Fakrın Mahiyeti
Fakrın Fazileti
Kanâat Etmek.
Fakirlik mi, Zenginlik mi Efdaldir?.
Fakrın Edepleri
Zaruret Bulunmadıkça İstemenin Haram Oluşu.
Zühdün Hakikati
Zühdün Fazileti
Zühdün Dereceleri
Zühdün Kısımları
Zühdün Şer’î Hükmü.
Zühdün Alâmetleri
Bil ki, dünya sevgisi bütün hataların ve günahların başı ve kaynağıdır. Dünya buğzu da bütün tâatların ve iyiliklerin esası ve temelidir. Hâl bu olunca, ahirette kurtulmak için dünyaya buğzetmek ve dünya ile arayı açmak lâzımdır. Dünya ile arayı açmak da iki türlü olur. Birisi dünyanın insanı terk etmesi, diğeri de insanın dünyayı terk etmesidir. Bunlardan birincisine "fakr", ikincisine de "zühd" denir.
Fakrın Mahiyeti
Fakirlik demek olan fakr iki mânaya gelir. Birincisi, başkasına muhtaç olmaktır. Bu mânada bütün varlıklar eşit bir şekilde fakirdirler. Çünkü, hepsi hem var olmak, hem de varlıklarını sürdürmek için Allah Teâlâ'ya muhtaçtırlar. Allah Teâlâ ise ne bir kimseye, ne de bir şeye muhtaç değildir. Onun için Kur’ân-ı Kerim'de şöyle buyurulmuştur:
"Allah zengindir, sizler fakirsiniz." (Muhammed, 38)
"Ey insanlar! Sizler Allah'a muhtaçsınız. Allah (sizlere) muhtaç değildir." (Fâtır, 15) Ancak uyanık müminler Allah Teâlâ'ya muhtaç olduklarını kabul ve hissederken, kâfirler bunu kabul etmezler. Gâfil müminler ise, inanç olarak kabul ederlerse de, onu kalplerinde hissetmezler.
Fakrın ikinci mânası ise, muhtaç olduğu şeyi bulamamaktır. Bu mânadaki fakr öncelikle mal yokluğu anlamındadır. Çünkü mal, ihtiyaçları gideren vasıtadır.
Ancak mal, bir yönüyle hayır, bir yönüyle de şerdir. O, bir taraftan maddî ihtiyaçları gidermek suretiyle vücudu rahatlatırken, bir taraftan da akıl ve kalb üzerinde otorite kurup onları kendisine esir ve köle hâline getirir. Mal, bu hâliyle kulu Rabbinden koparan ve O'ndan uzaklaştıran en büyük puttur. Ancak akıl ve kalbin mala bağlanıp ona esir düşmeleri ve onu putlaştırmaları zorunlu değildir. Onun için, bu olmadığı takdirde mal şükredilmesi gereken büyük bir nimettir.
Maldan sakınılmasının lüzumu şeklinde yapılan rivayetler ise, mala kalbini kaptıran ve onu nefsin haram şehvetleri için kullanan kimselerle alâkalıdır. Çünkü mal gaye değil, vasıtadır. Vasıtalar ise yol açtıkları sonuçlara göre hüküm kazanırlar.
Bu sebeple, mal onu hayırda kullanan için hayır, şerde kullanan için şer, günahta kullanan için günahtır. Ancak malı hayırda kullanmak gibi, kalbini ona kaptırmamak da önemlidir. Kalb mala kaptırılırsa, ondan sonra onunla yapılan hiçbir hayır onu şer olmaktan kurtaramaz.
Allah Rasûlü (sa), Allah Teâlâ'ya muhtaç olmak ve bu ihtiyacını hissetmek şeklindeki fakrı istemiş ve şöyle duâ etmiştir:
"Allah'ım! Beni fakir olarak yaşat ve fakir olarak vefat ettir." Buna mukabil, mala muhtaç olmak şeklindeki fakrdan ise Allah Teâlâ'ya sığınmış ve bunun küfre sebep olabildiğini bildirmiştir.
