (bunlara dayandığı) zaman ise sevgi tam olur ve bilcümle günahlar terk edilir."
Ariflerden bir zat da şöyle demiştir:
"Cennette, marifet ve muhabbet ehlinin derecesinden daha üstün bir derece yoktur."
3- Allah Teâlâ'yı çokça zikretmek ve O'nun ismini dilinden düşürmemek. Bu da sevginin icaplarından ve aynı zaman alâmetlerindendir.
4- Kur’ân’ı, Allah Rasûlü'nü ve sâlih kimseleri sevmek. Çünkü sevgi hakikî ve kuvvetli olursa, onun şümul alanı ve kapsamı genişler. Bu sebeple, seven, sevdiğiyle alâkalı olan herkesi ve her şeyi de sever. Bundan dolayı, Mecnun, Leylâ’nın mahallesindeki köpeği alıp öpmüş ve okşayıp ağlamıştır. Buna göre, Allah Teâlâ'yı seven, O'nun sözü olan Kur’ân’ı, O'nun seçtiği ve sevdiği elçisi olan Muhammed (sa)’i ve kalplerinde O'nun marifet ve muhabbetini taşıyan bütün mü’minleri de sever. Hatta, Allah Teâlâ’nın birer fiil ve sanatı olmaları itibariyle bütün yaratıkları da sever. Onun için, Allah Teâlâ, peygamberine şunu emretmiştir:
"Onlara de ki: Allah'ı seviyorsanız bana uyun." (Al-i İmrân, 31) Hiç şüphesiz ki, ona (Allah Rasûlü’ne) uyabilmek için onu sevmek lâzımdır. Onu sevebilmek için de Allah Teâlâ kendisine beşer planındaki maddî ve manevî bütün güzellik ve mükemmellikleri vermiştir.
Allah Rasûlü (sa) şöyle buyurmuştur: "Allah Teâlâ'yı sizi yaratıp beslediği için, beni de O'nun hatırı için sevin." (Geçti)
Sufyân (es-Sevrî) şöyle demiştir: "Allah Teâlâ’nın sevdiğini sevmek Allah Teâlâ'yı sevmektir. Allah Teâlâ’nın şerefli kıldığına hürmet etmek de Allah Teâlâ'ya hürmet etmektir."
Abdullah İbni Mes’ûd (ra) şöyle demiştir: "Allah Teâlâ'yı sevip sevmediğinizi Kur’ân'la deneyin. Eğer Kur’ân'ı seviyorsanız, Allah Teâlâ'yı da seviyorsunuz. Onu sevmiyorsanız, Allah Teâlâ'yı da sevmiyorsunuz." Çünkü Kur'ân, O'nun sözü ve kelâmıdır. Ancak Kur'ân'ı sevmek de iddiâ etmek şeklinde değil, onun emirlerine uymak şeklinde olur. Nitekim geçen âyette, Allah Rasûlü’nü sevmek de ona uymak lafzıyla ifade edilmiştir. Çünkü bunları sevmenin gayesi, onların rehberliğinde Allah Teâlâ'ya doğru bir şekilde kulluk etmektir.
Sehl şöyle demiştir: "Allah Rasûlü’nü sevmenin alâmeti onun sünnetini sevmektir." (Sünnet terimi iki mânaya gelir. Birincisi, farz dışında kalan ibadetlerdir. İkincisi ise Allah Rasûlü’nün Kur’ân ve İslâm’ı tatbik şeklidir. Bu ikinci mânada farzlar da sünnet'e dahildirler.)
5- İbadeti sevmek. Çünkü ibadet, özellikle de namaz, Allah Teâlâ ile manevî buluşmak ve görüşmektir. Onun için, Allah Rasûlü (sa), "Gözlerimin aydınlığı namazdadır." buyurmuştur. İbadeti, özellikle de namazı Allah Teâlâ ile manevî buluşma, görüşme ve konuşma bilenler, ibadet ve namaz esnasında ruhen dinlenir ve yenilenirler. Onun için Allah Rasûlü (sa) ezan okuması anlamında Bilâl'e, "Ey Bilâl! Bizi rahatlat." demiştir. İbadetteki huşû' ve huzur Allah Teâlâ'yı sevenler için gıda hâline gelir ve bunlar balığın suyla yaşaması gibi, ancak namaz kılmak, Kur'ân okumak ve Allah Teâlâ'yı zikretmekle yaşayabilirler. Onları bu huzur ve mutluluk ortamından çıkaran her hangi bir meşguliyet, balığın susuz kalması gibi, çırpınmalarına yol açar. Bunların bütün dikkatleri de ibadette toplandığı için, etraflarında olup bitenlerden ve hatta kendi vücudlarından haberleri olmaz. Bu sebeple, bunlardan bazılarının evleri yanmış, fark etmemişler, kangrenleşmiş uzuvları kesilmiş, acı duymamışlardır.
