KALB..
Kalbin Önemi
Kalb Nedir?.
Kalbin Misâlleri
Kalbin Özellikleri
Kalbin Sıfatları
İlimler Açısından Kalbin Durumu.
İman Mertebeleri
İlimlere Nisbetle Kalbin Durumu.
İlim Tahsil Etmekle O'nun İlhamına Mazhar Olmak Arasındaki Fark.
Şeytanın Kalbe Tasallut Etmesi
Şeytanın Kalbe Açılan Kapıları
Soru ve Cevaplar.
Sorumluluğa Tâbi Olan ve Olmayan Vesveseler.
Zikir Esnasında Vesvese Kesilir mi?.
Kalbin Süratle Dönmesi
Kalpler Üç Sınıftır.
Nefis ile Aklın Karşılaştırılması
Kalbin Önemi
Helâk edici şeylerin izahına başlamadan önce, bir nebze kalb üzerinde durmak, onun sıfat ve ahlâkını anlatmak, kalb riyazeti ve tezkiyesinin nasıl olduğunu açıklamakta yarar vardır.
Bil ki, insanın şerefi ve onu diğer hayvanlardan üstün kılan vasfı, Allah Teâlâ'yı tanıma yeteneğine sahip olmasıdır.
Allah Teâlâ'yı tanımak, yani, marifetullah, dünyada onun (insanın) güzelliği, mükemmelliği ve iftihar vesilesidir; ahirette de, onun sermayesi, güvencesi ve saadet vesilesidir. Allah Teâlâ'yı tanımanın yeri ise kalptir. Ayrıca, uzuvlarla icrâ edilen ibadetler ve yapılan iyilikler kalbin dışarıya yansıyan nurları; uzuvlarla işlenen günahlar ve yapılan kötülükler de onun açığa çıkan karanlıklarıdır. Bundan dolayı Allah Rasûlü (as), "Kalb salâh bulduğu zaman bütün vücut (yani, vücuda bağlı organlar) da salâh bulur; kalb bozulduğu zaman bütün vücut da bozulur." buyurmuştur.
İnsan kendi kalbini bilirse kendini bilir, kendini bilince de Rabbini bilir. Bunun aksine, o kendi kalbini bilmediği zaman kendini bilmez, kendini bilmeyince de Rabbini bilmez. Fakat, insanların çoğu kalplerini bilmezler. "Allah Teâlâ, bunlarla kalplerinin arasına girmiştir." (Enfâl, 24)
Allah Teâlâ, bir insanla onun kalbi arasına girerse, o insan kalbini murâkabe etmek (gözetlemek), içindeki iyi ve kötü sıfat ve duyguları birbirinden ayırmak, iyi olanları besleyip kötü olanları ayıklamak işinden gâfil ve habersiz kalır. Bu insan, "Onlar Allah'ı unuttular; Allah da onlara kendi nefislerini (yani kalplerini) unutturdu." âyetinin kapsamı içine girer." (Haşr, 19)
Allah Teâlâ’nın iki parmağı arasında dönen kalptir; en yüksek meleklerin seviyesine çıkıp onların mertebesini kazanan veya en aşağıdaki şeytanların derecesine inip onlardan biri hâline gelen de kalptir.
Kalb Nedir?
Kalb ismi iki şey için kullanılır. Bunlardan birisi, göğsün sol yanında bulunan yumruk şeklindeki et yumağıdır. Devamlı hareket hâlinde olduğu için ona "kalb" ismi verilmiştir. Bu kalb, insanlarda bulunduğu gibi hayvanlarda da vardır. Yukarıda önemini belirttiğimiz kalb bu değildir. Diğeri ise, insanın his ve idrâk kaynağı olan manevî (görünmez) bir latife'dir. Bu latife, onun his ve duygularını, düşünce ve fikirlerini üretir. Bu latifenin verdiği sinyallerle hem göğüsteki kalb, hem de baştaki dimağ çalışır. Bu latife insanın özü ve hakikatidir. Allah Teâlâ tarafından muhatap ve mükellef tutulan, iyi olduğu zaman mükâfatlandırılan, kötü olduğu zaman da cezalandırılan bu latifedir. Bu latife, değişik etkiler altında çabuk döndüğü, iyiyken kötü, kötü iken iyi olabildiği için ona da "kalb" ismi verilmiştir. Bu kalb ruhtur veya ruhun terkibindeki en önemli unsurdur. Ruhun mahiyeti ise meçhuldür. Allah Teâlâ, Peygamberimize hitaben şöyle buyurmuştur: "Sana ruhun ne olduğunu soruyorlar. De ki: Ruh Rabbimin bir emridir. Size bu konuda az bilgi verilmiştir." (İsrâ, 85)
Ruha nefis de denir. Allah Teâlâ, ruh mânasındaki nefsi üç kısma ayırmıştır. Bunlardan birincisi "mutmeinne" olan nefistir. Bu nefis, yani ruh, iman konusunda şüphe ve tereddüdlerden arınmış, Allah Teâlâ'ya tam teslim olmuş ve bu teslimiyette huzur ve istikrar bulmuştur. Bu nefse, yani ruha ölüm anında ve mahşer gününde (ve ihtimal, verâ'ya kulak verildiği her an) Allah Teâlâ’nın hitabı şöyledir: "Ey mutmeinne olan nefis! Razı olmuş ve kendisinden razı olunmuş bir hâlde Rabbine dön; Benim seçkin kullarımın arasına gir ve cennetime dahil ol." (Fecr, 28) İkincisi "levvâme" olan nefistir. Bu nefis, yani ruh, kusurları olduğu zaman onları görür ve onlardan dolayı kendi kendisini azarlayıp kötüler. Allah Teâlâ bu nefisle kasem etmiştir. Bu da bu nefsin olabilen kusurlarına rağmen, Allah Teâlâ yanında değerli olduğunu gösterir. Üçüncüsü de "emmâre" olan nefistir. Bu nefis, ilk iki nefsin zıddı olan bir nefistir. Bu nefis cehennem ehlinin nefsidir. Özelliği ise, mümkün oldukça inkâr etmek, bu mümkün olmadığı zaman da şüphe etmek, hep kötülük yapmak, kötülüğü sevmek ve bundan dolayı hiç pişmanlık duymamaktır. Terbiye ve eğitim dilinde nefis; haram şehvet, haksız kızgınlık, hırs, kibir gibi kötü duygular için de kullanılır.
Allah Rasûlü’nün "Senin baş düşmanın içindeki nefsindir." hadisindeki nefis kelimesinden bu kötü duygular kasdedilmiştir.
Bahsimizin konusu olan kalb, göğüsteki kalb yumağı olmamakla birlikte, onunla sıkı münasebet halindedir. Bu münasebet, tıpkı ışığın fanus ve ampule olan münasebeti gibidir. Çünkü, maddî kalb manevî olan kalbin bu şekilde bir kılıfı ve zarfıdır.
Kur'ân-ı Kerim ve hadis-i şeriflerde kalb, ruh, nefis ve akıl kelimeleri ayrı şeyler için de, bir tek şey için de kullanılmışlardır. Bu tek şey ise, his ve bilgi kaynağı olan, Allah Teâlâ’nın marifet ve muhabbetini kazanabilen manevî bir latifedir.
Bu manevî latife olan kalb, vücutta sultan durumundadır. O düşünür, duyar, karar verir, emreder; vücudun maddî ve manevî uzuvları da onun asker ve memurları olarak ona itâat eder ve emirlerini uygularlar. Bunların ona itaatleri, muhalefetsiz, isyansız ve mutlaktır. Bu itâat, bir yönüyle meleklerin Allah Teâlâ'ya mutlak ve kusursuz itaatleri gibidir. Allah Teâlâ, meleklerin kendisine itâat etmeleri konusunda şöyle buyurmuştur: "Onlar Allah'a karşı gelmez ve emredilen işleri yaparlar." (Tahrim, 6) İki itâat arasındaki fark ise şudur: Melekler, Allah Teâlâ'ya şuurlu bir şekilde, isteyerek ve lezzet duyarak itâat ederler. Vücut organları ise, kalbin emirlerini mekanik olarak yerine getirirler. Onun için, bu organların fiil ve hareketlerindeki sorumluluk kalbe aittir. Bunlar yüzünden mükâfat veya cezâ gören kalptir.
Kalbin Allah Teâlâ'ya kulluk etmek gibi, vücudu korumak görevi de vardır. Bu görevi yapması için de ona iki duygu verilmiştir. Bunlar, şehvet ve gazap duygularıdır. Kalb şehvet duygusuyla, vücudun muhtaç olduğu şeyleri alır; gazap duygusu ile de ona zarar veren şerleri defeder. Fakat o (kalb), şeytanın telkinlerine uyduğu zaman, bu iki duyguyu gayr-i meşru ve dolayısıyla vücuda da zarar veren işlerde kullanır. Böylece, Allah Teâlâ tarafından hayır için yaratılan şehvet ve gazap duyguları, kalb tarafından şerre âlet edilmiş ve şer hâline getirilmiş olur. Nitekim, çoğu insanlarda görülen durum da budur. Bu insanların kalpleri, şehvet ve gazaplarına ilim ve hikmet ışığında yön veren ve onları yaratılış maksatlarına uygun olarak kullanan hâkim ve âmir durumundan çıkmış, onların elinde ve emrinde esir ve her istediklerine uyan hizmetçi hâline gelmiştir. Allah Teâlâ, bu insanların durumunu şöyle açıklamıştır: "Kötü duygularını (şehvet ve gazaplarını) ilâh hâline getirenleri görüp şaşmaz mısın? Allah bunları müstahak oldukları şekilde yoldan çıkarmış, kulak ve kalplerini mühürlemiş ve gözlerinin üzerine perde indirmiştir. Artık, Allah dilemedikçe bunları kim doğru yola getirebilir?" (Câsiye, 23), "Kötü duygularını ilâh hâline getirenleri görüp hayret etmez misin? Böylelerini sen mi ıslâh edeceksin? Sen bunların çoğunun söz dinlediklerini veya doğruyu bulmak için düşündüklerini mi sanıyorsun? Bunlar hayvanlar gibidirler. Hatta hayvanlardan daha idraksiz ve derinliksizdirler." (Furkan, 44), "Kalplerini bizi anmaktan gâfil kıldığımız, kötü duygularına uymuş ve işi gücü aşırılık olan kimselere boyun eğme." (Kehf, 28), "Kötü duygularına şuursuzca uymakta köpek gibidirler. Onları uyarsan da, uyarmasan da bunda ısrarlıdırlar. Ayetlerimize iman etmeyenlerin durumları budur. Bunu anlat da ibret alanlar bulunabilir." (A'râf, 176)
Kalbin Misâlleri
Kalbin vücuttaki fonksiyonunu daha iyi anlamak için şu misâller verilebilir:
1- Vücut saray, kalb efendi, akıl danışman, şehvet aşçı, gazap duygusu koruma memurudur. Efendi akla danışıp şehvet ve gazabı buna göre yönetirse, işler düzen bulur, saraya huzur ve mutluluk gelir. Fakat o, aklı çiğneyip şehveti dinler veya gazaba uyarsa işler karışır, huzur ve mutluluk kaybolur.
2- Vücut memleket, kalb sultan, akıl vezir, şehvet ve garaz birer düşmandır. Kalb akla danışıp ona göre bu düşmanlara karşı tavır ve tedbir alırsa, saltanatı devam eder. Fakat o, veziri dinlemez, düşmanların sözüne uyarsa, bunların tuzağına düşer, taç ve tahtı elden gider, hayatını da kurtaramaz.
3- Kalb avcı, akıl at, şehvet köpek, gazap silâhtır. Kalb akla binip köpek ve silâha hâkim olursa, avlanır ve selâmetle döner. Fakat, akıl atı yerine şehvet köpeğine biner veya gazap silâhını dikkatsiz kullanırsa maskara olur ve kaza çıkarır; ihtimal, kendi kendini vurur.
Kalbin Özellikleri
İnsan kalbinin hayvanlarda bulunmayan iki özelliği vardır. Bunlar nazarî bilgiler edinme kabiliyeti ve bu ilimlere göre karar verip hareket etme yeteneğidir. Kalbin bu özellikleri sayesinde insan, faydalı ve zararlı şeyleri tarafsız bir şekilde birbirinden ayırma ve şehvetle gazap duygularına rağmen faydalı olan şeyleri yapma imkânına sahiptir. Bu özellikler insanda güçlendikçe, bu güzel sonuçlar da o ölçüde bâriz ve belirgin hâle gelirler. Fakat, bu özellik ve yetenekler gelişmezse, sonuçlar da karışık veya bütünüyle ters olurlar.
Nazarî ilimleri kazanmanın yolu tahsil ve tecrübedir. Tahsil ve tecrübe konularında ise insanlar çok farklı seviyelerdedirler. Bu sebeple, onların bilgi birikimleri, doğru ve yanlışı ayırma yetenekleri ve doğruya uyma istek ve kararlıkları çok farklıdır. Onların Allah Teâlâ'ya yakınlıkları da bu farklıklara göredir. Çünkü Allah Teâlâ'ya yakın olmak, O'nu tanımaya, sevmeye ve emirlerine uymaya vesile olan ilimleri tahsil etmek ve bu ilimleri tatbik ederek O'nun rızasını kazandıran iş ve amelleri yapmak şeklindedir. Mekân ve mesafe itibarıyla Allah Teâlâ'ya yakın olmak veya O'ndan uzak bulunmak ise mümkün değildir. Bu cihetten en iyi insanlarla en kötü insanlar aynı seviyededirler. Bu hakikati bildiren ayet-i kerimelerde Allah Teâlâ şöyle buyurmuştur: "Siz nerede olursanız Allah da sizinle beraberdir." (Hadid, 4), "Biz insanlara şah damarlarından daha yakınız." (Kaf, 16)
Peygamberlerin bilgi edinme yolu ise vahiydir. Onlar tahsil ve tecrübeye muhtaç olmaksızın vahiy yoluyla gerekli olan bütün bilgileri kazanırlar. Vahyin bir gölgesi durumunda olan keşif ve ilham yoluyla da bazı bilgileri elde etmek mümkündür. Vahiy gibi, keşif ve ilham da Allah Teâlâ’nın çok çeşitli olan rahmetinin bir tecellîsidir. Kendisi rahmeti hakkında şöyle buyurmuştur: "Allah’ın kendi kullarına açtığı rahmeti kimse tutup hapsedemez." (Fâtir, 2)
Keşif ve ilhama mazhar olmak herkes için mümkündür. Ancak bundan fiilen yalnızca kalplerini ilâhî esintilere açanlar yararlanabilirler. Kalbi bu esintilere açmak ise, onu kötü huy ve amelden hâsıl olan bulanıklık ve kirlilikten temizlemek demektir.
Kalb kap gibidir. Kap bir şeyle dolu ise, ona başka bir şey girmediği gibi, kalb de kötü fikir ve duygularla dolu iken, ona iyi fikirler ve temiz duygular girmez. Bundan dolayıdır ki, kalpleri kötü şeylerle dolu olanlar, iyi şeylere karşı kör, sağır ve duyarsız olurlar. Bu sebeple, kalbi yaratılış hâlindeki temizlik üstünde muhafaza etmek, bu mümkün değilse, kirler ve çamurlar sıçradıkça tevbe edip pişmanlık duyarak onu tekrar temizlemek lâzımdır. Buna işaret eden bir âyette, "Kalbini temizleyen iflâh olur. Onu kirleten ise helâk olur." (Şems, 9, 10) buyurulmuştur.
Kalb, bir anlamda da mide gibidir. Mideyi zararlı ve zehirli şeylerden korumak ve yanlış bir şey yenilip yutulmuşsa onu hemen yıkayıp temizlemek gerektiği gibi, kalbe karşı da bu şekilde davranmak gereklidir.
Özellikler, varlıkların kimlik ve hüviyetleridir. Bu sebeple, özelliklerini kaybeden varlıklar, kimlik ve hüviyetlerini kaybeder ve daha alt bir sınıfa düşerler. Meselâ, atı eşekten ayıran ve bundan üstün kılan özellikleri, onun daha çok koşması, manevra kabiliyetinin bulunması ve kişnemesidir. Bu sebeple, bir at, bu özelliklerini kaybettiği zaman, eşek derecesine iner, hatta ondan daha değersiz ve kıymetsiz bir hâle gelir. Çünkü, bu at eşeğin özelliklerine de tam sahip değildir. Tıpkı bunun gibi, insanı da diğer varlıklardan ayıran ve üstün kılan özellikleri, onun ilim öğrenmesi ve öğrendiği ilmi uygulama iradesinin bulunmasıdır. Bu itibarla, bir insan ilim öğrenmez veya ilmi kullanma iradesini göstermezse, o insan hayvan derecesine iner ve sonradan olma bir hayvan olduğu için de soylu hayvanlardan daha aşağı olur.
İlimlerin en iyisi, Allah Teâlâ'yı tanımak, O'nun sıfat ve fiillerini, büyüklük ve yüceliğini ve bunların delillerini bilmektir. İnsan, bu bilgi ile kemâl bulur, mükemmelleşir ve Allah Teâlâ'ya yakın olma ve cennete girme liyâkatini kazanır. Bu bilgi, melekleri de yüceltmiştir.
İlimlerin en kötüsü ise, şeytanî bilgilerdir. Bu bilgiler, insanı mükemmelleştirmez ve şereflendirmezler. Aksine, onu alçaltıp şeytanların seviyesine indirirler. Küfür ve inkâr yollarını bilmek, hile yöntemlerini bilmek, günahların çeşitlerini bilmek bu bilgilerdendir. Bu bilgiler, sahibinin cehâletini arttıran ve onun fıtrî meziyetlerini de bozan unsurlardır. Bu bilgilerle yükselmek ve kurtulmak mümkün olsaydı, bunları en iyi bilen şeytanlar yükselir, dünya ve ahirette lanete uğramaktan ve taşlanmaktan kurtulurlardı.
Bu iki ilim türleri yanında, ne iyi, ne de hadd-i zatında kötü olmayan faydasız ilimler vardır. Ancak tahsilinin zaman alması, zihin dağarcığında yer kaplaması ve insanı bir şey bilir zannına kaptırması sebebiyle, bu ilimler de sonuçta kötü ilimler sınıfına dahil olurlar. (Zamanımızda insanların büyük kısmı, bu faydasız, sonuçta da zararlı hâle gelen ilimlerle oyalanmaktadırlar. Dedikodularla dolu gazeteleri okumak, laf ve güzaftan öteye geçmeyen televizyon programlarını seyretmek, bu insanları dünya ve âhiretlerine yarayan gerçek ilimleri tahsil etmekten ve sâlih amel işleyip ahirete hazırlanmaktan alıkoymuştur.)