Mal konusundaki fakr, kendi isteğiyle fakir olmak, yani fakirliği seçmek ve kaderin hükmüyle fakir kalmak şeklinde ikiye ayrılır. Kendi isteğiyle fakir olmak da iki türlüdür. Birincisi helâl dairesinde çalışıp kazanma imkânı varken tembellik edip kenara çekilmektir. Bu türlü fakirliğin İslâm'da yeri yoktur. Çünkü Allah Teâlâ çalışmayı emretmiştir. (Bkz: Ankebût, 17; Cumua, 10; Müzzemmil, 20; Bakara, 198; Nahl, 14; İsrâ, 12; Kasas, 73; Rûm, 46; Câsiye, 12)
Allah Rasûlü (sa) da "Allah'ım! Tembellikten sana sığınırım." diye duâ etmiştir. İkincisi ise, malı hayırda sarf edip bitirmektir. Bu türlü fakirliğin en büyük örneğini Allah Rasûlü (sa) vermiştir. Çünkü o, eline ne geçmişse akşam olmadan hayırda sarf edip bitirmiştir. Ashâb da onu örnek alıp aynı yolu izlemişlerdir. Allah Teâlâ bunları överek şöyle buyurmuştur:
"Kendilerini ihtiyaçta bırakıp malı muhtaçlara sarf ederler." (Haşr, 9) Malı bu şekilde muhtaçlara sarf etmelerine dair bir örneği Hz. Aişe'den verelim:
Allah Rasûlü’nün hanımı ve müminlerin annesi olan Hz. Aişe'ye hazinedeki senelik maaşı gelmişti. Hizmetçi bunu bildirince, kendisi fakir ve muhtaçları çağırmasını istemiş ve paranın tamamını bir iki saat içinde dağıtıp bitirmiştir. Hizmetçi kadın üzülerek ona, "Bari akşam iftarı için bir şey bıraksaydın." demiş, o buna da şu cevabı vermiştir: "Hiç aklıma gelmedi. Bana hatırlatsaydın, iftar için bir şey ayırırdık."
Fakirlik Allah Teâlâ'ya olan ihtiyacını bilmek, malı hayırda sarf edip elden çıkarmak veya kaderin hükmüyle fakir kalmak şeklinde olursa makbuldür. Bunların dışındaki fakirlik türleri ise makbul değil, dünya ve ahiret hüsranlarıdır.
Fakrın Fazileti
Bil ki, fakr da mal ve zenginlik gibi gaye değil, vasıtadır. Bu sebeple, o da hayırlı kazanımlara, tevazu, ihlâs, daha çok ibâdet, dünyayı sevmemek gibi güzel sonuçlara vesile olursa, bu ölçüde değerli ve faziletli olur. Bundan dolayı, Allah Teâlâ, Mekkeli sahâbileri medh ve övgü makamında "fakirler" olarak vasıflandırmıştır. (Haşr, 8; Bakara, 273) Bu, fakrın bu şartlar dahilinde övülen bir vasıf ve bir meziyet olduğunu gösterir.
Allah Teâlâ, fakir olma sıfatıyla Peygamberimize ve onun şahsında diğer fakirlere şunu da söylemiştir: "Bazılarını denemek için, kendilerini faydalandırdığımız dünya hayatının geçici (ve kısa ömürlü) olan mal ve servetine göz dikme. Rabbinin verdiği rızk (az da olsa) daha hayırlı ve akıbeti daha iyidir." (Tâhâ, 131)
Mekke'nin zengin müşrikleri, Allah Rasûlü’nden kendilerine fakirlerin bulunmadığı özel bir meclis ve sohbet tahsis etmesini istedikleri zaman Allah Teâlâ şu âyetleri indirmiştir:
"Rablerinin rızasını dileyerek sabah akşam O'na duâ ve ibadet eden (o fakir) lerle beraber ol; dünya hayatının süsü (mahiyetinde olan) mal ve zenginliği önemli bulup gözlerini bu fakirlerden çevirme; kalplerini bizi anmaktan ve anlamaktan gafil kıldığımız, nefislerine uymuş ve şımarmış (varlıklı) kimselerin sözüne uyma ve tekliflerine itibar etme!" (Kehf, 28)
Allah Rasûlü (sa) da bu mevzuda şunları söylemiştir:
"Allah Teâlâ, iffetli fakiri sever."