Yahya İbni Muâz şöyle demiştir: "Bir kimsede üç haslet varsa, o kimse gerçekten Allah Teâlâ'yı sever. Bu hasletler Allah Teâlâ ile konuşmayı (duâ etmeyi, Kur'ân okumayı) insanlarla konuşmaya, O'nunla görüşmeyi (namaz kılmayı) bunlarla görüşmeye ve O'na ibadet etmeyi (emirlerini yerine getirmeyi) bunlara hizmet etmeye tercih etmektir."
Sehl şöyle demiştir: "Allah Teâlâ sevgisiyle yapılan ibadet, vücudu yorsa da kalbi usandırmaz."
Şöyle denilmiştir: "Allah Teâlâ'yı seven, O'na ibadet etmeye doymaz."
Hadis olarak da rivayet edilen bir yakarışta şöyle denilmiştir: "Ey Mabûd! Sana gölümüzce ibadet edemedik."
Allah Teâlâ'yı seven bir kimse, hiçbir zaman yaptığı ibadeti yeterli bulmaz ve daha büyük imkânlara sahip olup daha çok ibadet ve hizmet etmenin hasretiyle kıvranır.
6- Dünyayı bütünüyle kaybetmeye dayanmak, fakat Allah Teâlâ’nın bir anlık ve bir küçük meselede rızasını kaybetme ihtimaline dayanamamak. Bu, mutlak olarak Allah Teâlâ’nın rızasını ve hatırını bütün dünyadan ve içindeki şeylerden üstün tutmak demektir. Sevilenin hatırını her şeyden üstün tutmak, gerçek olan sevginin bir icabı ve sonucudur. Özellikle sevgi Allah Teâlâ sevgisi ise, bu husus kaçınılmazdır. Çünkü hiçbir şey, O'nun rızasına ve hatırına denk değildir. Onun için şöyle denilmiştir: "Allah Teâlâ'yı bulan neyi kaybetmiş, O'nu kaybeden neyi bulmuştur?"
7- Allah Teâlâ yolunda cihad etmek ve bu yolda haksız itaplara aldırmamak. Allah Teâlâ, sevdiği ve kendilerinin de O'nu sevdiği kullarını şöyle tarif etmiştir: "Onlar, Allah yolunda cihad ederler ve hiçbir leîm'in (kötü adamın) itabına da aldırmazlar." (Mâide, 54) Ancak burada önemle belirtmek lâzımdır ki, kötü niyetli adamların yaptıkları haksız itaplara aldırmamak, kulaklarına kurşun döküp hiçbir nasihat, irşad, uyarı ve tenkid dinlememek demek değildir. Çünkü bunlar ayrı şeylerdir. Onları aynı şey zannetmek hatasına düşmemek lâzımdır.
Onun için Allah Teâlâ şöyle buyurmuştur: "Kullarımı müjdele. Onlar ki, sözleri dinler ve bunların en güzeline uyarlar. Allah onlara hidâyet vermiştir. Ve onlar akıl sahipleridir." (Zümer, 17)
Allah Rasûlü (sa) da: "Din nasihattir." buyurmuştur.
8- Allah Teâlâ'dan çok korkmak. Sevgi ile korku ilk bakışta birbirine zıt ve karşıt gibi görünürler. Fakat hakikî sevgilerde, özellikle de Allah Teâlâ sevgisinde korku da vardır. Bu sebeple, Allah Teâlâ'yı sevenin, sevdiği kadar korkması da lâzımdır. Bir zat şöyle demiştir:
"Korkusuz sevgi zındıklık, sevgisiz korku da cehl ve küfürdür. Ancak, Allah Teâlâ'dan korkmak, zayıfın düşmandan veya mazlumun zâlimden korkması gibi değildir. Bu korku, O'nun sevgisine lâyık olmamak, bu sevginin hakkını vermemek ve O'nun rızasını kaybetmek korkusudur. Bu türlü korku sevgi ile beraber bulunur ve onunla birlikte artar.
Güzellik sevgiyi, azamet ve büyüklük de korkuyu gerektirir. Allah Teâlâ'da hem lütuf ve rahmetin güzelliği, hem de azap ve gazabın azameti bir arada bulunduğu için, O'na karşı kulda hem sevgi, hem de heybet ve korku bulunması lâzımdır. Kur’ân-ı Kerim'de şöyle buyurulmuştur:
"Kullarıma bildir ki, ben çok bağışlayan ve çok merhamet edenim, benim azabım da en çok elem veren azaptır." (Hicr, 49), "Senden önceki peygamberlere söylendiği gibi, sana da söylenen şudur: Rabbin hem mağfiret sahibi, hem de elemli azap sahibidir." (Fussilet, 43)
Bu âyetlerde bildirilen gerçek, Allah Teâlâ’nın rahmet ve mağfiretini ummanın yanında, O'nun şiddetli olan azabından korkmayı da gerektirir.