Allah Rasûlü (as), Allah Teâlâ'dan faydalı ilimler istemiş, faydasız ilimlerden ise O'na sığınmıştır. Faydalı ilimler kalbi nurlandırıp aydınlatır; duyguları da terbiye ve ıslah eder. Faydasız ilimler ise kalbi karartır, duyguları da bozup kötüleştirir. Allah Teâlâ, bir kısım müminlerin kalplerini içinde fanus yanan bir pencereye, bir kısmının da kalplerini bizzat yanan fanusa benzetmiş, (Nur, 35) kâfirlerin kalplerini ise, gece karanlığında dalgalanan fırtınalı bir denizin dehşetli hâli gibi göstermiştir. (Nur, 40)
Allah Rasûlü (as) şöyle buyurmuştur: "Müminin kalbi lekesizdir, içinde yanan bir ışık vardır. Kâfirin kalbi ise simsiyahtır ve baş aşağıdır." (Ahmed, Taberanî)
Hz. Ali (ra) şunu söylemiştir: "Allah Teâlâ’nın sevdiği kalb, şefkatte çok yufka ve ince, yakîn ve imanda çok safi, açık ve net, dindarlıkta çok sebatlı, dayanıklı ve kuvvetli olan kalptir."
Kalbin Sıfatları
Bil ki, kalbin dört sıfatı vardır. Bunlar şehvet (istemek, arzu duymak), gazap (kızmak, saldırmak), kibirlenmek ve bilmektir. İnsan kalbinde toplanan bu sıfatlardan her biri tek başına bir mahluk türünün öz yapısı ve özelliğidir. Bunlardan şehvet domuzun belirleyici huyu ve sıfattır; gazap yırtıcı hayvanların, kibirlenmek şeytanın, bilmek ise meleklerin ayırıcı huyları ve sıfatlarıdır. Bu sebeple, bir kalpte bu huy ve sıfatlardan hangisi ağır basar ve ileri giderse, o kalbin sahibi bu sıfatın kendisi için zat ve öz olduğu mahluk türüne yaklaşır ve kendisinde bu mahluk türünün ahlâk ve amelleri ortaya çıkar. Bu böyle olduğu için, bir kalb helâl ve haram ayırımı yapmadan ve ölçü, sınır tanımadan hep istemek huyunda olursa, onun sahibi oburlukta meşhur olan domuz türüne dahil olur. Kalb, haksız kızgınlık ve yırtıcılık huyunda olursa, sahibi bu sıfatta meşhur olan köpek, yılan, akrep gibi yırtıcıların sınıfına dahil olur. Kalb, kibir ve enâniyet huyunda olursa, sahibi şeytan kısmına girer. Kalb ilim ve marifet kazanma huyunda olursa, sahibi melekler mertebesine çıkar, meleklere mahsus faziletler ve olgunluklar kazanır ve kendisinde Allah Teâlâ'ya zevk ve iştiyak içinde kulluk ve ibadet etme meyli gelişir.
Mahlukların hakikatleri onların şekil ve suretleri değil, huy ve ruhî özellikleridir. Bu sebeple, örneğin domuz, bilinen şekliyle değil, şehvet ve oburluğuyla domuzdur; menfur ve iğrenç olması da bu yüzdendir. Köpek de şekli, et ve kemiğiyle değil, yırtıcılığı, hasisliği ve dalkavukluğuyla köpektir. Şeytan ve melek de, maddî varlıklar olmamak yönüyle birbirine benzerler. Onları ayıran yön ise meleklik ve şeytanlık huylarıdır. Bu huy meleğin hayrı sevmesi ve ona hizmet etmesi, şeytanın ise şerre mübtelâ olması ve şer için çalışmasıdır. Hâl bu olunca, şekil ve sureti farklı olmakla birlikte, insan huy, ruh ve öz itibarıyla geçen varlıklardan hangisine benzerse, hakikatte o taifedendir. Bundan dolayı, kıyâmet gününde bir kısım insanlar bir kısım hayvanların suretinde haşrolunurlar.
Rüya ve uyanıklık hâlindeki keşiflerde de, insan şehveti köpek, onun gazabı domuz, kibir ve enâniyeti şeytan suretinde görünür. Kalb ilâhî marifet kazanıp ibadetlerden destek ve kuvvet alırsa, bu huy ve duygularını da değiştirir veya hiç olmazsa kendisini onların şerrinden korur.
Kâfir ve fâsıkların kalpleri ise, bu hayvan menşeli huy ve duygulara boyun eğip teslim olur. Bu sebeple, bu insanlar hayvanî hislerini ilâh derecesine çıkarır ve gece gündüz onların tatmini için çalışırlar. Bunu yaptıkça da küçülürler. Çünkü, abid (ibadet eden) her zaman mabud'tan (ibadet edilenden) aşağıdır. Bu duruma göre, mabudu köpek, domuz ve şeytan olan insanlar, bu iğrenç ve değersiz varlıklardan daha iğrenç ve değersiz olurlar. Kur'ân-ı Kerim'deki, "Onlar hayvanlar gibidirler ve hatta daha âdidirler." (A'râf, 179) âyeti de bu mânaya işaret etmiştir.
Kalplerin huzur ve itmi'nan bulması, Allah Teâlâ'yı çokça zikretmekledir. Kur'ân-ı Kerim'de, "Gerçektir ki, kalpler Allah'ı zikretmek ve anmakla itmi'nan bulurlar." (Ra'd, 28) buyurulmuştur. Kalplerin kararıp mühürlenmesi ise, günah ve kötülük işlemekledir.
Kur'ân-ı Kerim'de şöyle buyurulmuştur: "Hayır! Kazandıkları günahlar kalplerine paslı kılıf olmuştur." (Mutaffifîn, 14)
"Biz, onların kalplerini günahlarıyla mühürleyince onlar artık duymazlar." (A'râf, 100), "Allah onların kalplerini mühürlemiş de bu yüzden anlamazlar." (Tevbe, 93)
Kalplerin üzerindeki karanlık ve mührün açılması ve sahiplerinin gerçekleri duyar ve anlar hâle gelmeleri ise, takva sayesindedir. Onun için Kur'ân-ı Kerim'de şöyle buyurulmuştur:
"Allah'a karşı takva hâlinde olun ve O'nu dinleyin." (Mâide, 108), "Allah'a karşı takva hâlinde olun ki, Allah size (gerçekleri) öğretsin." (Bakara, 282)
Allah Rasûlü (as) şunları söylemiştir: "Kul bir günah işlediği zaman, kalbinde siyah bir leke oluşur. Eğer ondan vazgeçip tevbe ederse, leke silinir. Aksi takdirde o giderek çoğalır ve bütün kalbi istilâ eder.", "Müminin kalbi lekesizdir, içinde parlayan bir ışık vardır. Kâfirin kalbi ise simsiyahtır ve baş aşağıdır.", "Allah bir kuluna iyilik irade ederse, onun kalbine bir vaiz yerleştirir." (Ed-Deylemî/Musnedul-Firdevs)
Günahların kirleriyle karanlık içinde kalan kalb, uzağı göremeyen zayıf göz gibi, ahireti görmez; görmeyince düşünmez; düşünmeyince de özlemez. Ahiret inancından meydana gelen boşluğu da dünya ile doldurmaya kalkar. Fakat dünya küçüktür, ahiretin yerini tutmaz. Bu sebeple de, dünyayı hayâlinde şişirip büyütür. İşi böylece hallettiğini zannettikten sonra da artık yapılan nasihat ve uyarıları dinlemez ve hatta hayâlinin yıkılmaması için bunlardan şiddetle çekinir ve onlara kötü tepki gösterir. İbretli hâdiseler de artık bu kalbi etkilemez ve ona anlamlı gelmezler. Tesadüf fikri onun tutunduğu daldır. "Bu da geçer!" tesellisi de onun koltuk değneğidir.
İlimler Açısından Kalbin Durumu
Kalb ayna gibidir; günahlarla kararır, hayırlarla cilalanır. Ayna parlak olduğu ve üzerinde perde bulunmadığı zaman, karşısındaki eşyanın suretleri ona aksedip içine yerleştikleri gibi, kalb de küfür ve günahkârlığın karanlığı ve kirliliğiyle örtülmediği zaman, ilgilendiği ve alâka duyduğu eşyanın hakikatleri ona aksedip içine girerler. Bu da o şeylerin bilgisinin kalpte hasıl olması sonucunu doğurur. Bu bilginin onda hâsıl olması için kalbin parlak olması, bilgiye talip olması ve konuya yönelip teveccüh ve dikkat, göstermesi lâzımdır. Bu şartlar gerçekleşmediği takdirde, ters çevrilen ayna olayında da olduğu gibi, bir şey görmek anlamak ve bilmek mümkün değildir. Bu sebeple, Kur'ân-ı Kerim'de şöyle buyurulmuştur:
"Bizim yolumuzda cihad edenlere yollarımızı göstereceğiz." (Ankebût, 69) Bu âyetteki cihadın bir mânası da doğru bilgiyi aramak ve bunun için cehd ve çaba göstermektir. Bunun kadar önemli olan diğer bir şart da bilgiyi olduğu gibi kabul etmeye niyetli ve istekli olmaktır. Bu ise şartlanmışlıktan, bir mezhep veya görüşün taassubundan hâli olmak ve gerçekleri peşin kabuller veya dünyevî mülâhazalarla değiştirmeye kalkmamak demektir.
Kalb hakikatlere ilgi duymadığı zaman, onlardan habersiz kalır. Bu yüzdendir ki, dünya ilimlerinde çok bilgili olan pek çok insan, din ilimlerinde câhillerden daha mahrumdurlar. Çünkü bilgi ilgi ister. Bunda şaşılacak bir şey de yoktur. İnsan bakmadığı zaman, önündeki koca kâinatı bile görmez. Görmediği şeyi de bilmez. Allah Teâlâ şöyle buyurmuştur:
"Göklerde ve yerde nice âyetler (deliller, dersler ve ibretler) vardır. Fakat onlar bu âyetlerden yüz çevirip geçiyorlar." (Yûsuf, 105)
Allah Rasûlü (as), "Her çocuk, İslâm fıtratıyla dünyaya gelir. Fakat anne ve babası onu telkinlerle kendi dinlerine çekerler." buyurmuştur. (Müttefekun aleyh) Bu hadiste sözü edilen İslâm fıtratı, İslâm’ı kabul etmek için şart olan kalbin sağlık ve temizliğidir. Anne ve babaların telkinleri, genel olarak da çocuklara verilen yanlış bilgi ve eğitim onların kalplerini bozucu ve kirletici etkiler yaparlar. Bundan sonra da bu insanlar temiz fıtrat dini olan İslâm’a karşı hasım ve düşman hâline gelirler. Allah Rasûlü (as) bir hadis-i şerifte de şöyle buyurmuştur:
"Şeytanlar, insanların kalpleri etrafında yığılıp onları örtmezlerse, bu kalpler göklerin melekûtunu (derinliklerini) görebilirler." (Geçti) Buradaki şeytanlardan maksat, sadece ilk akla gelen cinnî şeytanlar değildir; onlar gibi kalplerle hakikatlerin arasına girip perde oluşturmaya çalışan bütün unsurlar da buna dâhildir.
Allah Teâlâ şöyle buyurmuştur: "Allah, bir insana hidayet vermek isterse, onun kalbini İslâm’ı kabul edecek şekilde açıp genişletir. Bir insanı saptırmak isterse de, onun kalbini daraltıp oksijensiz kalmış gibi sıkıştırır." (En'âm, 125)
Allah Rasûlü (as) şöyle buyurmuştur: "İnsanların en hayırlısı, kalbi temiz ve pâk olan; kalbinde hile, zulüm, hıyanet, kin ve hased bulunmayan kimsedir."
İman Mertebeleri
İmanın üç mertebesi ve çeşidi vardır.
Birincisi, avam halkın imanıdır. Bu iman mertebesinde kalb kapalıdır. İman, çevrenin ve geleneğin etkisiyle kazanılır. Bu iman, geçerli olmakla birlikte son derecede zayıf ve dayanaksızdır. Her zaman şüpheye açık ve sönüp gitmek tehlikesine maruzdur.
İkincisi, kelâmcıların imanıdır. Bu iman mertebesinde de, genel olarak kalb kapalıdır. Bu mertebenin öncekinden farkı ve üstünlüğü, burada imanın bir takım aklî delillerle ispatlanması ve desteklenmesidir.
Üçüncüsü ise, kalpleri açık olanların imanıdır. Bu, en sağlam, en köklü ve en mükemmel imandır. Bu imâna şüphe sokmak mümkün değildir. Bütün dünya halkı başka türlü inansa ve başka şeyler söylese, her yer şeytanlarla dolup taşsa bu imanın sahibi bunlardan en ufak bir şekilde etkilenmez.
Bu üç iman mertebesini bir misâl ile izah etmek gerekirse, şöyle deriz: Bir insanın binanın içinde olduğuna üç şekilde inanılabilir.
Bunlardan birincisi, doğru sözlü olduklarına güvenilen kimselerin bunu haber vermeleridir. Bunlar bunu haber verince, o insanın binada olduğuna dâir inanç ve kanaat oluşur. Çünkü, bu kimseler yalan söylemezler. Yalan söylemeyen kimselerin sözleri de güven ve itmi'nan verir. İşte bu, avam halkın imanına misâldir. Çünkü bunlar, büluğ yaşına geldiklerinde anne, baba ve çevrelerinden Allah Teâlâ'nın varlığını ve O'nun ilim, kudret, hikmet ve rahmet sahibi olduğunu, Muhammed (sa)’ın hak peygamber olduğunu, haşır ve kıyâmetin hak olduğunu, cennet ve cehennemin iyi ve kötü insanların ebedî kalacakları mükâfat ve cezâ yerleri olduğunu ve kendilerinin bu şekilde iman ettiklerini duyarlar. Bunun üzerine onlar da iman ederler. Ancak, bu iman, muhalif sözlerin etkisiyle şüpheye sürüklenebilir. Kaldı ki, bu şekildeki iman sadece müslümanlara da mahsus değildir. Diğer din mensupları ve hatta müşrikler ve dinsizler de, inanç veya inançsızlıklarını bu şekilde kazanırlar.
İkincisi, binanın içindeki insanın sesini duymaktır. Onun senini duymak, onun orada bulunduğuna dâir kuvvetli bir delildir. Fakat, bu delile de bir dereceden sonra şüphe girebilir. Çünkü, sesler birbirine benzerler ve birinin sesi taklit de edilebilir. Bu sebeple, duyulan ses, o insanın sesi olmayabilir. Zayıf da olsa, bu ihtimal mevcuttur. Bu ihtimal, bu şekildeki bir imanı da kesin olmaktan çıkarır.
Üçüncüsü ise, bizzat binanın içine girip insanı orada görmektir. Binaya girip onu orada gözleriyle gören bir kimse, artık bu konuda hiçbir şüpheye açık değildir. Çünkü insanın kendi gözleriyle gördüğü şeyde tereddüt etmesi imkânsızdır. İşte, kalbi açık olup iman hakikatlerini bizzat gören bir kimsenin imanı da böyledir. Bu iman mertebesine hakikî marifet ve yakinî müşahede denir. Bu iman, ilim ve amelin müşterek meyvesi olan iç aydınlığının ürünüdür.
İlimlere Nisbetle Kalbin Durumu
Bil ki, ilimler ya aklî veya naklidirler. Aklî ilimler, akla dayanan, kaynağı akıl olan ilimlerdir. Naklî ilimler ise, şer'î ilimler, yani din ve şeriatın öğrettiği ilimlerdir. Bu ilimler nakil ve rivayete dayanırlar. Aklî ilimler de, ya uhrevî veya dünyevîdirler. Yani konuları ya ahirete müteallik olan iman, ibadet ve ahlâk bahisleridir; ya da dünyaya ait olan ve bu dünya hayatıyla ilgili bulunan bahislerdir. Aklî ilimler, diğer bir açıdan zarurî ve kesbî olmak üzere ikiye ayrılır. Zarurî ilimler, doğruluğu delil istemeyen ve kendiliğinden insan kalb ve dimağında oluşan bilgilerdir. Kesbî ilimler ise (bunlara, nazarî ilimler de denir), akıl ve dimağı çalıştırmak, delil aramak ve araştırmak sonunda kazanılan ilimlerdir.
Göz, maddî olan şeylerin suret ve görüntülerine makes olduğu gibi, kalb de bu ilimlerin manevî suret ve görüntülerine makestir. Göz kör olduğu zaman, görüntü alamadığı gibi, kalb de mühürlendiği zaman ilimleri almaz. Gözle kalb arasındaki bu benzerlikten dolayı, Allah Teâlâ, kalbin mühürlü hâlini körlüğe benzetmiş ve şöyle buyurmuştur:
"Allah bu kimselere lanet etmiş, onları sağırlaştırmış ve gözlerini kör etmiştir." (Muhammed, 23), "Rabbinden sana indirilen şeyin hak olduğunu bilen, kör olan gibi midir?" (Ra'd, 19), "Bu dünyada kör olan, ahirette beter kör olur." (İsrâ, 72), "Onların gözleri kör olmasa da, kalpleri kördür."(Hac, 46)
Kalbin ilim ve hakikatleri idrâk etmesini temin eden fıtrî nur ve ışığa 'basiret' denir. Ayet-i kerimelerde sözü edilen kalb körlüğü, Allah Teâlâ’nın yaratırken her kalbe soktuğu bu basiret ışığının küfür, nankörlük ve günahlar yüzünden sönmesidir. Bu ışık sönünce kalb, ışığını kaybeden göz hâline gelir. Işıksız bir gözün varlıkla yokluğu aynı olduğu gibi, böyle bir kalbin varlık ve yokluğu da aynıdır.
Kalple göz bu zikredilen cihette birbirine benzese de, kalbin körlüğü sonuç itibarıyla daha büyük bir musibettir. Çünkü, göz körlüğüyle dünya hayatı zarar görürken, kalb körlüğüyle ahiret hayatı kökten gider. Ayrıca, kalb kör olduğu zaman gözün görmesi de, idrâke dönüşmediği için fazla bir işe yaramaz. Halbuki kalb açıksa, gözün körlüğüne rağmen, ilim, marifet, edep ve fazilet öğrenmek ve bunlarla kemâl mertebelerine çıkmak mümkündür.
Allah Teâlâ, anlatılan benzerlikten dolayı kalbin ilim ve hakikatleri idrâk etmesini, görmek lafzıyla ifade etmiştir. Örneğin, Allah Rasûlü hakkında, "Onun kalbi gördüklerini yalanlamadı." (Necm, 11), İbrahim (as) hakkında da, "Biz İbrahim'e göklerin ve yerin gizli hakikatlerini gösterdik." (En'âm, 75) buyurmuştur.
Kalb açısından aklî ilimlerle şer'î ilimler arasındaki farka gelince; şer'î ilimler kalbin manevî hastalıklardan temizlenmesini ve kemâl bulmasını sağlarlar. Aklî ilimler ise, tek başlarına bu alanda çok az bir işe yararlar. Onun için maddî ilimlerinin çokluğuna rağmen, dinî ve şer'î ilimlerden yüz çevirenler, ahlâkî zaaflardan ve amelî kusurlardan kendilerini kurtaramazlar. Kur'ân-ı Kerim'de bunlar hakkında, "Allah onların kalplerini temizlemeyi irade etmediği için, onları dinî ilimlerden uzaklaştırmıştır. Onlara dünyada kötülüklerinin mahcubiyeti, ahirette de elemli bir azap vardır." (Mâide, 41) buyurulmuştur.