"Ashabımın (diğer bir rivayette ümmetimin) fakirleri zenginlerinden kırk sene (diğer bir rivayette beş yüz sene) önce cennete giderler." (Tirmizî ,Müslim)
"Allah Teâlâ, istersem benim için Mekke dağlarını altına çevirmeyi teklif etti. Ben, 'Hayır! Ya Rabbi! Şimdiki vaziyetimle bir gün aç kalıp bir gün yemek yemeyi tercih ederim. Böylece, aç kaldığım gün sana muhtaç olduğumu hatırlar, yediğim gün de sana şükrederim.’ dedim." (Tirmizî)
"Kim sabahladığı zaman kendisini sağlıklı ve güven içinde görür ve evinde o günün yemeğini bulursa, o kimseye sanki bütün dünya verilmiştir." (Taberanî)
"Cennete baktım ve onun çoğu sâkinlerinin fakirlerden oluştuğunu gördüm." (Ahmed)
"Allah Teâlâ, bir kulunu sevdiği zaman ona belâ ve musibet verir." (Taberanî)
"Allah Teâlâ kıyâmet gününde meleklere, 'Sevdiklerimi ön safa çıkarın.’ buyurur. Melekler, 'Bunlar kimlerdir?’ diye sorarlar. Allah Teâlâ, 'Onlar fakir ve musibetli kimselerdir.’ der. Bunlar ön safa çıkarılınca da, Allah Teâlâ kendilerine şunu söyler: 'Ben size değer vermediğim için dünyayı sizden uzaklaştırmış değildim. Aksine, bununla sizin bugünkü sevap ve sermayenizi çoğaltmak istedim. Bugün ne dilerseniz benden dileyin." Ebu Nuaym, Ebuş-Şeyh
İmrân İbni Husayn (ra) şunu anlatmıştır:
"Allah Rasûlü (sa), beni de yanına alarak kızı Fatıma'yı evinde ziyaret etti. Fatıma hasta olduğunu, üstelik yiyecek bir şey bulamadıkları için aç olduklarını söyledi. Allah Rasûlü (sa), peygamberlik ve babalık şefkatiyle gözleri dolmuş olduğu hâlde ona:
'Yavrucuğum! Kendini sıkma! Allah'a yemin ederim, ben O'nun yanında sizden üstün olduğum hâlde, üç gündür mideme yiyecek adına bir şey girmemiştir. Rabbimden
İsteseydim, bana hazineler verirdi. Fakat ben ahireti dünyaya tercih ettim.’ dedi."
Kendisi şöyle duâ etmiştir: "Allah'ım! Muhammed ailesine ihtiyaçtan fazla rızk verme." (Müslim)
Hanımlarına da şunu vasiyet etmiştir: "Ahirette bana kavuşmak istiyorsanız, fakirler gibi yaşayın." (Tirmizî, Hâkim)
Ebud Derdâ (ra) şöyle demiştir: "İki dirhemi olanın hesabı bir dirhemi olanın hesabından daha ağırdır."
Hz. Ali (ra) şöyle demiştir: "Malın helâli hesap, haramı azaptır."
Ebu Hureyre (ra) şöyle demiştir: "Üç insan hesap vermeden cennete giderler. Bunlardan birisi odur ki, üstündeki elbiseyi yıkamak ister, fakat onun yerine giyecek ikinci bir elbisesi yoktur. Birisi odur ki, ocağında bir öğün için iki çeşit yemek pişmez. Birisi de odur ki, ev halkından, 'Bana içecek verin.’ dediği zaman, 'Hangisinden?’ diye sorulmaz. Çünkü evinde bir çeşitten (ihtimal ki sudan) başka içecek yoktur."
Şöyle denilmiştir: "Allah Teâlâ, bir kimseye buğz edip O'nu gözden düşürdüğü zaman, dünyayı yağmur gibi üstüne yağdırır."