Sevgi, ilişkilerde incelik, dikkat, uyanıklık ve hassasiyet gerektirir. Bu yüzden, sevenin önemsiz bir hatası veya küçük bir dikkatsizliği sevmeyenlerin büyük günahlarından daha fazla dokunur. Bunu ifade etmek için, "Gül yarası, taş yarasından daha çok acı verir." demişlerdir. Bundan dolayı, seven bilerek veya bilemeyerek bir hata yapma ve bir kusur işleme ihtimaline karşı korkuyla sarsılır.
9- Allah Teâlâ’nın her türlü fiil ve takdirine razı olmak. Zünnun şöyle demiştir:
"Allah Teâlâ'dan gelen bir musibetin elemini duyan, O'nu sevmemiştir." Bir zat da şöyle demiştir:
"Allah Teâlâ'dan gelen musibetten lezzet almayan, O'nu sevmemiştir." Sevenlerin dilinde, "Lütfü da hoş, kahrı da hoştur." sözü bir zikir gibidir. Bir zat da şiir diliyle şöyle demiştir:
Sen içirirsen, acı zehirleri içmek bana lezzet verir
Afiyetin vermediği zevki senden gelen musibet verir
10- Allah Teâlâ hakkındaki sevgisini Şer'î ölçülere uymayan sözler ve vakara sığmayan hareketlerle ifade etmekten sakınmak. Bu husus, sevginin alâmeti olmaktan ziyade onun edebi ve disiplinidir. Onun için, ariflerden bir zat şöyle demiştir:
"Allah Teâlâ'dan en çok uzak olanlar, sevginin edep ve disiplinine uymayanlardır."
Allah Teâlâ sevgisi, bir ibadet türü ve hatta ibadetin özü olduğu için, diğer ibadetlere girebilen riya, gösteriş, ucub, iddiâ ve kibir buna da girebilir. Onun için, bu tehlikenin muhtemel olduğu durumlarda sevgisini başkalarından gizlemek lâzımdır. Allah Teâlâ, kalplerde olanı bildiğine göre, onu açığa çıkarmak için bir sebep yoktur. Bundan dolayı, halvette sevgi ile ağlayan bir muhip (seven), halk içine çıktığı zaman yüz ve gözlerini yıkamalı, saç ve sakalını düzeltmeli ve yüzüne tebessüm kondurmalıdır.
Şu bilinmelidir ki, bütün güzel davranışlar ve üstün ahlâk, Allah Teâlâ'yı sevmenin ve O'na itâat etmenin ürünleridir. Buna karşılık, bütün çirkin davranışlar ve süflî ahlâk da nefsi sevmenin ve onun heveslerine uymanın sonuçlarıdır. Çünkü Allah Teâlâ her türlü iyiliği emreder, nefis ise her türlü kötülüğü emreder.
Cuneyd şöyle demiştir:
"Allah Teâlâ'yı sevenler iki kısımdırlar.
Bir kısmı O'nu nimetleriyle tanırlar ve nimetlerinden dolayı severler. Bunların marifetleri (tanımaları) de, sevgileri de azdır. Onun için bunlar musibet hâlinde sabırsız olurlar ve sevgileri azalır. Hatta, sevdiklerini söyledikleri Allah Teâlâ hakkındaki düşünceleri bile değişir. ("Kimi insanlar, Allah'a şartlı ibadet ederler. Bu yüzden, istediklerini bulurlarsa razı olurlar. Bir imtihana tâbi tutulurlarsa yüz üstü geri dönerler. Bunlar bu suretle dünyayı da, ahireti de kaybederler. En açık kayıp da bu şekildeki kayıptır." (Hac, 11))
Diğer bir kısım ise Allah Teâlâ'yı sahip olduğu yücelikler ve üstün sıfatlarla tanırlar ve bu yüzden O'nu severler.