Gerçek bu olduğu için, insanların Kur'ân ve Sünnet nurlarından uzak iken, yalnızca fen ve madde ilimleriyle olgunlaşacaklarını zan ve iddiâ edenler, büyük bir aldanış ve yanılgı içindedirler. Aklî ilimler vücudu besleyen gıda gibidirler; şer'î ilimler ise ilaç gibidirler. Gıda ilaç yerine geçmediği gibi, aklî ilimler de şer'î ve dinî ilimlerin yerine geçmezler. Bu sebeple, ilacı bırakıp fazla miktarda gıda almak vücudun hastalığını gidermediği, hatta bazı hâllerde onu arttırdığı gibi; dinî ve şer'î ilimleri terk edince, yalnızca maddî ve aklî ilimlerle ahlâk ve nefsin kusurlarını gidermek de mümkün değildir. Hatta bu durumda bu ilimler çoğu kimselerin ruh, kalb ve akıllarını ifsat edip bozar. Aklî ilimlerle şer'î ilimlerin birbirine zıt olduklarını ve bir araya gelemediklerini zan etmek de kalb körlüğü ve cehâlet eseridir. Bunu böyle zannedenler, ya bu ilimlerin ikisini de bilmeyen veya onlardan sadece birini bilip diğeri hakkında kötü zan ve tahmin yürüten kimselerdir. Hakikatte ise, bu iki ilim tıpkı gıda ve ilaç gibi, insanların değişik ihtiyaçlarını karşılayan ve sonuçta birbirini tamamlayan şeylerdir. Bu sebeple, bunların ikisi bir arada olmadıkça, insanın (ve toplumun) bir kısım ihtiyaçları açıkta kalır ve onun mutlu olması zorlaşır.
Birbirine zıt olan şey bu ilimlerin kendileri değil, onlarla dünya veya ahiretin aynı öncelikle aranmasıdır. Bu sebeple, bu arayışta yalnızca dünya veya yalnızca ahirete öncelik vermek mecburiyeti vardır. Hz. Ali (ra)’ın benzetmesiyle, dünya ve ahiret bir terazinin iki kefesi gibidirler. Bu kefelerden hangisine fazla ağırlık konulsa, diğeri hafif kalır. Bundan dolayıdır ki, dünyaya öncelik verip onu esas maksat hâline getirenler, ister istemez ahiret işlerinde gevşek ve gönülsüz olurlar. Bunun gibi, ahireti öne çıkaranlar da dünyanın fuzulî işlerine, nefsin heva ve heveslerine karşı isteksiz ve talepsiz olurlar. Bunları bu işlere karşı isteksiz görenler, onları az zekâlı zannederler. Halbuki, onlar insanların en zeki ve akıllılarıdır. Az zekâlı ve akılsız olanlar ise, birincilerdir ki, bunlar dünyanın fâni ve geçici olduğunu, bitmek üzere bulunduğunu, ahiretin ise ebedî ve sonsuz olduğunu, bu itibarla onu dünyaya tercih etmenin gerektiğini anlamaktan âciz kalırlar ve bu idrâk aczi onlara çok pahalıya mal olur. Allah Teâlâ, bunlar hakkında şöyle buyurmuştur: "Onlar, hidayet karşılığında dalâleti satın almışlardır. Bu suretle yaptıkları ticaret kâr getirmemiş ve kendileri bu işte isabetli davranmamışlardır." (Bakara, 16), "Onlar, dünya hayatının görünen yüzünü bilirler; onun iç yüzünden ve ahiretten ise habersizdirler." (Rûm, 7), "Bize kavuşmayı beklemeyen, dünya hayatına razı olan, onunla yetinen ve âyetlerimizden gaflet edenlere bu kötü tutumlarından dolayı ateş vardır." (Yûnus, 7), "Bizi anmaktan ve dinimize uymaktan yüz çeviren ve bilgileri o kadarına yettiği için sadece dünya hayatını isteyen kimselerden yüz çevir." (Necm, 29)
Hasan el-Basrî (ra) şöyle demiştir: "Biz öyle bir nesle (Sahâbileri kasdediyor) yetiştik ki, siz onları görseydiniz, ahiret işlerine verdikleri şiddetli önemden dolayı onları deli zannederdiniz. Onlar da sizi görselerdi, dünyaya gösterdiğiniz bu şiddetli rağbetten dolayı size zındık derlerdi."
İnsanlar genelde ya aklî, ya da naklî ilimlerde uzmanlaşırlar. Bu gerçek, bu ilimlerin birbirine zıt ve ters olmalarından dolayı değil, insanın zihnî kapasitesinin ve kısa ömrünün bu iki ilimde birlikte uzmanlaşmaya yeterli olmamasından dolayıdır. Bu da aklî ilim alimleriyle naklî ilim âlimlerinin birbirine muhtaç olmaları sonucunu ve bunların birbirinden yüz çevirmemelerinin lüzum ve zaruretini ortaya çıkarır.
"Dinsiz ilim kör, ilimsiz din topaldır." denilmiştir. Kör ve topal birbirine muhtaç oldukları gibi, dinle ilim de birbirine muhtaçtırlar.
İlim Tahsil Etmekle O'nun İlhamına Mazhar Olmak Arasındaki Fark
Aklî ilimleri biraz evvel zarurî ve kesbî olmak üzere ikiye ayırdık. Zarurî ilimlerin hepsi ilham mahsûlüdürler. Bu sebeple, bu ilimlerde âlim-câhil, büyük-küçük ayırımı olmaksızın bütün insanlar ortaktırlar. Hatta, bu ilimlerin daha basit şekilleri bütün hayvanlara da ilham edilir. Hayvanlar, kendilerine ilham edilen bu ilimlerle hayatlarını sürdürürler. Allah Teâlâ, bu önemli gerçeği Hz. Musa'nın dilinden şöyle anlatmıştır:
"Rabbimiz, her şeyi yaratan ve onlara hidayet verendir." (Tâ hâ, 50)
Kesbî ilimlere gelince, bu ilimler genelde kitap okumak, tefekkür etmek ve araştırmakla elde edilirler. Ancak bazen bunlar da doğrudan doğruya Allah Teâlâ tarafından kalbe ilham edilirler. Kur’ân-ı Kerim'deki, "Allah'a hakkıyla kulluk edin ki, O size (ilimleri) öğretsin." (Bakara, 282) âyeti bu hakikate işaret etmiş ve ilhamın Allah Teâlâ'ya hakkıyla kulluk etmenin bir mükâfatı olduğunu bildirmiştir.
Bu ilhamın nasıl oluştuğuna gelince; daha önce de açıkladığımız gibi, Allah Teâlâ insan kalbini bir ayna gibi yaratmıştır. Eğer bu ayna küfür ve günahlarla kirletilip üzeri örtülmezse, diğer aynaların karşılarındaki şeylerin suretlerini çekip almaları gibi, kalb aynası da Levh-i Mahfuz'daki nurlu yazıların akislerini çekip alır. Levh-i Mahfuz ise, ilm-i ilâhîden (Allah Teâlâ’nın ilminden) mahlukata taalluk eden kısmının yazılmış bulunduğu büyük ve benzersiz bir kitaptır. Allah Teâlâ, bu mübarek kitap hakkında şöyle buyurmuştur: "Yaş ve kuru ne varsa, bu açıklayıcı kitapta mevcuttur." (En'âm, 59), "O, yazılmış bir kitaptır. Mukarreb (en yüksek derecedeki) melekler, onu okurlar." (Mutaffifîn, 21)
Meleklerin vasıf ve ahlâkını taşıyan ve onlar gibi, Allah Teâlâ'ya mutlak itâat ve kulluğu yaşayan kimseler de, mertebelerine göre, bu kitabı okurlar. Ancak bunların Levh'i okumaları, bilinen okumak şeklinde değil; Levhteki ışıklı yazıların Allah Teâlâ’nın irade ve kudretiyle kalbe yansımasıdır. Bu, ilhamın bir türüdür. Meleğin kalbe konuşması veya Allah Teâlâ’nın bilgiyi kalpte yaratması da ilhamın diğer türleridir.
İlhamın gelmesi ve kalpte oluşması kulun ihtiyar ve isteğine bağlı değildir. Onun zamanını da kendisi tayin edemez. Vahiyde de durum böyledir. Bu sebeple, Allah Rasûlü (as) da istediği zaman vahiy alamazdı. Vahiy, Allah Teâlâ’nın istemesi üzerine Cebrail (as) tarafından getirilirdi. Allah Rasûlü (as), Cebrail'e, "Niçin bizi daha sık ziyaret etmiyorsun?" diye sormuş, meleğin dilinden şu âyet indirilmiştir: "Biz ancak Rabbinin emriyle ineriz. İnişimiz, dönüşümüz ve bekleyişimiz O'nun tarafından tayin edilir. Rabbin hiçbir şeyi kendi hâline bırakmaz." (Meryem, 64)
İnsanların kalpleri genelde Levh-i Mahfuz'dan yansıyan bilgileri alabilecek parlaklıkta olmadığı ve üzerlerinde beşeriyet ve gaflet örtüsü bulunduğu için, genelde ilhamlar ilâhî lütuf esintileriyle bu perde kaldırılıp kalbe cila sürüldüğü anlarda gelirler. Bu esintiler ise, ibadet, zikir ve tefekkür sırasında ve şerefli zaman ve mekânlarda yoğunlukludur.
Gelen ilhamın Allah Teâlâ tarafından doğru olup olmadığının mihenk ve mi'yarı Kur'ân ve Sünnet'in açık ve kesin beyanlarıdır. Bu sebeple, bu beyanlara uyan ilhamlar, Allah Teâlâ tarafındandır; onlara uymayan ilhamlar ise şeytanın kalb ve dimağa üflediği dalâletlerdir. Kur’ân-ı Kerim'deki, "Şeytanlar, kendi dostlarına ilham verirler." (En'âm, 121), "Onlardan bir kısmı diğer kısmına (cinnî şeytanlar insî şeytanlara) aldatmak maksadıyla süslü ve gösterişli sözler ilham ederler." (En'âm, 122) gibi ayet-i kerimeler, şeytanların da ilhamlarının bulunduğunu haber vermiş ve aldatıp saptırmaya yönelik olan bu ilhamlara kanmamak için uyarıda bulunmuşlardır.
(Bütün ilhamların Allah Teâlâ tarafından olmaması gerçeği de, kitabî ilimlerin ilham ilminden daha sağlam ve dolayısıyla ondan daha üstün olduğunu kanıtlamaktadır. Bu da, bazı sufilerin kendilerini bâtın âlimleri, gerçek âlimleri de zahir âlimleri diye sınıflandırarak bâtın lafzından kendilerine bir üstünlük çıkarmaya çalışmalarının anlamsız ve boş bir gurur olduğunu göstermektedir. Kaldı ki, Allah Teâlâ yanında makbul ve üstün olmak, bâtın veya zahir âlimi olmakla değil, takva sahibi olmakladır. Allah yanında en aziz olanınız takvası en fazla olanınızdır." (Hucurât, 13) ayet-i kerimesi bu konuda şaşmaz ölçü ve yanılmaz hakemdir.)
İlham ilmini kazanmanın yolu nefisle mücadele etmek, onu kötülüklerden çekmek ve tâatlara zorlamak, dikkat ve himmeti Allah Teâlâ’nın razı olduğu işler üzerinde yoğunlaştırıp teksif etmek, fuzulî işlerden sakınmak ve kalbi kötü duygu, tasavvur ve tereddütlerden temizleyip arındırmaktır. Sufiler bu işleri yapmaya "riyazet" demişlerdir.
(Ancak kanaatimize göre, riyazeti ilim elde etmenin ve ilhama mazhar olmanın bir yolu olarak görmek yerine, onunla Allah Teâlâ’nın rızasını tahsil etmeyi, kıyâmet günündeki hesabın ağırlığından necat bulmayı ve cennetin yüksek derecelerini kazanmayı amaçlamak daha doğru bir yaklaşımdır. Çünkü ilim öğrenmenin esas yolu ilham değil, okumaktır. Bunun araçları da kitap, kalem ve mürekkeptir.
Bundan dolayıdır ki, Allah Teâlâ, beşeriyete gönderdiği ilk vahiy mesajında "Oku!" emrini vermiş, kalemle öğretimi bir nimet saymış, kitap ve kalemle yemin etmiştir.
Allah Rasûlü (as) da, "Kıyâmet gününde âlimlerin mürekkebi şehidlerin kanıyla tartılacaktır." buyurmuştur.
İlim öğrenmenin yolu ve kapısı okumak olunca, okuma emri "Evlere kapılarından girin." (Bakara, 189) ayetiyle de verilmiş olmaktadır.
Allah Rasûlü (as) da, Kur'ân öğrenim ve öğretimini teşvik ederek, "En hayırlınız Kur’ân'ı (ve Kur'ân ilmini) öğrenen ve öğretendir." buyurmuş, bunu ilhama bırakmamıştır. Kaldı ki, ilhama mazhar olmak için önerilen aşırı (insan takatini aşan) riyazet, ilme kapı açmak yerine aklı bozar ve hayâllerin ilim zannedilmesine sebep olur. Bu şekilde akıl dengeleri bozulan bazı sufiler, "şatıh" denilen saçma sapan ve abuk sabuk sözler söylemişlerdir. İlmini Kur'ân okumaktan alanlar ise, bu sözleri küfür sayıp onlardan şiddetle sakınmışlardır.)
Bir Misâl:
Rivayet edildiğine göre, Rum ve Çinli sanatkârlar, bir sultanın meclisinde sanat, resim ve nakış işlerini konuşmuşlar ve bu iki taifeden her biri kendilerinin bu işte üstün olduklarını ileri sürmüşlerdir.
Bunun üzerine sultan onları imtihan etmek istemiş ve her bir taifeye sarayının bir odasını vererek onu bahçedeki ağaç ve çiçek resimleriyle süslemelerini emretmiştir.
Rum sanatkârlar, bu iş için çok para harcayarak değişik renkte boyalar getirmişler ve bunlarla resim ve nakışları duvara geçirmeye çalışmışlar.
Çinli sanatkârlar ise, para harcayıp boya almamışlar ve bunun işçiliği için zaman da harcamamışlar; bunlar sadece cila getirmişler ve onunla duvarı ayna gibi parlatmışlardır. Duvar cilalanıp ayna gibi parlayınca da, bahçeyi olduğu gibi içine çekmiş ve onu tabiî ve üstün olan güzelliğiyle yansıtmıştır.
Sultan Çinli sanatkârların yaptığı işi görünce, onları daha çok takdir etmiş ve daha büyük lütuflarla mükafatlandırmıştır.
Çünkü birinci taifenin yaptığı işte beşerin kusurlu ve eksik sanatını, ikinci taifenin yaptığı işte ise Allah Teâlâ’nın mükemmel sanatının orijinalini görmüştür.
Bu misâl, karanlıkta bırakılmış bir kalbin ses ve harflerden ilim kazanması ile, amel ve ibâdet cilâsıyla parlatılmış bir kalbin Levh-i Mahfuzdan akisler alması arasındaki farkı gösteren bir misâldir.
Ayrıca, kitaplardaki ilimler sınırlı iken; amel ve ibadet, yani takva ile ilhama mazhar olanlar için yer ve gök ilimlerle doludur. Allah Teâlâ şöyle buyurmuştur:
"Gece ve gündüz değişimlerinde ve Allah’ın göklerde ve yerde yarattığı şeylerde takva sahipleri için deliller ve ilimler vardır." (Yûnus, 6)
Bunlar için Kur'ân da ilimler hazinesidir. "O muttakiler için kılavuzdur." (Bakara, 2)
(Not: İmam Gazali, ilhamı okumaktan üstün tutmuştur. Bu da, onun eleştirilen görüşlerindendir. Âlimlerin çoğunluğuna göre ise, okumak ilhamdan üstündür. Çünkü okumak yoluyla ilim kazanmak ve âlim olmak her zaman mümkün ve vâki iken, ilham yoluyla ilim kazanmış ve âlim olmuş insanlar yok denecek kadar azdırlar. Bundan dolayıdır ki, tasavvufta da öne çıkan ve çığır açan zatlar, hep medrese kökenli kimselerdir. Hem sonra, İmam Gazalinin kendisi, kitap okumasaydı, okumaktan üstün gördüğü ilhamla İhyâ kitabını yazabilir miydi? Mümkün değildir. Çünkü ne ondan önce, ne de ondan sonra böyle bir şeyi yapan olmamıştır.)
Takva ile aydınlatılmış ilme marifet denir. Marifette kalbi parlatan nur ve cila vardır. Kıyâmet gününde yararlı olan da bu nurdur. Allah Teâlâ şöyle buyurmuştur: "O gün, mümin erkeklerle mümin kadınların nurlarının onların sağ ve sol taraflarında yayıldığını görürsün. Ve onlara, 'Sizin müjdeniz, altında ırmaklar akan cennetlerde ebediyyen kalmaktır.’ denildiğini duyarsın. İşte büyük başarı bunların başarısıdır." (Hadîd, 12) Rivayet edilmiştir ki, kıyâmet gününde marifet sahibi olan âlimlerin nuru ufukları aydınlatırken, marifetsiz ilim sahiplerinin nuru ancak onların ayak uçlarını aydınlatır.
İlimdeki nur, takva ve sâlih amelin eseridir. İlmi marifet hâline getiren de bunlardır. Allah Teâlâ, "Bizim için cihâd edenlere kendi yollarımızı göstereceğiz." (Ankebût, 69) buyurmuştur. Bu ayet-i kerimede sözü edilen cihadın birinci mânası takva ve sâlih amel için çalışmaktır. Nitekim bir âyette de şöyle buyurulmuştur: "Ey iman edenler! Eğer Allah'a karşı takva hâlini gözetirseniz, O size doğru ve yanlışı ayıran ve hakkı gösteren bir ışık verecektir." (Enfâl, 29)
Allah Rasûlü (as), yaptığı dualarda Allah Teâlâ'dan bu nuru istemiş ve şöyle demiştir: "Allah'ım! Bana nur ver ve nurumu arttır. Kalbime nur koy, gözlerime nur koy, kulaklarıma nur koy; saçıma, cildime, etime, kanıma, kemiğime nur koy; kabrimi nurlandır." (Müttefekun aleyh) Ve şöyle buyurmuştur: "Müminin ferasetinden sakının. Çünkü o, Allah’ın nuruyla bakar." (Geçti)
Ebud-Derdâ (ra) şöyle demiştir: "Mümin, Allah Teâlâ’nın nuruyla bakar. Bu nur, Allah Teâlâ’nın onun kalbine attığı nurdur. Müminin dili de bu nura göre döner."
Amelle donatılmış ilme hikmet de denir. Allah Teâlâ, hikmetin önemini şu âyetle bildirmiştir: "Allah istediği kimseye hikmet verir. Kime hikmet verilirse, ona çok hayır verilmiş olur." (Bakara, 269) Allah Rasûlü’nün Sünnetine ve genel olarak Kur'ân ilmine de "hikmet" denir. Çünkü bunlarda mücerret ilim değil, amel eşliğindeki ilim vardır.
İlim amelle desteklenirse kalbe girer ve orada yerleşir. Aksi takdirde kulak ve dudaktan öteye geçmez. Allah Rasûlü (as) şöyle buyurmuştur: "İlim iki kısımdır. Bunlardan sahibine faydası olan ilim, kalbe giren ilimdir." (Geçti) Dil ve dudakta kalan ilim ise, sahibinin aleyhinde delil ve şahittir.