Bir adam İbrahim İbni Edhem'e on bin dirhem para vermek istedi. İbrahim almadı. Adam ısrar edince de İbrahim şöyle dedi:
"Sen on bin dirhem parayla adımı fakirler divanından (Allah yanındaki kütüklerinden) sildirmek mi istiyorsun?! Bundan vazgeç!"
Allah Rasûlü’ne nisbet edilen bir sözde şöyle denilmiştir: "Ey fakirler! Allah Teâlâ’nın hakkınızdaki takdir ve taksimine razı olun. O zaman fakirliğiniz size sevap kazandırır. Rızâ göstermezseniz, bir şey elde edemezsiniz." (Deylemî) Bu söz hadis olarak olmasa da mâna olarak doğrudur. Çünkü musibetlerin sevabı sabır ve rızâ şartına bağlanmıştır. Bunlar olmadan sevap verilmez. Kadere itiraz etmek ve kızgınlık göstermek ise sahibine günah kazandırır ve onu küfre götürür.
Zünnun şöyle demiştir: "Küfre en yakın olan kimse, sabrı olmayan fakirdir."
Kâ'b el-Ahbar şöyle demiştir: "Sana fakirlik geldiği zaman, ona, 'Ey sâlih kimselerin kaderi, merhaba!’ de!"
Atâ el-Horasanî şöyle demiştir: "İki adam deniz kenarında balık avlıyorlardı. Onlardan birisi oltasını atarken, 'Allah’ın adıyla!’ derdi. Fakat oltasına balık düşmezdi. Diğeri ise, 'Şeytanın adıyla!’ derdi ve bolca balık avlardı. Bu hâli mükerrer bir şekilde gören birinci adam, kırılmış bir kalple, 'Ya Rabbi! İmanım odur ki, işler ancak senin adınla başarılabilir. Fakat burada neden bunun tersi oluyor?’ diye sızlanır. Allah Teâlâ, bu mümin balıkçıya baygınlık verir (ihtimal ki, kederden bayılmış) ve o hâlde onun kendi yanındaki sevap ve sevinçleriyle ikinci balıkçının azap ve eziyetlerini kendisine gösterir. Ondan sonra balıkçı kendine gelir ve, 'Ya Rabbi! Razı oldum.’ der."
Bir hakîm şöyle demiştir: "Biçare insan! Fakirlikten korktuğu kadar ateşten korksaydı, ikisinden de kurtulurdu; zenginliğe rağbet ettiği kadar cennete de rağbet etseydi, ikisini de kazanırdı; halktan korktuğu kadar Allah Teâlâ'dan korksaydı, iki cihanda da emniyet bulurdu."
Abdullah İbni Abbas (ra) şöyle demiştir: "İnsanları zenginlik ve fakirlik yüzünden ayıran (onlara bu yüzden farklı muamele eden) bir kimse Allah Teâlâ’nın lanetine uğrar."
Lokman şöyle demiştir: "Elbisesinin eski olması sebebiyle kimseyi hor görme. Çünkü insan elbisesinden ibaret değildir."
Yahya İbni Muâz şöyle demiştir: "Fakirleri sevmek peygamberlerin ahlâkıdır; onların sohbet ve meclisini tercih etmek sâlihlerin sıfatıdır; onları küçümsemek de münafıkların huyudur."
Şöyle denilmiştir: "Allah Teâlâ'yı kalpleri kırılmış kimselerin yanında arayın."
Kanâat Etmek
Nasip olan rızk az olduğu zaman da onunla idare etmeye çalışmak (kanâat etmek) lâzımdır. Her şeyden evvel, kalbin huzur bulması ve mutluluk duymak buna bağlıdır.
Hz. Ömer (ra) şöyle demiştir: "Kanâat zenginliktir. Kanâat eden bir kimse insanlardan müstağni olur."
Abdullah İbni Mes'ûd (ra) şöyle demiştir: "Sana yeten az bir mal, seni bozan çok maldan hayırlıdır."
Ebud-Derdâ (ra) şöyle demiştir: "Malının artmasını ne diye arayıp durursun? Ömrünün her gün azaldığını görmez misin? Ömür azalırken malın artması akıllı insanı sevindirmez."