Bunların marifetleri de, sevgileri de tamdır. Bu yüzden bunlar musibet hâlinde de sabırlı olurlar ve ne sevgileri azalır ne de Allah Teâlâ hakkındaki düşünceleri değişir." ("Onlar, Allah yolunda başlarına gelenlerden dolayı gevşemediler, zaaf göstermediler ve (vesveselere) boyun eğmediler. Allah bu türlü sabredenleri sever. Aksilik zamanında sadece şunu söylediler: Rabbimiz! Günahlarımızı ve aşırılığımızı affet, ayaklarımızı sabitleştir ve kâfir topluluğuna karşı bize yardım et." (Al-i İmrân, 146, 147))
Bunların dışında bir kısım insanlar daha vardır ki, bunlar Allah Teâlâ'yı ne zâtındaki kemâlâttan (üstünlük ve mükemmelliklerden), ne de nimetlerinden dolayı severler. Bunlar, "Üzümü ye, bağını sorma." nankörlüğü ve hafifliği içinde yaşarlar. Allah Teâlâ bunlar hakkında şöyle buyurmuştur:
"Onlar hayvanlar gibi yerler. Yerleri de ateştir." (Muhammed, 12)
Allah Teâlâ ile Ünsiyet Etmek
Bil ki, ünsiyet etmek de iştiyak duymak gibi sevginin bir boyutudur. Ancak iştiyak duymak sevgilinin uzaklık hâlinde, ünsiyet etmek ise onun hâzır olması hâlinde olur. Allah Teâlâ ise hem uzak, hem de yakındır. Onun uzaklığı O'nun kul ile kabil-i nisbet olmayan (nisbet kabul etmeyen) bir büyüklüğe sahip olmasındadır. Bu tıpkı bir cihan padişahının bir küçük kulübede yaşayan fakir bir balıkçıdan uzaklığı gibidir. O'nun yakınlığı ise, O'nun herkesi kuşatan ve her yere ulaşan bir geniş lütuf ve merhamete sahip bulunmasıdır. Bu tıpkı güneşin bir zerreye yakın olması gibidir. Bu sebeple, O'nu seven kul, O'nun birinci durumunu düşündüğü zaman, "O nerde, ben nerde?" diyerek O'nu uzak görür ve O'na yakın olmayı arzu edip iştiyak duyar; O'nun ikinci durumunu düşündüğü zaman ise, O'nu yakınında ve yanında hisseder ve O'nun yakınlığıyla ünsiyet eder. Kur'ân-ı Kerim'de şöyle buyurulmuştur:
"Kulum beni (nerede olduğumu) sana sorduğu zaman, bilsin ki, ben yakınım ve beni çağıranı duyarım." (Bakara, 186)
Allah Teâlâ ile ünsiyet etme derecesine çıkan bir kul, insanlardan ayrı ve dünyevî meşguliyetlerden uzak olmak ister. Onun için de halvet ve inzivâyı sever. Bundan dolayı, seven bir zat O'na şöyle hitap etmiştir:
"Ey bana halktan vahşet ve kendisiyle ünsiyet veren!" Rabia'ya, "Neyle bu mertebeye ulaştın?" diye sorulunca, şöyle demiştir:
"Zevale mahkûm olan şeyleri terk etmek ve zevali bulunmayana ünsiyet etmekle." Bir zat şöyle demiştir:
"Allah Teâlâ ile ünsiyet etmenin lezzetini, ancak O'nu hâlis bir şekilde seven ve O'na kullukta sâdık olan kimse duyar." Bir zat da şöyle demiştir:
"İnsanlara şaşılır. Nasıl Allah Teâlâ’nın rızasından başka şeylere talip olur ve O'nun zâtından başkasıyla ünsiyet ederler!"
Bir Fâide:
Kur'ân-ı Kerim'in indirilmesinin üç hedefi vardır. Bu hedefler Allah Teâlâ’nın zâtını tanıtmak, sıfatlarını tanıtmak ve fiillerini tanıtmaktır. O'nun zâtını en veciz bir şekilde İhlâs sûresi tanıtmıştır. Bu sûrenin meali şöyledir: "De ki: Şanı yüce olan Allah birdir. O bir şeye muhtaç değildir. Her şey O'na muhtaçtır. O doğurmamıştır ve doğrulmamıştır. Hiçbir şey O'na denk değildir." Bu sûrenin özü de başındaki "Allah birdir." cümlesidir. Çünkü O bir olunca, zorunlu olarak kimseye muhtaç olmaması, doğurmaması, doğrulmaması ve benzerinin bulunmaması lâzımdır. Aksi takdirde, yani bu vasıflardan bir tanesinin eksik olması durumunda, hakikî birlik gerçekleşmez. Onun için, Allah Teâlâ'dan başka bir olan yoktur. Kur'ân-ı Kerim'de, "Biz her şeyden çift yarattık." (Zâriyât, 49) buyurulmuştur. Çift olmanın mânalarından birisi de bir şeyin benzerinin bulunmasıdır. Bu benzer de ya o şeyin aslı, ya nesli, ya da dengidir. Allah Teâlâ ise, ne aslı, ne nesli, ne de dengi bulunmadığı için birdir. İhlâs sûresindeki diğer cümleler, böylece birinci cümlenin hem delil ve ispatı, hem de sonuç ve neticeleri durumundadır. Sonuç, Allah Teâlâ’nın bir olması ve birliğin O'na mahsus bulunmasıdır.