İlham şeklinde gelen ilme "ledünnî ilim" denir. Hızır (as)’a verilen ilim bu türdendir. Allah Teâlâ bu zat hakkında şöyle buyurmuştur: "Biz bu kulumuza kendi katımızdan bir rahmet verdik ve ona ledünnî olarak bir ilim öğrettik." (Kehf, 65) Ledünnî sözünün mânası, vasıtasız ve ilham yoluyla demektir. Bu türlü ilim verilen kimseye de "Rabbânî " denir. Bu isim de Allah tarafından öğretilmiş kimse demektir. (Bu ismin ikinci bir mânası ise, kendisini Rabbin yoluna adayan kimse demektir.)
İlmî (ilim hâlinde olan) kerametlerin hepsi ilham eserleridir. Bunun birkaç örneği şöyledir:
Hz. Ebu Bekir (ra), vefat hastalığında Hz. Aişe'ye şöyle demiştir: "Benden geriye kalan, sen, iki erkek ve iki kız kardeşlerindir." O bunu söylediği sırada, Hz. Aişe’nin iki erkek ve bir kız kardeşi vardı ve Hz. Ebu Bekir'in eşi hamileydi. Daha sonra bu hanım bir kız çocuğu doğurmuştur.
Hz. Ömer (ra) hutbe okurken, aniden, "Ey Sâriye! Dağa bak!" diye seslenmiştir. O sırada, Sâriye kumandasındaki İslâm ordusu çok uzak ülkelerde fetihlerle meşguldü ve o anda arkadaki dağ tarafından gelen bir düşman birliği tarafından vurulmak üzereydi. Bu durum, hutbe okuyan Hz. Ömer'e ilham edilmiş, kendisi de keramet kuvvetiyle uyarıda bulunup sesini yerine ulaştırmıştır.
Allah Rasûlü (as) şöyle buyurmuştur: "Sizden önceki ümmetlerde ilhama mazhar olan kimseler olmuştur. Bu ümmette de böyle birisi varsa o da Ömer'dir." (Müslim)
Enes şöyle demiştir: "Ben Osman'ı ziyarete giderken yolda bir kadın gördüm ve ona biraz dikkatlice baktım. İçeri girdiğimde Osman (ra) bana, 'Gözlerinde zinanın izleri olduğu hâlde bana gelirsin. Bilmez misin ki, gözlerin zinası harama bakmaktır.’ dedi. Ben hayret ederek, 'Allah Rasûlü’nden sonra vahiy mi var?’ dedim. Kendisi, 'Hayır! Bu vahiy değil, basiret ve ferasettir.’ dedi."
Ebu Said el-Harrâz (ra) şunu anlatmıştır: "Mescid'ul-Haram'a girdiğimde orada eski ve yamalı elbise giymiş bir fakir gördüm ve kendi içimden: 'Böyleleri insanların sırtında yüktürler.’ dedim. Adam dönüp bana baktı ve, 'Allah, içinizdekini bilir; O'ndan sakın.’(Bakara, 235) âyetini okudu. Ben, o düşüncemden pişman olup gizlice tevbe ve istiğfar ettim. Bunun üzerine de adam, 'O, kullarından tevbesini kabul edendir.’ ayetini(Şûra, 25) okudu."
Eş-Şiblî (ra) şunu söylemiştir: "Bir gün oturmuşken nefsimi muhâsebe ettim ve kendi kendime, 'Galiba ben cimriyim.’ dedim. Nefsimi itham ettiğim bu kötü huydan kurtulmak için de, 'Bundan sonra elime geçecek bir şeyi hemen götürüp bir fakire vereceğim.’ dedim.
Bu muhâsebeden biraz sonra yanıma Halife'nin bir hizmetçisi geldi ve onun tarafından bana gönderilen altmış altını bırakıp gitti. Ben de parayı alıp hemen evden çıktım ve bir fakir aradım. Biraz gidince, kör bir adamın berberde tıraş olduğunu gördüm ve yanına gidip parayı eline uzattım. Kör adam:
-Bunu tıraş ücreti olarak berbere ver, dedi. Ben:
-Bu az para değil, altmış altındır, dedim. Adam:
-Sen boşuna kendi kendine, 'Ben cimriyim.’ demedin, dedi. Adamın bu keşif ve ilhamına hayret edip parayı berbere uzattım. Berber, elini çekerek:
-Hayır, almayacağım. Çünkü ben bu adamı tıraş etmeye başlarken kendisinden ücret almamayı niyet ettim, dedi. Berberin bu âlicenaplığı da beni etkiledi ve elimdeki paradan iyice iğrendim. Ondan sonra da götürüp onu Dicle nehrine attım. Arkasından da:
-Sana değer verenleri Allah değersiz kılsın! dedim."
Hamza İbni Abdullah şöyle demiştir: "Ebu'l-Hayr et-Teynânî'yi ziyaret etmeye giderken kendi içimden, 'Ona selâm verip hatırını soracağım ve fakat evinde yemek yemeyeceğim.’ dedim. Kendisini ziyaret ettim, ondan sonra da çıkıp ayrıldım. Ben biraz gidince, baktım ki elinde bir tabak yemekle arkamdan geliyor. Gelip bana yetişti ve tabağı bana uzatarak: 'Artık evimde değilsin. Onun için bu yemeği yiyebilirsin.’ dedi."
Bu türlü keşif ve ilhamların hak olduğunu gösteren iki kesin kanıt vardır. Birincisi, doğru rüya hâlindeki keşif ve ilhamlardır. Bunlar rüya hâlinde olabilirlerse, uyanıklık hâlinde olmamaları için hiçbir sebep yoktur. İkincisi ise, Allah Rasûlü’nün tevatür derecesini bulan çok sayıdaki keşif ve ilhamlarıdır. Bu keşif ve ilhamlar vahiyden ve peygamberlikten ayrı şeyler oldukları için, onların Allah Rasûlü’nde görülmeleri, onun yolunda ve izinde olan sâlih ve muttaki kimselerde de görülebileceğini ortaya koyar.
Allah Teâlâ’nın bir semavî kitapta şöyle dediği rivayet edilmiştir: "Ben bir kulumun kalbine bakar da onda gâlip olan hissin beni anmak olduğunu görürsem, artık onu ben yönetirim, onunla ben oturup konuşurum ve kendisine ben ünsiyet veririm."
Şeytanın Kalbe Tasallut Etmesi
Bil ki, kalb, her yanında pencereler bulunan bir kubbe gibidir; bu pencerelerden devamlı surette onun içine algılar ve duygular girer. O bir hedef gibidir; her taraftan ona oklar gelir. O parlak bir ayna gibidir; eşyanın şekil ve suretleri birbiri arkasından onun yüzüne akseder. O bir havuz gibidir; ona doğru gelen kanallar ve borular ona dökülür. Kalbe giren bu şeyler de, ya duyu organları yoluyla bünyenin dışından; veya hayâl, şehvet, hırs ve gazap hisleri yoluyla bünyenin içinden gelirler. Çünkü insan, duyu organları yoluyla bir şeyle temas sağladığı zaman, onun kalbine bundan bir iz düşer. O kendi içinde şehvet, gazap veya hırs duyduğu, hayâl kurduğu veya düşündüğü zaman da aynı şekilde kalbinde bir etki hâsıl olur. Düşünmek de ya yeni bir şeyi tefekkür etmek veya eski bir şeyi tekrar zihne taşımak şeklinde olur. Bu iki türlüsüyle düşünme olayı, insan kalbini en çok etkileyen faaliyettir. Bu faâliyetin bir kısmı kalbi aydınlatıp insanı hayra davet ederler. Bir kısmı da bunun aksine, kalbi karartıp sahibini şerre çağırırlar. Bunlardan birinci kısma ilhâm, ikinci kısma ise vesvese denir, ilhamın arkasındaki sebepler melekler, vesvesenin arkasındaki sebepler ise şeytanlardır. Meleklerin görevi insana hayrı düşündürmek ve sevdirmek, ona gerçek bilgiyi öğretmek, hakkı açıklamak, onu iyi şeylere teşvik etmek ve ona güzel ümitler aşılamaktır. Şeytanların görevi ise, bunların tersi ve zıddı olan işler yapmaktır.
Allah Rasûlü (as) şöyle buyurmuştur: "Kalpte iki dürtü vardır. Bunlardan birisi meleklerin dürtüsüdür. Bu dürtü hayra meyletmek ve hakkı kabul etmek şeklinde ortaya çıkar. Bu dürtüyü hisseden, onun Allah Teâlâ tarafından olduğunu bilsin ve kendisine hamd etsin. (Allah Teâlâ’nın, bu dürtüyü kulunun kalbine sokmasına "tevfik", "inayet" ve "hidâyet" denir.) Diğer dürtü ise, şeytanların dürtüsüdür. Bu dürtü hayrı menetmek, şerre meyletmek, hakkı kabul etmemek şeklinde ortaya çıkar. Bu dürtüyü hisseden şeytan-ı recîm'den Allah Teâlâ'ya sığınsın ve o dürtüye uymaktan sakınsın. (Bu dürtünün kalbe sokulmasına Allah tarafından izin verilmesine de "idlâl" denir.)." (Tirmizî, Nesaî/el-Kübrâ)
Hasan (ra) şöyle demiştir: "İnsan kalbi melekten ve şeytandan gelen dürtülerle devamlı olarak tahrik edilir. Allah Teâlâ o kula merhamet etsin ki, bunları birbirinden ayırır ve melekten gelen dürtüye teslim olup şeytandan gelen dürtü ile mücâdele eder."
Allah Rasûlü (as) şöyle buyurmuştur: "Müminin kalbi Rahmân’ın iki parmağı arasında döner." Buradaki iki parmaktan maksat, ya Allah Teâlâ’nın nimet ve musibet vermek şeklinde tecellî eden kudretidir; ya müminin Allah Teâlâ’nın ilham ve tasarruflarına teslim olmasıdır veya dinin azimet ve ruhsat kısımlarına uymasıdır. Bu sonuncu mânaya göre, mümin, dinin azimet ve ruhsatları arasında dolaşır. O, normal hâllerde azimetlere uyar, zaruret ve meşakkat hâllerinde ise ruhsatları kullanır.
Kalb, yaratılış itibarıyla ilhamı da vesveseyi de kabul etmeye elverişlidir. Onu ilham veya vesvese tarafına meylettiren Allah Teâlâ'dır. Allah Teâlâ’nın onu ilhama veya vesveseye meylettirmesinin sebebi ise, insanın kendi iradesidir. İnsanın iradesini etkileyen de ondaki iyi ve kötü duyguların ağırlığıdır. Bu sebeple, bir insanda şehvet, hırs ve gazap hisleri ağırlıklı ve güçlü olurlarsa, onun iradesi şerre meyleder, Allah Teâlâ'da onun kalbini vesvese ve şeytana meylettirir. Buna mukabil, insanda Allah sevgisi, ahiret özlemi ve sevap arzusu ağırlıklı ve güçlü olurlarsa, o zaman da iradesi hayra meyleder, Allah Teâlâ'da onun kalbini meleğe ve ilhama meylettirir. Bu ikinci durumda şeytan vesvesesi de hayır ve doğru olanı istemekte insana yardımcı olur. Çünkü şeytan ve onun vesvesesine duyduğu nefret ve tepki insanı aksi istikamete iter. Bunun yanında, şeytanın vesvesesi, hayır ve doğru olanı tanımakta da yardımcı olur. Çünkü hayır ve doğru olan genel olarak düşmanın, özel olarak da şeytanın söylediği şeyin aksidir. Allah Rasûlü (as) şöyle buyurmuştur:
"Herkesin şeytanı vardır. Benim de şeytanım vardır. Fakat, benim şeytanım bana yalnızca hayrı söyler." (Müslim) Bu hadis-i şerif, Allah Rasûlü’ne mahsus olan bir durumu bildirmesinin yanında, bu söylediğimiz mânayı da ifade eder.
Şeytanları kalpten uzaklaştıran en güçlü amel, Allah Teâlâ'yı anmak ve zikretmektir. Onları davet eden en etkili vasıta ise gaflettir. Gaflet, Allah Teâlâ'yı aklına getirmemek, kul olduğunu ve bütün yaptıklarından sorumlu bulunduğunu göz ardı etmek, dünyanın fâni, ömrün muvakkat, ölümün muhakkak, cennet ve cehennemin hak olduğunu unutmaktır.
Câbir İbni Ubeyde şunu anlatmıştır: "Ben kalbimde duyduğum vesveseyi Alâ İbni Zeyyâd'a şikâyet ettim. Kendisi bana şöyle dedi: 'Kalb eve, şeytan da hırsıza benzer. Bir evde hırsızın işine yarayan bir şey varsa, kendisi eve girmeye çalışır. Aksi takdirde oraya girmez, girse de bir zarar vermez." Şeytanın işine yarayan şey ise, kalpteki dünya sevgisi, hevâ ve heves ihtilasıdır. İçinde bu türlü şeyler bulunursa, şeytan kalbe girer ve orada cirit atar, hatta taht kurup saltanat sürer. Bunlar bulunmazsa, şeytan kalbe girmez. Çünkü o zaman kalb onun için zindan olur. Bu sebeple, Allah Teâlâ İblis'e şöyle demiştir: "Benim kullarım üzerinde senin bir etkin yoktur. Senin etkin ancak sana tâbi olan sapıklar üzerindedir." (Hicr, 43)
İnsan ya Allah Teâlâ’nın kuludur, O'na itâat eder ve O'nun emirleriyle hareket eder; ya da heva ve hevesin kuludur, bunların emri altına girer ve onlara hizmet eder. Şeytanlar, Allah Teâlâ'ya kulluk edenleri etkilemekten âcizdirler. Onları belli bir ölçüde etkileyebildikleri takdirde de, onlar hemen kendilerine gelirler. Allah Teâlâ şöyle buyurmuştur: "Takva sahiplerine şeytandan bir vesvese dokunduğu zaman, onlar gecikmeden işin farkına varırlar ve gözleri açılır. Şeytanlarla arkadaş olmuş kimseler ise, onlar tarafından sapıklığa sürüldükçe sürülürler, kendileri de buna boyun eğerler." (Â'râf, 201,202)
Allah Teâlâ, şeytanların kalbe tasallutunu önlemek için, kendisinin zikredilip anılmasını ve kendisine sığınılmasını emretmiştir. "Şeytandan sana bir dürtü gelirse, Allah'a sığın." (A'râf, 200), "Kur'ân okuduğun zaman, şeytanın dürtüsünden Allah'a sığın." (Nahl, 98) "De ki: Rabbim! Şeytanların dürtülerinden ve bana yaklaşmalarından sana sığınırım." (Mu’minûn, 97, 98), "De ki: İnsanların kalplerine vesvese sokan, vesveseci ve hannas olan cin ve ins şeytanlarının şerrinden insanların Rabbi, sultanı ve ilâhı olan Allah'a sığınırım." (Nâs) Mücâhid, "hannas" kelimesinin tefsirinde şöyle demiştir: "Şeytan, kalbin üstünde şemsiye gibi açılır. Kişi Allah Teâlâ'yı zikrettiği zaman toparlanıp uzaklaşır. O zikri bıraktığı zaman, yine gelip kalbe çullanır." Böylece, Allah zikri ile şeytan vesvesesi ışık ve karanlık gibi bir birini kovalayıp dururlar. Sonunda Allah zikri gâlip gelirse şeytanın vesvese yapma gücü iyice zayıflar ve kendisi uzaklaşır. Allah unutulursa, o takdirde de şeytanın vesvese yapma gücü artar ve kendisi gelip kalbin üstüne temelli oturur. Kur'ân-ı Kerim'de, "Şeytan onların kalplerini istilâ etmiş ve onlara Allah'ı zikretmeyi unutturmuştur." buyurulmuştur." (Mücâdele, 19) Allah Rasûlü (as) da şunu söylemiştir: "Şeytan hortum gibi olan dudaklarını insan kalbinin üzerine bırakır. Eğer insan Allah Teâlâ'yı anıp zikrederse çekilir. Aksi takdirde onun kalbini bir lokma gibi ağzına alır." (Ebu Ya'lâ, İbnu Adiyy)
Şehvet gibi duygular insanın kanıyla yoğruldukları için; bu duyguları kötü yönde etkileyen vesveseler ve şeytanın tahrikleri de aynı şekilde kana karışır ve onunla birlikte kalbe girerler. Bundan dolayı Allah Rasûlü (as) şöyle buyurmuştur: "Şeytan, insanın kanında dolaşır. Onun mecrasını oruç tutarak daraltın." (Geçti) Bu hadis-i şerifte anlatılmak istenen şudur: Açlık, şehvet hissini zayıflatır. Bu his zayıflayınca da, şeytanın insana müdâhale imkânı azalır.
Şeytanın insan kalbine sokulmak için vasıta olarak kullandığı şehvet, cinsiyet arzusundan ibaret değildir. Buna her türlü gayr-i meşru istekler ve talepler dâhildir, insanı her yönden saran bu istek ve talepleri kasdeden İblis şöyle demiştir: "Ben insanlara önlerinden, arkalarından, sağlarından ve sollarından sokulacağım." (A'râf, 17) Allah Rasûlü (as), şeytanın her yönden insana sokulmasına önemli bir örnek vererek şöyle buyurmuştur:
"Şeytan insanın önüne çıkar ve ona, 'Sen babalarının dinini bırakıp müslüman mı olacaksın?’ der. Eğer, insan onu dinlemeyip müslüman olursa, bu sefer sağından gelip ona, 'Sen yerini yurdunu bırakıp hicret mi edeceksin?’ der. Eğer insan onu dinlemeyip hicret ederse, bu sefer solundan gelir ve ona, 'Sen mal ve canını tehlikeye atıp, evlâdını yetim, eşini dul bırakıp cihad mı edeceksin?’ der. Kim onu dinlemeyip bunu da yaparsa, onu cennete götürmek Allah Teâlâ üzerinde bir hak olur." (Nesaî)
Şeytanın bu dedikleri birer vesvesedir. Allah Teâlâ şöyle buyurmuştur: "Şeytan sizi fakirlikle korkutur ve bu korku ile Allah’ın emirlerine karşı gelmeye çağırır." (Bakara, 268) Şeytanın bu ve benzeri vesveselerine karşı, sık sık, "Eûzu billahi mi neşşeytânirracîm, ve lâ havle ve lâ kuvvete illâ billâhil aliyyil azîm" demek yararlıdır. Çünkü bu söz, kişinin şeytan şerrinden Allah Teâla’ya dehalet ettiğini ve kendi havi ve kuvvetinden teberri edip O'nun hıfz ve himayesine sığındığını ifade eder. Allah Teâlâ ise, kendisine sığınanları barındırır ve kendi hıfz ve himayesine dehalet edenleri korur. Bir ayet-i kerimede, "Kim Allah'a tevekkül ederse, Allah ona kâfi ve yeterlidir." (Talâk, 3) buyurulmuştur.
İnsan kalbinde kötü vesveseler bulunduğu kesindir. Çünkü bunların şu veya bu yöndeki dürtülerini herkes kendi içinde hisseder. Her bir şeyin sebebi ve etkeni bulunduğuna göre, bu vesveselerin de bir sebep ve etkeninin bulunması lâzım gelir. İşte bu sebep şeytandır. Şeytanı tanımak konusunda onun kötü vesveselerin sebebi ve etkeni olduğunu bilmek yeterlidir. Bunun dışında, onun mahiyetinin ne olduğu, cisim olup olmadığı, insan kanına ve kalbine nasıl ve şekilde girdiği gibi hususlar ise, hem bilinmesi zor ve hatta imkânsız, hem de bilinmesinde fazla yarar bulunmayan ayrıntılardır.