Bir hakîm şöyle demiştir: "Zenginlik, nasip olan şeyle yetinmek ve ondan fazlasını temenni etmemektir."
İbrahim İbni Edhem şöyle demiştir: "Nefis acıkınca bir somun ekmeğe razı olur. O hâlde, bundan fazlası ne işe yarar?"
Muhammed İbni Vâsih acıkınca, kuru bir ekmek çıkarıp suda ıslatır ve üstüne biraz tuz ekip yerdi. Ondan sonra da şöyle derdi: "Dünyadan bu kadar şeyle yetinen bir kimse sultanlara rekabet edebilir."
Bir hakîm şöyle demiştir: "Benim servetim sağlığım, iyi niyetim ve insanların elindekine göz dikmeyişimdir."
Şöyle denilmiştir: "Ey insan! Bütün dünya malı senin olsa, ondan ancak yiyeceğin kadar yararlanırsın. O hâlde, dünya malından sana yiyeceğin kadar verilmiş ve gerisinin hesabı başkasının üzerine atılmışsa sana iyilik edilmiş demektir."
Fakirlik mi, Zenginlik mi Efdaldir?
Bil ki, efdal, yani daha üstün olduğu tartışılan fakirlik ve zenginlik, ahiret hesabına kullanılan ve ahiret sevabı kazandıran fakirlik ve zenginliktir. Böyle bir fakirlik sabır ve rıza taşıyan ve daha çok ibadet etmeye imkân veren, böyle bir zenginlik de şükür ve infak'a (hayır yolunda harcamaya) vesile olandır. Bu durumda olmayıp tamamen dünya hayatına yönelik bulunan ve günahlara vasıta olan fakirlik ve zenginlik ise bu tartışmanın dışındadırlar. Çünkü bunların ikisi de kötüdür. Böyle olunca da bunlar arasında üstünlük tartışması yapılamaz. Ancak hangisinin daha kötü olduğu düşünülebilir.
Bunu belirttikten sonra diyoruz ki, bu mevzuda ihtilâf edilmiştir. Cuneyd gibi zatlara göre fakirlik zenginlikten efdaldir. İbnu Atâ gibi kimseler ise, malın hakkını gözeten ve şükreden zenginin sabreden fakirden efdal olduğunu söylemişlerdir. Bu ikinci grubun görüşünü teyid eden bir rivayette şöyle denilmiştir:
"Ashâbın fakirleri Allah Rasûlü’ne şikâyette bulunarak, zenginlerin çeşitli hayırlar yaptığını, zekât ve sadaka verdiğini, hac ve cihad için harcamalarda bulunduğunu, kendilerinin ise bu amellerin sevabından mahrum olduklarını söylemişlerdir. Allah Rasûlü (sa) onlara, 'Siz de Allah Teâlâ'yı çok zikredin ve bunun sevabıyla zenginleri geçin.’ (Bazı rivayetlerde, "çok zikredin." yerine, "Her farz namazından sonra otuz üç kere "subhanellah", otuz üç kere "el hamdu Hilafı", otuz dört kere "Allahu ekber" deyin" sözü nakledilmiştir.) buyurmuştur. Fakat zenginler bu olayı duyunca, onlar da zikretmişlerdir. Bunu gören fakirler tekrar Allah Rasûlü’ne müracaat etmişlerdir. Allah Rasûlü (sa) bu sefer onlara: 'Allah Teâlâ dilediği kimselere üstünlük verir ve istediği kimseleri üstün kılar.’ demiştir." (Müttefekun aleyh)
Zenginliğin üstün olduğu tezini savunanlar ise, Allah Teâlâ’nın bir isminin de "Ganiyy" olduğunu ve O'nun isimlerinin üstünlük ifade ettiklerini söylemişlerdir. Bun1ar, ayrıca fakirliğin yalnızca mal yokluğu olmadığını, onun Allah Teâlâ'ya karşı tevazu anlamına da geldiğini, zenginlerin de bu anlamda fakir olduklarını ve böylece bunların hem zenginliğin, hem de fakirliğin fazilet ve sevabını birlikte kazandıklarını ileri sürmüşlerdir.