Şeytandan sakınma keyfiyetini öğrenmek ve fiilen ondan korunmaya çalışmak yerine, bu gibi ayrıntıları öğrenmeye çalışan ve dikkatini bu yöne çeviren bir kimse, o insana benzer ki, koynuna bir yılan girmiştir; fakat kendisi onu zararsız bir şekilde çıkarıp atmanın çaresini düşünmek ve bunu yapmak yerine, "Bu yılan nereden gelmiştir? Koynuma nasıl girmiştir? Rengi nasıldır?" gibi o anda gereksiz ve faydasız olan sorular sorup bunlara cevaplar arar. Hiç şüphe yoktur ki, bunlarla meşgul olduğu takdirde, kendisi henüz soru ve cevapları bitirmeden yılan onun işini bitirir. Bu sebepten dolayıdır ki, Allah Teâlâ şeytanın bizimle ilgisi bulunmayan mahiyetini değil, onun bizim için tehlike oluşturan vesveselerini, fiil ve hareketlerini bildirmiş ve onun bizim için düşman olduğunu belirtmiştir. Örneğin bir âyette, "Şeytan size düşmandır. Öyleyse, siz de ona düşman olun. O, kendisine inananların cehennem ehli olmaları için çalışır." (Fâtır, 6) buyurulmuştur.
Bir düşmanla fiilen muharebe ederken, bilinmesi gereken şey, onun aslı ve faslı değil, kullandığı silâh ve uyguladığı taktik ve tekniktir. Şeytanın kullandığı silâh ise hevesler ve şehvetlerdir. Onun için, ivedilikle yapılması gerekli olan iş, hangi heves ve şehvetlerin şeytanla ilişkili olduğunu ve bunlardan kurtulma çaresinin ne olduğunu öğrenmek ve uygulamaktır.
Tekrarlamak gerekirse, kalpteki ses iyiliğe davet edici ise o ses ilhamdır ve onun sahibi melektir; kötülüğe çağırıcı ise o vesvesedir ve onun sahibi şeytandır. İlham ve vesveseyi birbirinden ayırmak çok önemlidir. Çünkü vesveseyi ilham zannetmek her zaman mümkündür.
Şeytanın hilelerinden birisi de, şerri hayır şeklinde göstermektir. O bu hile ile hayra talip olanları da şerrin içine düşürür. Bu habis mahluk bilir ki, şerri şer olarak kalplere vesvese ederse, çok az kimse onu kabul eder. Açık olan şerri kabul etmek için, insanın din hissinden ve fıtrattan tamamen kopması lâzımdır. Çünkü din hissi de, fıtrat ve vicdan da açık olan şerre tepki gösterirler. Bu sebeple, şeytan çoğu insanlara maskeli yaklaşır ve onlara ifsadı nasihat, şerri de hayır şeklinde gösterir. Nitekim İblis, Âdem (as)’ı ve eşi Havva'yı yasak edilen ağaçtan yemeye sevk etmek ve bu suretle onları cennetten attırmak için telkinde bulunurken yemin edip şöyle demiştir: "Ben, hiç şüphe edilmesin ki, sizin için nasihat edenlerdenim." (A'râf, 21) Bundan dolayı, Busirî (ra) bir beytinde şöyle demiştir:
Nefis ve şeytana muhalefet et ve zıt git
Nasihat da etseler sana, et onları tenkit
Rivayet edildiğine göre, İblis İsâ (as)’a görünmüş ve ona, "Lâ ilâhe illallah, de!" demiş. İsâ (as), "Bu hak olan sözdür. Fakat onu senin telkininle söylemem." demiştir. Avcı, kuşu yakalamak istediği zaman, ona tuzağı değil, taneyi gösterir. Şeytan da insan avcısı olduğu için, aynı yöntemi kullanır ve gerekli gördüğünde şerre hak ve doğru olan bazı şeyler de katar. O bu hile ile, hak ve doğruya müştak olan pek çok âlim, abid ve zâhidleri bile tuzağa düşürüp helâk etmiştir. Kitabımızın "Gurur" bölümünde buna dâir örnekler zikredilecektir.
Şeytanın bu sinsi ve tehlikeli hilesini anlamak için, ilim ışığına, takva ve basiret nuruna ihtiyaç vardır. Bu, tıpkı karanlıkta olan bir tuzağı görmek için güneş ışığına ve göz nuruna ihtiyaç bulunması gibidir. Bundan dolayı Allah Teâlâ şöyle buyurmuştur: "Bu şeyleri ancak ilim sahipleri anlarlar." (Ankebût, 43), "Şeytan takva sahiplerini dürttüğü zaman, bunlar silkinir ve gerçeğin farkına varırlar." (A'râf, 201) İlim ve takva sahibi olmayanlar ise, şeytanın oyununa gelir ve hayır zannıyla şer işlerler. Bunlardan bazıları ölünceye kadar da bu oyunun farkına varmazlar. Allah Teâlâ, bunları kasdederek şöyle buyurmuştur: "De ki: Size en çok ziyana uğrayanları bildireyim mi? Bunlar, iyi yaptıklarını zannederek boşa giden işler yapanlardır." (Kehf, 103, 104), "Kıyâmet gününde Allah tarafından bunların önüne, hiç tahmin etmedikleri hesaplar çıkarılır." (Zümer, 47)
Bu âyetlerin tefsirinde, "Bu kimseler kötü işler yaparlar, fakat onları iyi işler zannederler." denilmiştir. Hatta bunlar, yaptıkları işlerin iyi ve doğru işler olduğuna o kadar inanırlar ki, "Kendilerine, 'Yeryüzünde fitne ve fesat çıkarmayın.’ denildiği zaman, 'Biz ancak ıslah edicileriz.’ derler." (Bakara, 11) İnsan ölmedikçe, onun kalbinden şeytanın vesveseleri kesilmez. Bu sebeple, bu vesveselerle mücâdele etmek de, fasılasız olarak ömrün sonuna kadar devam eder.
Bir adam Hasan el-Basrî'ye, "Şeytan uyur mu?" diye sordu. Hasan (ra) tebessüm ederek, "Şeytan uyusaydı, biz bir müddet dinlenirdik." diye cevap verdi. Şeytan uyumaz; lâkin karşısındaki mümin iman yönünden kuvvetli, ilim yönünden de mücehhez ve donanımlı olduğu zaman mecali kesilir, eli böğründe kalır.
Abdullah İbni Mes'ûd (ra) şöyle demiştir: "Müminin şeytanı bir deri bir kemikten ibarettir."
Kays İbni Haccâc şunu söylemiştir: "Şeytan benimle konuşarak:
-Sana geldiğim zaman deve gibiydim. Şimdi ise serçe gibiyim, dedi. Ben:
-Neden öyle? dedim. Şeytan:
-Çünkü sen Allah'ı zikredip O'na itâat ettikçe ben eriyorum, dedi."
Nasıl ki, bir şeyin hakikati ve orijinali tek, hilekârlar tarafından uydurulan taklidleri çok ise; hayır ve hak da tek, şeytanın bunlara benzetmeye çalıştığı şer ve bâtıllar da çoktur. Allah Rasûlü (as), bir gün önündeki toprak üzerinde bir doğru çizgi çizdi ve ashâbına, "Bu, Allah Teâlâ'nın yoludur." dedi. Ondan sonra bu çizginin sağında ve solunda bir çok eğri büğrü çizgiler çizdi ve şöyle dedi: "Bunlar da şeytanların yollarıdır. Bu yollardan her birinin başında bir şeytan vardır ve bu şeytan insanları kendi yoluna davet eder." Ondan sonra da, şu ayet-i kerimeyi okudu: "Benim yolum budur; hepiniz ona uyun..Başka yollara uymayın; bu yollar sizi benim yolumdan ayırırlar. Allah size bunu tavsiye ediyor. Umulur ki, bu suretle yanlış yollara uymaktan sakınırsınız." (En'âm, 153)
Şeytan, insanı hilelerle şer işlemeye ittiği gibi, bazen de kendi hatasıyla düştüğü bir çıkmazda onu açıkça buna (şer işlemeye) davet eder. Bunun tipik bir olayını Hz. Ali (ra) şöyle anlatmıştır:
"Vaktiyle bir kız ciddî bir hastalığa yakalanmış ve ailesi onu sâlih olmakla isim yapmış bir rahibe götürüp üzerine okumasını rica etmişler. Rahip, namahrem olan bir kadınla yalnız kalmanın haram olduğunu bildiği hâlde, kızı evinde tutmuş ve günlerce ona okumuş. Derken, kıza gönlünü kaptırmış ve onunla haram ilişkiye geçmiş. Kız bu ilişkiden hamile kalınca da, korkuya kapılmış ve yaptığı kötülüğün ortaya çıkmaması için ne etmesi gerektiğini düşünmeye başlamış. O zaman şeytan onun karşısına çıkmış ve kendisine, "Önünde bir tek çare vardır. Kızı öldürüp ailesine 'Öldü.’ diyeceksin." demiş. Rahip de katlin ne kadar büyük bir günah olduğunu bile bile kızı öldürmüştür." Allah Rasûlü (as) şöyle buyurmuştur: "Yasağın etrafında dolaşan bir kimse onun içine de düşer." (Müttefekun aleyh)
Şeytanın Kalbe Açılan Kapıları
Bil ki, insan kalbi bir yönüyle de kaleye benzer. Şeytan ise, düşman olduğu için, kalb kalesine girip onu istilâ etmek ve kendi egemenliği altına almak ister. Bu durumda yapılması gereken şey, kalenin kapılarını iyice kapatmak ve her bir kapının arkasında güçlü ve uyanık muhafızlar bulundurmaktır. Bu, kaçınılmaz bir iştir. Ancak bundan önce kalenin nerelerinde kapı, menfez ve zayıf noktaların bulunduğunu iyice tespit etmek, bilmek ve öğrenmek lâzımdır. Çünkü, bir tek kapı veya menfezin gözden kaçırılması, bütün savunmanın boşa gitmesine ve düşmanın oradan girip kaleyi istilâ etmesine yeterlidir. Şeytanın kalbe girmesini sağlayan kapılar ise insanın kötü huyları ve duygularıdır. Onun için bu huy ve duyguları iyi bilmek ve onların şeytana geçit vermesini önlemek lâzımdır. Bu huylar ve duygular (bunlar, aynı zamanda insanın veya kalbinin sıfatlarıdır) çoktur. En önemlileri ise şunlardır:
1- Şehvet;
2- Hırs;
3- Hased;
4- Gazap ve kızgınlık. Bu huy ve duygulardan birisinin insana galip gelmesi hâlinde, şeytan onu kapı gibi kullanıp oradan kalbinin içine girer ve kalbini istilâ edip hükmü altına alır. Çünkü bu huy ve duygular güçlendikleri zaman, akıl ve düşünceyi işlemez hâle getirirler. Halbuki insanı ve onun kalbini şeytana karşı koruyan güç, akıl ve düşüncedir. İmanın koruyuculuğu bile, aklı doğru istikamette çalıştırmak şeklindedir. Onun için şeytan şöyle demiştir: "İnsan sevdiği veya buğzettiği zaman ben akıl engeline takılmadan onun kalbine girerim. Bundan sonra, o kendisini bana karşı neyle koruyabilir?" Allah Rasûlü (as) şöyle buyurmuştur: "Bir şeyi sevmek insanı kör ve sağır eder." (Ebu Dâvûd) Bir sahabî, hangi ameli kendisine emrettiğini söyleyince, Allah Rasûlü (as), "Sana kızmamayı emrederim." buyurmuştur. Çünkü insan kızmadıkça aklını kullanır. Aklını kullandıkça da gerçeği görür. Sevgide de durum bunun aynısıdır. Ancak, bu hiç sevmemeyi önermek anlamında değildir. Çünkü sevgi iki kısımdır. Meşru olan sevgi aklı kötü yönde değil, iyi yönde etkiler ve hatta onu eğitir.
Şeytanın lanetlenmesine hased, Adem (as)'ın cennetten atılmasına ise hırs sebep olmuştur. Çünkü şeytan, Âdem'in Allah Teâlâ yanındaki değer ve itibarını kıskanmış; Âdem ise, cennetin bir sürü nimetlerine kanaat etmeyip yaklaşmaması emredilen ağacın meyvesini yemeye kalkmıştır.
Bu huy ve duygular, balıkçıların oltalarına benzetilmiştir. Balıkçılar oltalarıyla balık avladıkları gibi, şeytan da bu huy ve duygularla insanları avlar.
5- Doyuncaya kadar yemek. Bu şekilde yemek helâlden de olsa, şeytanın oltaları olan şehvetleri uyandırıp güçlendirir. Çok yemenin Allah korkusunun azalması, merhamet ve acıma duygusunun zayıflaması, ibadete karşı ağırlık ve tembellik hissedilmesi, yapılan nasihatin etkisini kaybetmesi, kendi sözünün de başkasında etki yapmamsı, çeşitli hastalık ve sağlık sorunlarının ortaya çıkması gibi kötü sonuçları da vardır.
6- Süslenme merakı. Şeytan bir insanda bu zaafı görürse, boynuna yular takıp onu istediği şekilde yönetir. Süslenme meraklısı olan bir insan, bütün ömrünü ve imkânlarını ev, eşya ve elbiselerinin süs ve ziyneti için harcar. Bu maksatla, haramlara da girer. (Örneğin, dinimiz erkeklerin altın ve gümüş eşya kullanmalarını haram etmiştir. Fakat, süs meraklısı olan kimseler, buna rağmen, altın yüzük, altın zincir ve altın saat kullanırlar. İpekli elbiseler için de durum budur.)
7- İnsanlardan bir şey beklemek. Bu beklenti kuvvetli olursa, şeytan insanı her çeşit riyakârlık, gösteriş, yağcılık, dalkavukluk ve hafiflik yapmaya sevk eder. Bu şeyler ise, bir sürü iç ve dış günahlara ve hatta şirk ve küfre vesile olan ahlâkî zaaflar ve çirkinliklerdir. Bu cümleden olarak, kendisinden bir şey beklenen kişi hak etmediği şekilde övülür, ona sahip olmadığı meziyetler isnat edilir ve onun emr-i maruf ve nehy-i münker yapılması vacip olan kötü hareketlerine karşı göz yumulur ve hatta bunlar te'vil edilip müdâfaa edilir. Halbuki Allah Teâlâ, "Hâinleri savunucu olma!" (Nisa, 105) buyurmuştur. Kaldı ki, insanlardan bir şey beklemek, çoğunlukla hayâl kırıklığına, bu da dargınlığa ve düşmanlığa sebep olur. Onun için, "Allah'tan başkasından bir şey ümit etme!" denilmiştir.
8- Acele etmek, vakti ve zamanı gelmeyen bir şeyi istemek veya bir işi yapmak. Allah Teâlâ, insanın aceleciliğini onun kötü sıfatları arasında zikretmiş ve, "İnsan acelecidir." (İsrâ, 11) buyurmuştur. Acelecilik, hayır gibi görünen işlerde de doğru değildir.
Bir heyet, Allah Rasûlü’nü ziyaret etmeye gelmişti. Uzun yoldan geldikleri için elbiseleri dağılmış, üst ve başları toz duman olmuştu. Fakat, Allah Rasûlü’nü görmenin heyecanıyla hemen mescide girerek kendisini ziyaret ettiler. Onlardan bir zat ise, işi bu şekilde aceleye getirmedi. Önce üstünü başını yıkayıp temizledi, elbisesine çeki düzen verdi. Ondan sonra girip ziyaret etti. Onun bu olgun hareketi Allah Rasûlü’nün hoşuna gitti ve kendisi bu zata, "Sende iki huy vardır ki, Allah onları sever. Bunlar hilim ve teennidir." deyip iltifat etti.
Allah Rasûlü (as) şöyle buyurmuştur: "Acelecilik şeytandan, teenni ise (acele etmemek ise) Allah Teâlâ'dandır." (Tirmizî)
Aceleciliğin kötü olması şundandır: Bir işin doğru olup olmadığını, doğru olması hâlinde de hangi şekilde yapılmasının daha iyi olacağını anlamak, bir müddet tefekkür, araştırma ve incelemeyi gerektirir. Bunu yapmadan gözü kapalı bir şekilde işi yapmaya kalkmak çoğu zaman yanlış veya eksik bir sonuç ortaya çıkarır. Ayrıca, şeytan, şer olan bir işin hakikatini öğrenmesine fırsat vermeden onu çarçabuk insana yaptırmak ister. Onun içindir ki, şeytandan gelen acelecilik, daha çok şer olan işlerde kendini gösterir. Hayır olduğu kesin olan ve nasıl yapılması gerektiği de açıkça bilinen işlerde ise, acele etmek değil, geç kalmak ve ağır davranmak kötüdür. Fakat şeytan bu işlerde acele etmeyi değil, yavaş davranmayı telkin eder. Bunun en yakın örneği namazdır. Namazın en sevaplı şekli, onu ilk vaktinde kılmaktır. Fakat şeytan, "Henüz vakit var; acelesi yok" diye vesvese yapıp gevşeklik verir ve namazın geciktirilmesine ve hatta vakit dışına çıkarılmasına çalışır.
9- İhtiyaç fazlası mal ve para bulundurmak. Eldeki mal ve paranın ihtiyaçtan fazla olması nisbetinde şeytanın dürtüleri de fazla olur. Bu fazlalığı nasıl korumak, nerede çalıştırmak, onunla ne yapmak gerektiği soruları kalbi meşgul eder, bu meşguliyetten yararlanan şeytan kalbe girer ve bu soruları kendi maksadına uygun bir şekilde cevaplandırmaya ve insanı yönlendirmeye çalışır.
Mal fazlalığı olan kimsede hırs uyanır, hırs uyanınca da bir şeyle yetinmek mümkün olmaz. Bu sebeple, hırslı bir insanın yüz altını olsa bin altın ister, dünyanın yarısı onun olsa, öteki yarısını da talep eder. Bundan dolayı, mal fazlalığı insanı zenginleştirmez, daha çok fakirleştirir. Kendisini en çok fakir hisseden kimse, en çok zengin olan kimsedir. "Hırs, hazır fakirliktir." denilmiştir. Allah Teâlâ buna işaret ederek şöyle buyurmuştur: "De ki: Siz Allah'tan hazinelere sahip olsanız, cimrilik edip infaktan çekinirsiniz." (İsrâ, 100)
Allah Rasûlü (as), gelirlerinden ailesinin yıllık nafakasını ayırır, bunun dışında kalanı dağıtırdı. Bundan sonra gelen bir mal ve para olursa, onu hiç bekletmeden elinden çıkarırdı. Bu fiilî sünneti yanında, sözlü olarak da, gıpta edilen insanı şu hadis-i şerifle belirtmiştir: "Malının fazlasını hayır için harcayan, sözünün fazlasını ise kendisine saklayan mümine ne mutlu!"