Sehl'in de dahil bulunduğu Cuneyd grubu ise bunun aksini iddia etmiş ve zenginlik arzusunun, şeref ve güç sevgisinin hakikatte ilâhlık iddiası olduğunu ve dolayısıyla gizli şirk oluşturduğunu söylemişlerdir.
Bu iki grup arasındaki tartışmanın esası şudur: Allah Teâlâ’nın bazı isim ve sıfatları insanlar için de üstünlük ifade ederler. İlim, rahmet ve adâlet bu sıfatlardandır. O'nun bazı sıfatları ise insanlar için üstünlük ifade etmezler. Çünkü bunlar Allah Teâlâ'ya mahsus sıfatlardır.
Tekebbür, cebbarlık ve kahharlık bu sıfatlardandır. Bu iki tür sıfatlarda tartışma olmadığı hâlde, Allah Teâlâ’nın zengin gibi diğer bazı sıfatlarının insanlar için üstünlük ifade edip etmediği hususu tartışılmıştır. Bu sıfatların insanlar için üstünlük oluşturmadığını söyleyenler, kula kulluk vasıflarının yakıştığını ve bu vasıfların korku, ümit, tevazu, fakirlik ve acizlik olduğunu söylemişlerdir.
Sözü edilen sıfatların insanlar için de üstünlük oluşturduğunu söyleyenler ise, bu sıfatların Allah Teâlâ’nın sıfatlarının aynısı olmadıklarını, bu sebeple de Allah Teâlâ ile ortaklık mânası taşımadıklarını ve O'na karşı fakirlikteki korku, ümit, tevazu ve acizliğin hissedilmesini önlemediklerini söylemişlerdir.
Biz (İmam Gazali) ise bu konuda şunları söylüyoruz: Zenginlik ve fakirlik mücerret kavram olarak ne iyi, ne de kötüdürler. Çünkü bunlar da gaye değil, vasıtadırlar. Bu sebeple, onları iyileştirip kötüleştiren ve birbirinden üstün kılan şey onların sonuçlarıdır.
Bu açıdan bakınca, fakirliği üstün tutanlar, zenginliğin insanı gaflete düşürüp Allah Teâlâ'dan uzaklaştırdığını zannetmişlerdir. Halbuki, bu her zaman ve herkes için böyle değildir. Çünkü zenginlik yoluyla kendine gelip Allah Teâlâ'ya daha çok yaklaşanlar da vardır. Öbür yandan, fakirlik sebebiyle Allah Teâlâ'yı unutan ve yokluk acısı içinde denge ve istikametini kaybedenler de çoktur.
Tabiatıyla, zenginlik sebebiyle gaflete düşenler, fakirlik vasıtasıyla kendine gelip Rabbine dönenler de mevcuttur. Hâl bu olunca, kişilere göre değişen bu gibi konularda "şu veya bu efdaldır." şeklinde genel (herkesi bağlayan) hükümler vermek gerçeğe uygun değildir. Bu hükümler ancak bazı kimseler için doğru olabilirler. Çünkü bazı kimseler varlık içinde, bazıları da yokluk içinde Allah Teâlâ'yı bulurlar. Allah Teâlâ da insanlara özelliklerine göre ya zenginlik ya da fakirlik verir. Bu sebeple, O'nun bazılarına zenginlik vermesi kadar, bazılarına fakirlik vermesi de lütuf ve inayettir. Zahirî ve geçici teessürler de bunun lütuf olduğu hükmünü değiştirmezler. Bundan dolayı Allah Teâlâ şöyle buyurmuştur:
"Olabilir ki, siz bir şeyden hoşlanmadığınız hâlde, o şey sizin için hayırdır. Ve olabilir ki, siz bir şeyden hoşlandığınız hâlde, o şey sizin için şerdir. (İşlerin hakikatini) Allah bilir, siz bilmezsiniz." (Bakara, 216)
Diğer bir ifade ile, insanı Allah Teâlâ'dan gâfil kılan şey zenginlik değil, dünya sevgisidir. Bu sevgi ise, hem zenginde, hem de fakirde bulunabilir. Onun için, üstün olan, kalbine dünya sevgisi sokmayan kimsedir. Bu kimse zengin de, fakir de olabilir. Çünkü nice fakirler vardır ki, zenginlerden daha çok dünyayı ister ve onun hayaliyle yanıp tutuşurlar. Hâl bu olunca, bu gibi fakirlerin zenginlerden üstün olduklarını söylemek doğru bir hüküm değildir.