İnsan ya üretici, ya da tüketicidir. Üretici ise elindeki para ile gücünü aşan üretim ve iş yapmaya kalktığı takdirde, bu paranın bu işe yetmediğini görür ve daha fazla para bulmanın peşine düşer. Tüketici ise, mevcut para ile kendi alım gücünü aşan şeyler almak istediği zaman, bu para buna da yetmediği için, kalbinde paraya karşı arzu ve iştiyak duymaya başlar. Ahlâka değer vermeyen bir anlayışla bakılırsa, bu anlatılan durumlarda kötü bir şey görülmez. Çünkü, paraya ihtiyaç duymak ve parayı sevmek çalışmanın ve ekonomiyi ilerletmenin temel dinamikleridir. Ancak, ahlâkî değerler açısından bakıldığı zaman, bunların zararlı ve yıkıcı oldukları görülür. Çünkü fazla paraya ihtiyaç duymak ve onu sınırsız bir şekilde sevmek, onu temel değer hâline getirir. Bundan sonra o, her şeyin ölçüsü ve gayesi olmuş olur. Bu sebeple, para sevgisi, bazılarının zannettiği gibi, masum bir sevgi değildir. Bundan dolayı, bazı faydalarına rağmen, ahiret yolcuları paraya şer gözüyle bakmış ve mümkün mertebe ondan sakınmaya çalışmışlardır. Rivayet edildiğine göre, dünyaya ait hiçbir şeyi olmayan İsâ (as), bir gece uyurken başının altına bir taş bırakmıştı. İblis onu o hâlde görünce kendisine, "Ey İsâ! Sen de dünyaya rağbet ettin." demiş. İsâ (as), başının altındaki taşı alıp ona fırlatmış ve "Al! Bu da senin olsun!" demiştir.
10- Fakirlik korkusu. Bu korku, malı Allah yolunda ve hayır işlerinde harcamaya mâni, onu biriktirmeye ve hazineler oluşturmaya davetçidir. Bu ise ahiret azabına vesiledir. Allah Teâlâ şöyle buyurmuştur: "Altın ve gümüşleri Allah yolunda harcamayıp hazine hâlinde biriktirenleri elemli bir azapla müjdele;" (Tevbe, 34)
Fakirlik korkusu, kötülüklere sebep olduğu için; şeytan onu kalplere sokmaya çalışır. Allah Teâlâ, şöyle buyurmuştur: "Şeytan sizi fakirlikle korkutur ve bununla sizi cimriliğe ve kötülüğe sevk eder." (Bakara, 268)
Şeytan şöyle demiştir: "İnsanlar para kazanmaya çalışırken, onu harcarken ve onunla hayır ve sevap işlemek isterken benim sesimi kulaklarında duyarlar."
Sufyân Sevrî (ra) şöyle demiştir: "Şeytanın en keskin silâhı, fakirlik korkusudur. Bu korku bir insanın kalbine girerse, o insan haramlara tevessül eder, malının hakkını (zekât, sadaka vs.) vermez, (alıp satarken) yalan söyler, Allah Teâlâ hakkında da su-i zan eder." Çünkü Allah Teâlâ, öldürmek istemedikçe, her canlının rızkını vermeyi üzerine almıştır. Bunu teahhüt eden bir âyet şöyledir:
"Yer yüzünde hiçbir canlı yoktur ki, onun rızkı Allah’ın üzerinde olmasın." (Hûd, 6)
Şeytan şöyle demiştir: "Benim evim (vücutların açılıp avretlerin teşhir edildiği) hamamlar, benim meclisim cadde ve sokaklar, benim yiyeceğim Besmelesiz gıdalar, benim içeceğim içkiler, benim müezzinim çalgı âletleri, benim Kur'ân’ım şiir (şarkı ve türküler), benim sözüm yalan, benim tuzaklarım da kadınlardır."
11- Fikir ve görüşte taassup göstermek. Fikir ve görüşte taassup göstermek, fâsıklarda da, salihlerde de görülen yaygın bir yanlışlıktır. Şeytan, insanların ve özellikle müslümanların arasını başka bir yolla açmaktan âciz kaldığı zaman, onları fikir ve görüşlerde taassuba sevk eder ve bu yolla onları bir birinden koparır ve hatta düşman hâline getirir. Çünkü kendi inandığı fikir ve görüşte taassup sahibi olan bir kimse, bunları kendisiyle paylaşmayan kimseleri dalâlette görür ve buna dayanarak onlara karşı husumet ve kin besler. Bu kimse, fikir ihtilâfı sebebiyle müslümanlardan ayrılmayı, onları gıybet edip çekiştirmeyi ve onlara değişik şekillerde zarar vermeyi Allah yanında makbul amellerden sayar. Bu ise, şeytanın ona telkin ettiği bâtıl bir zandan ibarettir.
Bir kere, kendi fikrinin doğru, başkalarının fikrinin yanlış olduğunu söylemek ispat gerektiren bir iddiadır. Bu iddiayı ispat etmeden onu hakikat zannetmek ve ona dayanarak bir sürü haramları işlemek ve hatta bunları helâl saymak dehşetli bir dalâlettir. İkinci olarak kendi fikrinin doğruluğu ispat edilse bile, fikir ve görüş için müslümanlara kin ve düşmanlık beslemek, onlarla kardeşlik bağını koparmak ve onlara zulüm ve haksızlık etmek câiz değildir.
Taassup gütmekte şeytan dürtüsü bulunduğunun en açık bir delili odur ki, taassup sahibi fikirlerini tatlılık ve iknâ yoluyla neşretmeye çalışsa, daha iyi sonuçlar alabildiği hâlde, bu yola girmez; kısır bir yol olan, kalb kırıp günah kazandırmaktan başka bir işe yaramayan ve fakat elhak nefse zevk ve lezzet veren, kırıcılık ve sertlik yolunu tercih eder. Halbuki, muhalif fikirde olanlar müminler değil, kâfirler bile olsalar, onlara karşı uygulanması gereken tebliğ ve irşat yöntemi yumuşaklık ve inandırıcılıktır. Allah Teâlâ şöyle buyurmuştur: "Rabbinin yoluna hikmet ve güzel mev'ize ile davet et ve muhalif olanlarla en güzel bir şekilde mücâdele et." (Nahl, 125) Fiilî cihad ve kavga ise, ancak tecavüz hâlinde olan dış kâfirlere karşı yapılır. Allah Teâlâ şöyle buyurmuştur: "Allah yolunda ancak sizinle savaşanlarla savaşın ve bu sınırı aşmayın." (Bakara, 190) Dahilî kâfirlere gelince, bir ülkede eğer müslümanlar ekseriyette ve dinlerine bağlı şuurlu ve uyanık kimseler ise, bu kâfirler onlara düşmanlık yapmaktan çekinirler. Fakat onlar böyle değillerse, o zaman da kavga onların lehine değil, aleyhine sonuçlanır. Bu sebeple, bunlarla kavga etmeye, kalkışmak, bile bile zararı davet etmek ve kendilerini kendi elleriyle perişan etmektir. Bu da sefihlerin işidir.
Doğru fikirleri neşretmenin en güzel yolu, onları bizzat kendi hayatında ve işlerinde tatbik etmek ve bu suretle bunların güzelliğini ve güzel sonuçlarını gözler önüne sermektir. Sadece laf ile, söz ve tartışma ile doğru fikirleri yaymaya çalışmak, İslâm dininin tasvip ettiği bir yöntem değildir. Allah Teâlâ bu yöntemi kullanmak isteyenleri şu âyetlerle uyarmıştır: "Yapmadığınız şeyleri niye söylüyorsunuz? Yapmadığınız şeyleri söylemeniz, Allah yanında size büyük kızgınlık doğurur." Rivayet edildiğine göre Allah Teâlâ Hz. İsa'ya şunu vahyetmiştir: "Ey insan! Önce kendine va'zet ve va'zını kendin tut. Bunu yaparsan, başkasına da va'zet, Aksi takdirde benden utan."
Mezhep taassubu da bu cümledendir. Bu taassubun sebebi de, doğruya sevdalı olmak ve hakkın güzelliğine âşık olmak değil; halkı kendi etrafında toplamak, bununla şöhret ve itibar kazanmak ve bazı vakıfların gelirlerine el koymak gibi maddî mülâhazalardır.
Mezhepler hak, mezheplere uymak da hak, fakat belli bir mezhep için taassup göstertmek bâtıldır. Çünkü bu taassup, fitne, tefrika ve düşmanlık gibi şeytanî maksatlara hizmet etmekten başka bir işe yaramaz.
Hasan el-Basrî (ra) şöyle demiştir: "Duyduğuma göre İblis şunu söylemiştir: 'Ben Muhammed’in ümmetini günahlara teşvik ettim. Onlardan teşviklerime uyup günah işleyenler oldu. Fakat, bunlar hemen sonra pişman olup istiğfar ettiler ve bu suretle çabalarımı sonuçsuz çıkarıp ümidimi kırdılar. Bunu görünce ben yöntem değiştirdim ve bazı günahları onlara sevap ve ibadet şeklinde gösterdim. Artık onlar, bu günahları işleyince ne pişman olur, ne de tevbe ve istiğfar ederler." (Bu günahların başında da taassup yüzünden müslümanlara düşmanlık ve husumet etmektir.)
12- Siyasî kavga ve çekişmeleri takip etmek. (Bu, özellikle zamanımızda şeytanın en büyük fitne kapısı hâline gelmiştir. Parti ve siyaset adamlarının söz ve çekişmelerini hiç kaçırmadan günde birkaç kere radyo ve televizyonlardan büyük bir dikkat ve merakla dinleyen günümüzün insanları, zihin ve kalplerini ceviz kabuğunu doldurmayan bu karanlık, nursuz ve bereketsiz dedikodularla doldururlar. Ondan sonra da bunlar üzerinde delilsiz ve ilimsiz yorumlar yapmaya, haklı ve haksız taraflar bulmaya çalışır ve bir tarafı tutup diğer tarafı cerh ve tenkit etmeye ve kendi aralarında kavga ve çekişmeye girişirler. Bu abes meşguliyetle zaman geçer, ömür erir, zihin bulanır, kalb kirlenir, haklıya haksız, haksıza haklı denir, zâlim alkışlanır, mazlum mahkûm edilir. Ve bu günahlar işlenirken, herkes kendi hâlinden memnun ve hasmını mağlup etmenin sevinciyle mağrurdur. Hasan el Basrî'den biraz önce naklettiğimiz şeytan sözü bu insanların hâline ne kadar da uygundur.)
13- Allah Teâlâ’nın mahiyeti üzerinde tefekkür etmek veya söz söylemek. Bu, en tehlikeli iştir. Çünkü beşer ilim ve aklının yeterli olmadığı bu yüceler yücesi, inceler incesi, derinler derini konuda hataya düşmek küfre sebeptir. Bu sebeple Allah Rasûlü (as) ümmetine şu talimatı vermiştir: "Allah Teâlâ’nın zatında tefekkür etmeyin. (O sizin idrâk edemeyeceğiniz kadar büyüktür.) Fakat O'nun nimetlerinde tefekkür edin ve bunlardan dolayı O'na hamd ve şükredin." Bir hadiste de şöyle buyurmuştur: "Şeytan sana gelir ve 'Seni kim yaratmış?’ der. Sen, 'Beni Allah yaratmış.’ dersin. Bu sefer o, Allah'ı kim yaratmış?’ diye sorar. O bunu sorunca, sen ondan yüz çevir ve imanını tazeleyip 'Allah'a ve Rasûlü’ne iman ettim.’ de!" (Müttefekun aleyh)
(Allah Rasûlü’nün emir ve tavsiyesi bu iken, dinsiz filozoflar, sapık kelâmcılar ve sufî görünüşlü bir takım kimseler, Allah Teâlâ’nın zâtı hakkında ileri geri konuşmuşlardır. Bunlar bu suretle, Allah Rasûlü’nün talimatı dışına çıkmış ve hadlerini aşmışlardır. Allah Teâlâ, bu tiynette olan kimseler hakkında şöyle buyurmuştur: "Onlar kendi içlerinde kendilerini çok büyütmüşler ve azdıkça azmışlar." (Furkan, 21) Bu azgınların Allah Teâlâ hakkında bulup söyledikleri sözler de onları ve onlara uyanları küfre düşürmekten başka bir yarar sağlamamıştır. Hakikî sufîler ise, bunların Allah Teâlâ’nın büyüklüğü karşısında dilleri tutulmuştur. Bunlar konuştukları zaman da yalnızca şeytanın ortağı ve kötülüğün ikinci kaynağı olan nefsi şerh ve tahlil etmiş ve onun şer ve gailelerini ortaya çıkarmışlardır.)
Allah Teâlâ’nın dini hakkında da yeterli bilgiye sahip olmadan konuşmak câiz değildir. Müslümanların görevi, bilir bilmez bir hâlde dini tefsir etmeye ve yorumlamaya kalkışmak değildir. Onların görevi "müsellemât-ı diniyye" ve "zarurât-ı diniyye" denilen ve herkesin malûmu olan amel ve ibadetleri yapmak, açık olan haram ve yasaklardan kaçmak, bunun yanında, "nazariyyât" denilen, ilim ve ihtisâs gerektiren konulan da âlimlere bırakmaktır. Büyük günahlardan olduğu kesin olan zina etmek ve hırsızlık yapmak bile, ilmi iyice sağlamlaştırmadan helâl ve haram konularında konuşmaktan, dinin hükmü ve görüşü diyerek lafazanlıklar yapmaktan daha ehven günahlardır.
14- Müslümanlar hakkında su-i zan etmek. Bu, Kur’ân'ın açık ifadesiyle haramdır. Allah Teâlâ şöyle buyurmuştur: "Ey iman edenler! Zannın çoğundan sakının. Çünkü zannın çoğu günahtır." (Hucurât, 12) Bu ayet-i kerimede sakınılması emredilen ve günah olduğu bildirilen zan, ortada ispatlayıcı kanıt ve delil yokken, tahmin üzerine müslümanlar hakkında kötü şeyler düşünmektir. Kâfirler hakkında ise su-i zan câizdir ve bazen de vaciptir. Allah Teâlâ, bunlar hakkında şöyle buyurmuştur: "Onlara nasıl güvenirsiniz ki, fırsat bulsalar ne size ettikleri yeminlere, ne de verdikleri taahhütlere aldırmazlar. Sizi dilleriyle memnun etmeye çalışırlar, fakat kalpleri buna razı değildir. Onların çoğu fâsık kimselerdir." (Tevbe, Hâl bu iken, kâfirleri bırakıp müslümanlar hakkında su-i zan eden bir kimse, dinin bu konudaki hükmünü alt üst ve ters yüz etmiş olur. Şeytanın vesvese ve dürtüsüyle bir müslüman hakkında su-i zanda bulunan kimse, yine şeytanın tahrik ve dürtmesiyle ona karşı soğuk ve olumsuz bir tavır takınır, onun haklarını çiğner, ona ikramda kusur gösterir, onu kendi gözünde küçük görür ve gıybet yaparak onu başkalarının da gözünden düşürmeye çalışır. Bütün bu davranışlar da helâk edici günahlardır.
Öbür yandan müslümanları kendisi hakkında su-i zan etmeye sevk edip bu helâk edici günahları işlemelerine sebep olmamak için, herkesin de şüphe ve töhmet uyandırıcı hâl ve hareketlerden sakınması vaciptir. Allah Rasûlü (sa), "Şüphe uyandıran durumlardan sakının!" buyurmuş ve bu konuda kendi hayatından bir örnek vermiştir. Eşi Safiyye binti Huyey (ra)'a şöyle anlatmıştır:
"Bir akşam Allah Rasûlü (as) ile birlikte eve giderken, iki sahâbi ile karşılaştık. Bunlar kendisine karşı duydukları şiddetli edep ve saygı ile gözlerini yere dikip selâm verdiler ve geçmek istediler. Fakat Allah Rasûlü (as), onları durdurdu ve kendilerine, 'Bu yanımdaki hanım eşim Safiyye'dir.’ dedi. Onlar, 'Ya Rasûlullah! Senin hakkında bizim aklımıza kötü bir şey gelmez.’ dediler. Allah Rasûlü (as), 'Doğrudur. Fakat şeytan insanların damarında ve kanında dolaşır. Elinizde olmaksızın sizi su-i zanna itmesinden korktum.’ dedi." (Müttefekun aleyh)
İnsanlar, genelde başkalarını kendi nefislerine kıyas ederler. Onun için, en çok su-i zanda bulunanlar fâsık kimselerdir. Bu fâsıklar, kendi niyet ve amellerine kıyas ederek müslümanların iyi amellerini de kötü yorumlar ve altında kötü niyet bulmaya çalışırlar.
Bu sebeple, örneğin, müslümanlar namaz kılsalar, fâsıklara göre gösteriş için kılmışlardır; hacca gitseler bunlara göre riya için gitmişlerdir; bir muhtaca yardım etseler, bunlara göre bunu bir garaz ve çıkar için yapmışlardır. Bu huyları eskidir. Allah Rasûlü (as), cihad masrafı ve fakir fukara ihtiyacı için gerektikçe ashâbından yardım isterdi. Onlar da esirgemeden bulabildiklerini getirip verirlerdi.
Münafıklar ise, yardım etmemekle kalmaz, yardım edenleri de eleştirirlerdi. Çok getirenler için, "Riyakârlık emişler." derler; az getirenlerle de alay ederlerdi. Allah Teâlâ, bunlar hakkında şöyle buyurmuştur: "Sadaka verenleri eleştiren ve bulabildiklerini verenlerle alay eden o kimselerle Allah alay eder ve alay etmelerinin cezasını elemli bir azap şeklinde verir." (Tevbe, 79)
Buraya kadar zikredilenler gibi, şeytanın insan kalbine girmek için kapı olarak kullandığı pek çok yanlışlar ve zaaflar vardır. İnsanın her bir yanlışı ve her bir zaafı şeytanın onun kalbine girmesi için bir kapıdır. Bu kapılardan giren şeytan insana daha başka yanlışlar yaptırır ve onda daha başka zaaflar oluşturur. Onun için, ahlâkî zaaflardan ve fiilî yanlışlardan korunmaya çalışmak ve bunlarla şeytanın eline bir ip ucu vermekten sakınmak lâzımdır. Çünkü şeytan, eline geçirdiği küçük fırsatlardan büyük tahribatlar çıkarmak ve önemsiz görülen kusurlarla insanı büyük günahlara ve hatta küfre sürükleyip götürmekte mahirdir.
Kalpte kötü huylar ve kirli duygular bulunduğu takdirde, şeytanın oraya girmesini önlemek imkânsız hâle gelir. Kötülüklerden arındırılmış bir kalbe girmesini önlemek ise oldukça kolaydır. Bunun için, eûzu ve besmele okumak ve bir zikir yapmak yeterlidir.
O hâlde, öncelikle yapılması gereken şey, kalbi kötü duygu ve sıfatlardan (kibir, hased, hıyânet, hırs, tamah, dünya sevgisi gibi şeylerden) arındırmaktır. Çünkü şeytan aç bir köpek gibidir. İnsanın zaaf ve kusurları ise onun gıdasıdır. O, bu gıdayı bulduğu yere saldırır ve ona ulaşmaya çalışır.
Muhammed İbni Vâsih (ra) şöyle duâ ederdi: "Allah'ım! Sen bize bir düşman musallat etmişsin. Bu düşman bizim zaaflarımızı iyi bilir ve onlarla kalbimize girmek için yol bulur. Allah'ım! Onu kendi rahmetinden uzaklaştırdığın gibi, bizden de uzaklaştır ve onu kendi affından ümitsiz ettiğin gibi, bizi aldatabilmekten de ümitsiz et. Hiç şüphe yoktur ki, sen her şeye karşı güçlüsün." Allah Teâlâ’nın şeytanı insanlara musallat etmesi, onu yaratması anlamındadır. Fakat hakikî mânada onu kendine musallat eden insanın kendisidir. Bu yüzden Allah Teâlâ şöyle buyurmuştur: "Kim şeytanı kendine musallat ederse, şeytan onu saptırır ve cehennem azabına çarptırır." (Hac, 4) Şeytanı kendine musallat etmek; ona kalbinin kapılarını açmak, kötü huylar ve amellerle onu kendine çekmek demektir.
Zikretmenin, şeytan vesveselerini kalpten kovması, ilacın hastalıkları gidermesi gibidir. İlacın bu özelliği vardır, fakat onun bu özelliği göstermesi için perhiz yapmak da şarttır. Perhiz yapılmadığı takdirde ise, ilacın etkisi olmaz. Tıpkı bunun gibi, zikrin vesveseleri defetmesi için de, kalbin temiz olması ve takva taşıması şarttır. Bu şart gerçekleştiği zaman zikrin etkisi kesindir. Hatta bu durumda zikredenin kendi varlığı bile şeytanı uzaklaştırır. Bundan dolayı, Allah Rasûlü (as) Hz. Ömer hakkında şöyle buyurmuştur: "Ömer bir yolda gidince, şeytan o yolu terk edip başka bir yola gider." (Müttefekun aleyh) Bu şart gerçekleşmediği takdirde ise, zikrin etkisi azalır ve hatta bazen hiç etkisi olmaz. Bu durumda, zikre rağmen şeytanın kalpten uzaklaştırılmaması, kabul edileceği va'dedilmesine rağmen, duânın kabul edilmemesi gibidir. Bilindiği gibi, Allah Teâlâ, "Bana duâ edin, duanızı kabul edeyim." (Gâfir, 60) buyurmuştur. Fakat, diğer âyetlerden öğreniyoruz ki, bu va'din bazı şartları vardır. Onun için, bu şartlar yerine getirilmediği zaman, duânın kabul edilmesi va'dedilmiş olmaktan çıkar.
Bu sebeple, İbrahim İbni Edhem'e, "Niçin Allah Teâlâ duâmızı kabul etmiyor?" dediklerinde, o şöyle demiştir: "Siz devamlı surette Allah Teâlâ'yı kızdırıyorsunuz. Bu durumda O sizin duanızı kabul eder mi? Siz, kendisine iman ettiğinizi söylüyorsunuz, fakat O'na itâat etmiyorsunuz; Kur'ân okuyup ne dediğini anlıyorsunuz, fakat anladıklarınızı uygulamıyorsunuz; Allah Rasûlü’ne uyduğunuzu söylüyorsunuz, fakat onun sünnetini bir kenara atıyorsunuz; ahiretin hak olduğunu söylüyorsunuz, fakat onun için hazırlık yapmıyorsunuz; cenneti sevdiğinizi, cehennemden de korktuğunuzu söylüyorsunuz, fakat ne sizi cennete götürecek amelleri işliyor, ne de cehennemden uzaklaştıracak işlerden sakınıyorsunuz."
Zikrin bereketiyle şeytanın uzaklaştırılması, ayrıca şeytanı düşman bilme ve ona karşı düşmanca davranma şartına bağlanmıştır. Allah Teâlâ şöyle buyurmuştur: "Şeytan size düşmandır. Siz de ona düşman olun!" (Fâtır, 6)
Vehb İbni Münebbih şöyle demiştir: "Sen ahlâk ve amelinle şeytanın dostu iken, dilinle ne diye ona lanet okuyorsun?"
Soru ve Cevaplar
Soru: Melek ve şeytan asıl suretleriyle görülebilirler mi?
Cevap: Melek ve şeytan maddî varlıklar olmadıkları için, sadece maddî şeyleri görme yeteneğine sahip olan dünya gözüyle onların asıl suretlerini görmek mümkün değildir. Bu sebeple, Cebrâil (as), Peygamberimizin yanına genel olarak güzel yüzlü bir genç sahâbi olan Dıhye el-Kelbî suretinde gelirdi. Fakat, peygamberin gözlerine mucize gözlükleri takıldığı zaman o, bu meleği de, başka melekleri de asıl suretlerinde görürdü. Kur'ân-ı Kerim onun Cebrâil (as)’ı iki kere asıl suretiyle gördüğünü haber vermiştir. İlgili âyetler şöyledir: "Onu açık ufukta gördü." (Tekvir, 23), "Onu bir kere de Sidret'ul-Muntehâ önünde gördü." (Necm, 13)
Peygamber dışındaki insanlar ise, meleği de, şeytanı da ancak maddî bir suret içinde görebilirler. Onun için, Cebrâil (as), Meryem'in kendisini görebilmesi için, bir surete bürünmüştür. (Meryem, 17) Bazı velîler de, şeytanı köpek, domuz, maymun suretlerinde görmüşlerdir.
Soru: İnsanları ifsat edip bozan şeytan bir tane midir?
Cevap: Şeytan bir tane değildir. Şeytan ismi insan ismi gibi (bir cins ismi)dir. Onun için, nasıl ki, insan bir tek kişi değilse, şeytan da tek bir varlık değildir. İlk şeytan İblis'tir ve onun zürriyeti vardır. Bunların sayısı, insanların sayısından çok daha fazladır. Allah Teâlâ şeytandan bahsederken, onun ismini bazen tekil, bazen de çoğul olarak kullanmıştır. Onun tekil hâlinde kullanılması, bütün şeytanların mahiyet itibarıyla aynı şey olmalarından dolayıdır. Hatta bu habis mahiyeti taşıyan insanlar da şeytan olarak isimlendirilmiştir. (En'âm, 112; Nâs, 6)
Melekler de çoktur. Allah Teâlâ, bunlar hakkında şöyle buyurmuştur: "Rabbinin askerlerinin sayısını ancak O bilir." Bu âyetteki "Rabbinin askerlerinden" maksat, meleklerdir. Çünkü onlar, bir askerî disiplin içinde Allah Teâlâ'ya itâat eder ve emirlerini uygularlar. (Tahrim, 6)
Meleklerin vazifeleri, Allah Teâlâ'ya ibadet etmenin yanında, kâinatta olup biten işleri Allah Teâlâ'nın emir ve direktifleri istikametinde gerçekleştirmektir. Onların önemli bir görevi de, insanları şeytanların zarar verme teşebbüslerinden korumaktır. Kur’ân-ı Kerim'de buna şöyle işaret edilmiştir: "İnsanın önünde ve arkasında Allah’ın emriyle onu koruyan melekler vardır." (Ra'd, 11)
Kur’ân-ı Kerim, ilk insan olan Adem'in topraktan, ilk şeytan olan İblisin de ateşten yaratıldıklarını bildirmiştir. (A'râf, 12; Rahman, 14, 15)
Adem (as) yeryüzüne indirildiği zaman, Allah Teâlâ'ya duâ ederek, "Rabbim! Benimle arasına düşmanlık soktuğun şeytana karşı, eğer beni ve zürriyetimi korumazsan onun vesveseleri bizi helâk edecektir." demiş, Allah Teâlâ'da ona şu karşılığı vermiştir: "Sana ve zürriyetine, hayrı ilhâm eden ve sizi koruyan melekler vereceğim; kötülüklerinizi bir, iyiliklerinizi on olarak kabul edeceğim; ruhlarınız cesette olduğu sürece de size tevbe kapısını açık tutacağım."
Her şeyin, melekût âleminde bir veya birkaç sureti vardır. Bu suretler o şeyin hakikatine uygun ve münasip bir keyfiyettedirler. Şeytanın sureti bu âlemde onun hakikatine uygun olarak köpek, domuz, maymun, yılan, akrep suretleridir. Onun için şeytan şekillendiği zaman bu ve benzeri suretlere girer.
Rüyada görülen şeyler de, melekût alemindeki suretleriyle görülürler.
Sorumluluğa Tâbi Olan ve Olmayan Vesveseler
Allah Rasûlü (as) şöyle buyurmuştur: "Biriniz, içindeki vesveseyi konuşmadıkça veya onunla amel etmedikçe onun günahından muaftır (affedilmiştir)." (Müttefekun aleyh), "Allah Teâlâ, amelleri yazan meleklere şunu emretmiştir: 'Kulum bir günahı içinden geçirdiği zaman bir şey yazmayın; onu işlediği zaman da bir günah olarak yazın. Kulum bir iyiliği içinden geçirdiği zaman, kendisine bir sevap yazın. Onu işlediği zaman da kendisine on (bir rivayette de, yedi yüz) sevap yazın." (Müttefekun aleyh) Bu ve benzeri hadis-i şerifler, insanın kendi kalbine gelen vesveselerden dolayı sorumlu tutulmadığını ve muâheze edilmediğini ifâde etmektedir. Buna mukabil, bazı ayet-i kerimeler ise, onun bunlardan sorumlu olduğunu ve muâheze edildiğini bildirmektedirler. Örneğin, Allah Teâlâ şöyle buyurmuştur: "Siz içinizdekini açılasanız da, gizleseniz de Allah onun hesabını sizden soracaktır. Ondan sonra dilediği kimse için onu affedecek, dilediği kimseyi de onunla cezalandıracaktır. Allah her şeye kadirdir." (Bakara, 284), "Fakat Allah, sizi kalplerinizin kazandıklarıyla muâheze eder." (Bakara, 225), "Hiç şüphesiz, kulak, göz ve kalple neler yapıldığı sorulacaktır." (İsrâ, 36)
Bize göre, farklı hükümler ifade eden bu nassların (âyet ve hadislerin) konuları da farklıdırlar. Çünkü, kalbe gelen vesvese (kötülük arzusu) iki türlüdür. Bunlardan birincisi, gelip geçen bir anlık vesveselerdir. Bu vesveseler, vücudun kendisi için çekici gelen şeylerle karşılaşmasından hâsıl olan ve şeytan tarafından kalbe taşınan etkilerdir. Kalb, kendisine aksettirilen bu etkileri değerlendirip onların şer olduğunu anladığı zaman Allah korkusu ve O'na itâat duygusuyla onları reddettiği takdirde, buraya kadarki gelişmelerden dolayı her hangi bir sorumluluk doğmaz. Hatta, kalb bu vesveseleri Allah korkusu ve O'nun emirlerine saygı duygusuyla reddettiği için, sâlih bir amel ortaya çıkmış olur ve kul, bundan dolayı sevapla mükâfatlandırılır. Hadis-i şeriflerde sözü edilen vesveseler bu türlü olanlardır. Bunların ikinci türlüsü ise, sabit huy ve sıfat hâline gelen vesveselerdir. Bu türlü vesveseler (kötü arzu ve istekler), birincilerin aksine, vücudun dışarıdan aldığı geçici etkiler değildir; kalpte mekân kurmuş, yerleşmiş hastalıklar ve zaaflardır. Bu hastalık kabilinden olan kötü arzu ve istekler cesedi de harekete getirir ve kötülük yapmaya sevk ederler. Bu türlü vesveseler (şer ve günah arzuları) sorumluluğa tabidirler. İlgili âyetlerde kasdedilen vesveseler de bunlardır. Allah Teâlâ, değişik münasebetlerle münafıklardan bahsederken, "Kalplerinde hastalık vardır.", "Kalplerinde hastalık olanlar", "Kalplerinde hastalık bulunduğu için" gibi ifadeler kullanmıştır.
Daha değişik bir ifade ile izah etmek gerekirse, bir vesvesenin kalpte doğmasından fiil hâline gelmesine kadar dört aşaması vardır.
Bu aşamalardan birincisi, "akla gelme" aşamasıdır. ikincisi, kalpte heyecan oluşmasıdır. Bu iki aşamadaki vesveseler sorumluluğa tâbi değildir. Çünkü bunlar, irade dışında oluşan ve irade ile önlenemeyen hâllerdir. Üçüncü aşama, kalpte oluşan heyecanı istek hâline getirmektir. Dördüncü aşama da, bu isteği fiil hâline getirmeye karar vermektir.
Bu aşamalardaki vesvese, irade altına girdiği ve onun tarafından oluşturulduğu için, sorumluluğa tâbidir. Ancak, bu aşamalarda kul Allah korkusu duyup vesveseyi siler veya en azından onu ilk iki aşamaya geri iterse sâlih bir amel işlemiş olur ve sevap kazanır. Çünkü Allah korkusu ve O'na itâat düşüncesiyle kalbin vesveselerine, nefsin arzularına ve cesedin dürtülerine karşı koymak bir cehd ve çaba gerektirir. Bu cehd ve çaba, bütün sâlih amellerdeki cehd ve çabanın aynısıdır. Vesvese bu son aşamalarda iken, elde olmayan bir sebep onların gerçekleştirilmesini önlerse, günaha teşebbüs sorumluluğu ortadan kalkmaz. Çünkü günaha teşebbüs, Allah Teâlâ’nın hakkına taalluk eden yönüyle günahı işlemek gibidir. Günahın fiilen işlenmesi şartı ise, kul haklarıyla ilgilidir. Onun için Allah Rasûlü (as), bir hadiste şöyle buyurmuştur: "insanlar, niyetleri üzerinde haşredilirler." (İbnu Mâce) Bir hadiste de, "Kendi iradeleriyle birbirini öldürmeye kalkışan iki müslümanın ikisi de ateştedirler." buyurmuş ve sahâbilerin, "Katil tamam da, maktul niye ateştedir?" sorularına karşı da şöyle demiştir: "Çünkü o da arkadaşını öldürmeyi niyet eder." (Müttefekun aleyh) Ve bu niyetle Allah Teâlâ’nın yasakladığı bir fiile teşebbüs suçunu işler. Bu hadis-i şeriflerden anlaşılıyor ki, bir kimse gece içinde, sabahlayınca bir müslümanı öldürmek, içki içmek, faiz yapmak gibi bir günah işlemeye niyet etse, fakat sabahlamadan ölürse, niyet ettiği günah üzerinde haşredilir. Bir sâlih amel işlemeyi niyet ettiğinde de durum bunun aynısıdır.
Rivayet edildiğine göre, "Siz içinizdekini açıklasanız da gizleseniz de Allah onun hesabını sizden soracaktır." ayet-i kerimesi indiği zaman, ashâbtan bazı zatlar, Allah Rasûlü’ne gelip, "Bu âyetle bize gücümüzü aşan bir sorumluluk yüklenmiştir. Çünkü kalbimize, irademizin dışında hatıralar ve vesveseler gelir." dediler. Allah Rasûlü (as), onlara, "Siz de yahudiler gibi, Allah Teâlâ’nın emirlerini tartışmaya mı kalkıyorsunuz? Onları kabul edin ve, 'Duyduk, uyduk.’ deyin." buyurdu. Onlar da, "Duyduk, uyduk." dediler. Bundan sonra, şu ayet-i kerime indirildi: "Allah, kimseye güç ve iradesi dışında teklifte bulunmaz, sorumluluk vermez." Bu ikinci âyet birinci âyeti bir anlamda tahsis, bir anlamda da tefsir etti. Buna göre, vesvese irade dışında ise, sorumluluk yoktur. Fakat, iradeye tâbi ise, sorumluluk vardır.
Kalbin sabit sıfatları olan nifak, kibir, ucub, riya, hased, buğz, şirretlik, iffetsizlik gibi kötü hasletlerle; takva, merhamet, hayâ, ihlas, tevazu, iffet gibi iyi hasletler en mühim günah ve sevap kaynaklarıdır. Nitekim, Allah Rasûlü (as), takvadan bahsederken, kalbini göstermiş ve "O buradadır." (Müslim) demiştir.
Bu sıfatlar, irade ile benimsenmiş huy ve duygulardır.
Zikir Esnasında Vesvese Kesilir mi?
Bil ki, kalplerin arifi olan ve onların sıfat ve acaipliklerini bilen âlimler, bu meselede beş görüş ileri sürmüşlerdir.
Birinci görüşe göre, Allah Teâlâ’nın zikriyle vesvese bütünüyle kesilir. Çünkü Allah Rasûlü (as), "Kul, Allah Teâlâ'yı zikredince şeytan ondan uzaklaşır (diğer bir tercüme ile, şeytan susar.)" (Geçti) buyurmuştur.
İkinci görüşe göre, vesvese kesilmez. Fakat, kalb zikir ile meşgul olduğu için, onu duymaz veya az duyar.
Üçüncü görüşe göre, kalb zikir esnasında da vesveseyi duyar, fakat diğer zamanlara göre ondan daha az etkilenir.
Dördüncü görüşe göre, zikir ve vesvese nöbetleşe ve sıra ile kalbi işgal ederler. Bu, tıpkı ışığın yanıp sönmesi gibi bir olaydır. Çünkü burada da ışık ve karanlık nöbetleşirler. Onun için, zikir yapılırken kalb aydınlanır ve o zaman vesvese kaybolur. Zikir arasındaki susmalarda ise, aydınlık kaybolur ve vesvese ortaya çıkar.
Beşinci görüşe göre ise, kalb zikir ve vesvesenin etkilerini birlikte hisseder. Bu, tıpkı bir insanın aynı anda hem Kur'ân sesini, hem de haram olan müzik âletinin sesini duyması ve bunlardan ayrı ayrı etkilenmesi gibidir. Veya bunlar, tatlı ile ekşinin birbirine karışması gibi karışırlar ve kalpte ikisinin karışımı bir his duyulur.
Bu görüşler, mistik tecrübeler ve iç müşâhedeleriyle tesbit edilmiştir. Onun için de bir anlamda doğrudurlar. Ancak bize göre, zikir esnasında vesvesenin tamamen kesilip kesilmemesi vesvesenin türüyle alâkalıdır. Bu açıdan bakılınca, vesveseler şu türlere ayrılırlar:
1- Bâtılın hak suretinde gösterilmesi. Meselâ, şeytan insana vesvese vererek der ki: "Sen lezzetleri (lezzetli şeyleri, zevkli işleri, tatlı günahları) ne diye terk edersin? Halbuki, ömrün uzundur ve böyle uzun bir ömür boyunca nefsin arzusu olan lezzetlerden uzak durmak çok elem vericidir." Bu vesvese karşısında, eğer insan, Allah Teâlâ'ya imanını tazeler ve O'nun bu konudaki söz ve vaadlerini hatırlayıp, "Ömür uzun değildir. O, bir saniye içinde bitebilecek kadar kısadır. Uzun olan ise, ahiret ömrüdür. Haram zevklerden uzak durmak, bu saniyelik dünya ömründe elem vericisi ise, onun cezası olan cehennem ateşi de, uzun ve hatta sonsuz olan ahiret ömründe elem vericidir. Bu durumda akıl ve mantığa göre, hangi eleme katlanmak ve hangisinden kaçmak lâzımdır? Olması ile bitmesi bir olan geçici zevkler için, asırlarca ateşte yanmaya razı olmak, hangi hesaba göre doğru olabilir? Bütün akıl sahipleri tarafından yanlış bilinen ve pek çok insanları elemle kıvrandıran kumar bile, az koyup çok kazanma ümidine dayanırken, çok koyup az kazanmak gerçeğine dayanan günahları doğru bulmak mümkün müdür?" derse; yapılan vesvesenin bâtıl olduğu ortaya çıkar ve şeytan susmak zorunda kalır. Bunun için, Allah Rasûlü (as), "Şeytana direnme açısından bir âlim, bin âbid'ten daha güçlüdür." buyurmuştur. Çünkü, âlim, şeytanın vesvese ettiği yanlışların iç yüzünü ortaya çıkarır ve onları kirli paçavra gibi onun (şeytanın) suretine fırlatır.
Câhil olan ise, vesveselerin zahirine aldanır ve onları doğru zannedip şeytanın tuzağına düşer. Meselâ, şeytan ibadet eden bir insana ucub (kibirlenmek, kendi kendini beğenmek, amelini çok görmek) vesvesesini verip ona, "Kim senin kadar Allah Teâlâ'yı tanımış ve O'na canla başla ibadet ve tâat etmiştir?" der. Eğer insan bu yanlış ve bâtıl vesveseye karşı, "Allah Teâlâ'yı tanımak ve O'na ibadet ve tâat etmek O'nun önemli nimetlerindendir. Çünkü buna, ancak O'nun lütuf ve inayetiyle muvaffak olunabilir. Bu sebeple, bunu kendine mal edip onunla kibir ve gurura kapılmak yersiz ve yanlış bir iştir. Bunun hakkı şükürdür, şükür de hiçbir zaman tam olarak ifâ edilemez. Onun için, Dâvûd (as) şöyle demiştir: 'Allah'ım! Ben senin şükür hakkını nasıl ifâ edeyim ki, her ibadet ve tâat için şükrettikçe, bu şükür de şükretmeyi gerektirir.’ Kaldı ki, tartışmasız olarak Allah Teâlâ'yı en çok bilen ve O'na en çok ibadet ve şükreden insan Allah Rasûlü iken, kendisi, Allah'ım! Seni gerektiği kadar tanıyamadık ve sana gerektiği kadar ibadet ve şükredemedik.’ demiştir. Kendine ait olmayan meziyetleri kendine mal etmek veya kendi kusurlu işlerini mükemmel görmek himmet ve basiret erbabının huyu değildir. Bu duruma karşı, ben kendime ait olmayan iman ve itaate muvaffakiyeti nasıl kendime mal edebilirim? Hem, eksik olan marifetim ve kırık dökük olan ibadetlerim yüzünden kibir mi duymalıyım, yoksa mahcubiyet ve eziklik duyup tevbe ve istiğfar mı etmeliyim?" derse, vesvese kesilir ve şeytan çekilir.
İşte, bu iki örnekte olduğu gibi, bâtılı doğru gibi gösteren vesveseler, Allah'ı Teâlâ'yı zikretmek ve O'nun büyük olan hakkını düşünmekle kesilir.
2- Şehvetin (isteğin) tahrik edilmesi ve heyecan uyandırılması. Bu vesvese, kulun haram olduğunu bildiği ve buna kesin olarak inandığı şeylere karşı ise, zikir onu keser. Allah Teâlâ şöyle buyurmuştur: "Takva sahiplerine şeytandan bir dürtü geldiği zaman, bunlar Allah'ı zikreder ve hemen gerçeği görürler." (A'râf, 201) buyurmuştur. Hakikî mümin, Allah Teâlâ’nın yasakları önünde, tıpkı mayınlı bir arazi çizgisinde veya bir ateş çukurunun kenarında durduğu gibi durur. Kendisi bu hassâsiyetle dururken, şeytanın vesveseleri, onu yasakların içine itebilecek kadar güçlü olamazlar. Allah Teâlâ, hakikî müminleri tarif ederken, "Onlar, Allah’ın sınırlarını koruyanlardır." (Tevbe, 112) buyurmuştur. Allah’ın sınırları ise, haram ve yasakların önündeki sınırlardır.
3- Geçmiş, gelecek veya şimdiki zamanla alâkalı olan bazı şeylerin hatırlatılması ve düşündürülmesi. Her hangi bir fiile sevk etme durumu bulunmayan ve mücerret tasavvur planında kalan bu vesveseler, genel olarak zikirle azalır, fakat bütünüyle kesilmezler. Nitekim, en büyük zikir olan namazda bile, bu vesveselerin izleri görülür. Buna rağmen, bunların bütünüyle kesilmesi de mümkündür.
Bundan dolayı, Allah Rasûlü (as), "Kim iki rekât namaz kılar ve onun içinde dünyaya ait her hangi bir şeyi aklına getirmezse, onun geçmiş günahları affolunur." (Geçti) buyurmuştur. Ancak bu durum, zikirde istiğrak bulan ve bütün dikkatleriyle ona yönelen kimselerde görülebilir. Bu kimseler şeytan vesveselerini duymak bir yana, zikir ve ibadet esnasında vücutlarından bir parça koparılsa onu da duymazlar. Allah Teâlâ’nın sevgi ve marifetinde derinleşenlerin zikir ve ibadet hâllerinde enteresan örnekler görülmüştür. Bunlardan kimisinin kangren olmuş bacağı kesilmiş, kendisi duymamış; kimisinin evi yanmış, ateş ve duman içinde kalmış, fakat kendisi hissetmemiştir.
Ancak ara sıra ve özellikle zikir ve ibadet esnasında vesveseler tamamen kesilseler bile, bunların nihaî bir surette ve bir daha dönmemecesine kesilmeleri mümkün değildir. Çünkü, insanlar bu dünyaya şeytanla devamlı bir surette mücâdele etmek için getirilmişlerdir. Ömür boyu devam eden bu mücâdele, onların cenneti hak etmelerini veya cehenneme müstahak olmalarını sonuç veren yegâne etkendir.
Mücâdelenin bu öneminden dolayıdır ki, peygamberler bile ondan bütünüyle muaf tutulmamışlardır. Bu sebeple, onlar da zaman zaman ufak çaplı ve özellikle üçüncü türden olan vesveselere maruz kalmış ve bunlarla mücadele etmişlerdir. Örneğin, Peygamberimiz bir gün nakışlı bir elbise giymiş ve onunla namaz kılmıştır. Fakat selâm verince, "Bu elbisenin nakışları dikkatimi dağıttı." buyurmuş ve onu çıkarıp eski ve sade bir elbise giymiştir. (Geçti) Bir gün de parmağına altın bir yüzük takmış ve onunla minbere çıkmıştır. Hutbe okurken aniden, "Bu yüzüğe mi bakayım, size mi bakayım?!" deyip onu çıkarmış ve fırlatmıştır. (Buharî)
Allah Rasûlü (as), bu olaylarla hiç kimsenin vesveselerden ve dünyanın tabiî çekicilik ve cazibelerinden tamamıyla kurtulamadığı dersini vermiş ve bunlardan bir ölçüde kurtulmanın yolunu göstermiştir. O da vesvese veren şeylerden uzak durmak veya onları kendinden uzaklaştırmaktır. Vücudunu yağa batırmışken sineklerin üstüne konmamasını beklemek ne kadar yersiz bir beklenti ise, dünyanın süs ve ziynetlerini kullanmışken şeytandan kurtulacağını zannetmek de öylesine yanlış bir zandır.
Hakimlerden birisi şunu söylemiştir: "Şeytan, insana önce günahları süslü ve lezzetli gösterir. Şayet o, bunlara iltifat etmezse, bu sefer ona bid'atları doğru gösterir. O bunlara da takılmazsa, o zaman da ona dinde aşırılık telkin eder. O bundan da kendisini kurtarırsa, ona ucub ve kendini beğenmişlik telkin eder. Bu, şeytanın son tuzağıdır. Ondan da kurtulabilen bir kimse cennete gider. Fakat şeytan, son ümidi olan bu son tuzağı çok iyi kurar."
Kalbin Süratle Dönmesi
Bil ki, insan kalbi fırıldağa benzer. Fırıldak, rüzgârın esmesiyle döndüğü ve yön değiştirdiği gibi, kalb de manevî rüzgârlar olan ilham, vesvese ve diğer etkenlerle döner ve yön değiştirir. Bu sebeple, inanmışken birden inkâr eder, sevmişken birden nefret eder, yönelmişken birden sırt çevirir. Kalbin bu dönekliğinden dolayı, Allah Rasûlü (as), duasında, "Ey kalpleri çeviren Allah'ım! Kalbimi dinin üzerinde sâbitleştir." derdi ve bu duanın mânasını şöyle açıklardı: "Kalb, Allah Teâlâ’nın iki parmakları arasındadır; onu istediği şekilde döndürür. İsterse onu doğru tarafa çevirir; isterse eğri tarafa çevirir." (Müslim, Tirmizî, Hâkim)
Allah Rasûlü’nün kullandığı yemin sözlerinden birisi de "Kalpleri çevirene yemin ederim." sözüdür. (Buharî) O, kalbin dönüşü için şu misâlleri de vermiştir: "Kalb bir kuş gibidir; zıplayıp durur." (Hâkim), "Kalb, kaynayan bir tencere gibidir. Fıkırdayıp durur." (Ahmed, Hâkim), "Kalb, rüzgâr önündeki bir tüy gibidir; esintiye göre gidip gelir." (Taberanî)
Bu son hadislerin rivayet yönünden sıhhatleri tartışılsa bile, ifade ettikleri mâna doğrudur. Bu mâna, kalbin değişik etkiler altında dönüp değişmesidir. Bu etkilerin kaynağı ise duruma göre ya melekten gelen bir ilhamdır, ya şeytandan gelen bir vesvesedir, ya insanın kendi yaratılışıdır, ya da bir dış faktördür.
Kalpler Üç Sınıftır
Kalpler, sebat etmek veya dönmek açısından üç sınıftırlar.
Birinci sınıf kalpler, hayır ve tâat üzerinde sebat eden ve sabit duran kalplerdir. Allah Teâlâ bu kalpler için şöyle buyurmuştur: "Bilin ki, kalpler Allah’ın zikriyle itminan ve sebat bulurlar." (Ra'd, 28), "Allah, gerçekten iman edenleri dünyada da, ahirette de değişmez gerçek olan iman sözü üzerinde sâbitleştirir." (İbrahim, 27), "Allah onları takva kelimesi üzerinde sâbitleştirdi. Onlar bunun ehli ve lâyıkıdırlar." (Feth, 26), "Müminler, birleşmiş düşmanı görünce, 'Bu, Allah ve Rasûlü’nün bize va'dettikleri şeydir. Allah ve Rasûlü doğru vazetmişlerdir.’ dediler ve düşmanı görmek yalnızca onların iman ve teslimiyetlerini arttırdı. Müminlerden öyle adamlar vardır ki, Allah'a verdikleri sözde sebat ettiler. Bunlardan bir kısmı O'nun yolunda canlarını verdiler; bir kısmı da bunun için bekliyorlar. Onlar, sözlerini değiştirmediler." (Ahzâb, 22, 23)
Bu kalpler, Allah Teâlâ tarafından teyid ve takviye edilirler. Onun için, zorluklar karşısında da sarsılmaz ve dönmezler. Bu ilâhî teyid, onların takvasına, samimiyet ve temizliğine karşı bir mükâfattır. Bu ilâhî teyid sayesinde bu kalplerde şükür, sabır, korku ve ümit, tevazu, zühd, sevgi, rızâ, tevekkül, tefekkür ve muhâsebe sabit duygular ve değişmez sıfatlar hâline gelirler. Allah Teâlâ, bu kalplere ve sahiplerine şöyle seslenmiştir: "Ey itminan ve sebat bulmuş kalb (ve kalbin sahibi)! Razı olmuş ve kendisinden razı olunmuş bir hâlde Rabbine dön; benim kullarımın arasına dâhil ol ve cennetime gir." (Fecr, 29)
İkinci sınıf kalpler, şer ve masiyet üzerinde ısrar eden ve kötülüklerde sâbitleşen kalplerdir. Bu kalpler, nefis arzularıyla dolmuş, kötü huylarla kirlenmiş ve kötü duygularla mühürlenmişlerdir. Bu kalpler, bütün kapılarıyla şeytana açıktırlar. Allah Teâlâ’nın nuru ve meleklerin ışıklı ilhamı bu kalplerden çekildiği için, onlar gece gibi karanlık ve zift gibi siyahtırlar. Bu kalplerde dolaşan sadece şeytanlardır. Şeytanlar, bu kalplerde mekân tutmuş ve onların üstünde mutlak hâkimiyet kurmuşlardır. Bu kalplerde oluşan fikirler şer, duygular kirli, vesveseler zehirlidirler. Doğru düşünceler ve temiz duygular bu kalplerde yeşermez ve barınmazlar.
Allah Teâlâ bu kalpleri ve sahiplerini şöyle tanıtmıştır: "Onlar, küfür ve inkârda süratlidirler. Dilleriyle iman etseler bile, kalpleriyle iman etmezler. Yalanı zevkle dinlerler. Gerçekleri saptırırlar. Fitne ve fesattan ayrılmazlar. Allah bunların kalplerini temizlemek istememiştir. Dünyada rezillik içindedirler. Ahirette de onlara büyük bir azap vardır." (Mâide, 41. âyetin kısa özeti), "Bunlar doğru yolu görseler onda gitmezler; eğri bir yol bulsalar onda giderler. Âyetlerimizi tekzip eder ve onlardan habersiz yaşarlar." (A'râf, 146), "Dini tekzip ederler. Yetimi itip kakarlar. Miskine yardım etmeyi teşvik etmezler. Namazdan yüz çevirirler. Zekât vermezler." (Maun suresinin kısa özeti), "İşledikleri kötü ameller, kalplerini paslandırmıştır. Rablerinin rıza çizgisinden uzaklaştırılmışlardır. Onlar cehennemde yananlardır." (Mutaffifîn, 14) "Sağır, dilsiz ve kördürler. Hakka dönmezler." (Bakara, 18) "Şeytanın vesveseleri bu kimselerin kalplerinde üst üste yığılan karanlıklar gibidir." (Nur 40)
Üçüncü sınıf kalpler ise, melek ve şeytana, hayır ve şer ilhamlarına eşit bir şekilde açık olan kalplerdir. Bu kalplerde melekle şeytan, hayır ve şer ilhamları devamlı surette çekişme halindedirler ve birinin arkasından ötekisi gelir. Bu sebeple, meleğin ilham ve teşvik ettiği bir hayrı, şeytan bozmaya çalışır. Şeytanın vesvese ve telkin ettiği bir şerri de melek gidermeye çalışır. Bu çekişmede nefis şeytana taraftır; onu tasdik eder ve onun dediklerini benimseyerek tekrarlar. Akıl ise melekten yanadır ve onun ilhamlarını doğru bulup tasdik eder. Bu çekişme bazen ömrün sonuna kadar galip ve mağlup belli olmadan sürer. Bazen de bir müddet sonra bir tarafın galibiyeti ile sonuçlanır. Ve bundan sonra o taraf, kalbin hâkimi durumuna gelir. Artık kalpten duyulan ses onun sesi, kalbe gelen emir onun emridir. Böylece bu son sınıf kalpler de ya birinci, ya da ikinci sınıfa dâhil olurlar.
Nefis ile Aklın Karşılaştırılması
Nefis, şeytanın vesvese ve telkinlerini aynen kabul edip benimser ve onların haklı ve doğru olduğunu ispatlamak için de, etraftaki kötü örnekleri misâl ve delil olarak göstermeye çalışır. Ona göre, bu örneklerin varlığı onların doğru ve iyi şeyler olmaları için yeterli delildir. Akıl ise, şeytanın vesvese ve telkinlerini yanlış bulup reddeder ve kötü örneklerin delil olmadığını söyler. Bu sebeple, nefislerine uyan kimseler, etrafta gördükleri kötü örneklerden çok etkilenir ve onları hemen taklit etmeye kalkarlar. Akıllarına uyanlar ise, gördükleri şeyleri taklit etmeden önce onları tahkik eder ve doğru olup olmadıklarını incelerler. Nefis insana, "Bu titizlik nedir? Neden lezzetleri terk edip kendine eziyet veriyorsun? Senin gibi titizlik gösteren var mıdır? Herkes kendi keyf ve çıkarı peşinde değil midir? Sen bu hâlinle gülünç oluyorsun? Hangi zamanda yaşadığının farkında mısın? Herkes cehenneme gidecekse sen de oraya gitmeye razı ol." der. Akıl ise, "Hayır! Bu titizlik boşuna değildir. O, tâbi tutulduğumuz imtihanın gereğidir. Bu imtihan ancak bu titizlikle kazanılabilir. Bu öyle büyük bir imtihandır ki, bir tarafında bütün güzellik ve mutlulukların yeri olan cennet, bir tarafında da bütün musibet ve azapların mekânı olan cehennem vardır. (Merhum Bediüzzaman şöyle demiştir: "Her bir insanın başına öyle bir imtihan açılmıştır ki, eğer onun aklı olsa ve dünyanın yedi kıt'asına sahip bulunsa, bu imtihanı kazanmak için bunların hepsini fedâ eder.") Bu titizlik ve çekingenlik, keyf ve lezzetlere karşı değil, onların kaçınılmaz bedeli olan cehennem azabına ve ahiret sıkıntılarına karşıdır. Bazı kimselerin bir şeyler yapması, ne o şeylerin doğru olduklarını, ne de herkese yaradıklarını göstermez. İnsanların çoğunun cehenneme gitmesi de onun azabını hafifletmez. Onun için Allah Teâlâ, 'Siz zâlim olup cehennemi hak ettikten sonra, orada birlikte olmanız size bir yarar sağlamaz.’ (Zuhruf, 39) buyurmuştur. Sıcak bir Temmuz gününde bazı insanların güneş altında terlemesi, onun sıcaklığını azaltmaz. Ve serin bir yerde barınma imkânı olan bir kimsenin güneş altında terleyen bu insanları görünce gelip onlar gibi güneşte azap çekmeye rıza göstermesi delilikten başka bir şey değildir. (Onlar için de bir şey yapmak gerekirse, bu, onları da serin yere davet etmektir.) Helâk olanların hepsi geçici heveslerin kurbanlarıdır. Cennetin ebedî mutluluğuna talip olanlar, bunun bedelini de vermekten çekinmezler. Bu bedel, fâni heveslerin müptelâsı olmamak ve özellikle haram ve yasaklardan sakınmaktır." der. Allah Teâlâ, "Hayır peşinde olanlar cennette, fısk ve fücur peşinde olanlar cehennemdedirler." (İnfitâr, 13-14) buyurmuştur.
Şeytan önce kişiye Allah, ahiret, hesap ve kitabın olmadığını söyler. Bu korkunç telkini kabul ettiremezse, bu sefer onun bir gün tevbe edip affa uğrayacağını söyler. Allah Teâlâ şöyle buyurmuştur: "Şeytan insanlara (ileride tevbe edeceklerini) va'deder ve (nasıl olsa, Allah’ın kendilerini affedeceğini) söyler. O, böylece insanları oyalayıp aldatır." (Nisa, 120) Onun bu telkinle oyaladığı kimseler nefislerine uyan kimselerdir. Akıllarını dinleyenler ise, onun bu oyununu da bozarlar.