Dünya bütün gâfillerin sevgilisidir. Ondan uzak olan fakir gafiller, onu arzulamak ve onun hayal ve hasretiyle Allah Teâlâ'yı unutmuş, onu kucağında tutan gafil zenginler de onu muhafaza etmek ve korumak kaygısıyla kendisini unutmuşlardır. Bu sebeple, Allah Teâlâ'yı unutmak ve ondan gâfil olmak açısından bunlar arasında bir fark yoktur. Dünya sevgisi taşımadıkları takdirde ise, zengin de, fakir de Allah Teâlâ'ya yakın olurlar. Ancak bu durumda prensip olarak varlık yokluktan daha iyidir.
Varlıkla gaflete düşmek, yoklukla kendine gelmek söz konusu ise, bu durumda da yokluk ve fakirlik evlâdır.
Üstünlük hükmü böylece kişilere ve durumlara göre değiştiği için, bazı nass ve rivayetlerin fakirlik ve fakirleri, diğer bazılarının da zenginlik ve zenginleri üstün göstermeleri bir çelişki değil, bir gerçeğin ifadesidir. Ancak her şeye rağmen, sâlih kimseler, fakirliği zenginliğe tercih etmişler ve zenginliği kötüleyip onu övmüşlerdir. Örneğin, İsâ (as) şöyle demiştir:
"Dünya ehlinin malına gıpta ile bakmayın. Çünkü mallarının (altın ve gümüşlerinin) parıltısı imanlarının nurunu söndürmüştür."
Bir zat şöyle demiştir: "Parayı (altın ve gümüşü) sayıp çevirmek imanın tadını yok eder."
Şöyle denilmiştir: "Bir millet buzağıya tapıp yoldan çıkmışsa, o buzağının altın ve gümüşten olmasından ileri gelmiştir.".
Hz. Ali (ra) şöyle demiştir: "Ey sarı (altın)! Ben seni bilirim; benden başkasını aldat. Ey beyaz (gümüş)! Ben seni tanırım; benden başkasını kandır."
Şöyle denilmiştir: "Kalbi dünya malı ile meşgul ve meşbû (dolu) olan bir kimsenin ibadet etmesi, ateşi otla söndürmeye çalışmak gibidir." Yani, bu durumda ibadet etmek, genelde ıslah edici değil, ifsat edici olur. Çünkü kalbi dünya için çarpan bir kimse ibadetten etkilenmez. O ibadet ettiği zaman da ya riya karıştırır, ya kibre kapılır, ya da günahlarına rağmen kendisini pir-u pâk zanneder. Ancak bu gerçek, ibadet etmemeyi değil, bu derecede dünyaya zebun ve meftun olmamayı gerektirir.
Sufyân şöyle demiştir: "Fakirler üç şeyle zenginlerden üstündürler. Bu üç şey vücut rahatlığı, kalb huzuru ve hesap azlığıdır."
Şöyle denilmiştir: "Mal zengini kalb fakiridir. Mal fakiri ise kalb zenginidir."
Allah Rasûlü (sa) şöyle buyurmuştur: "Zenginlik mal çokluğu ile değil, kalb tokluğu iledir." (Müttefekun aleyh)
Zenginlik gibi, üstünlük de insanın kendi ruh ve cevherinin kaliteli olmasıdır. Onun için, ruh ve cevherde kalite bulunmazsa, mal gibi şeylerle zenginlik ve üstünlük olmaz. Bundan dolayı Allah Teâlâ, "Allah yanında (yani hakikate) en üstün olanınız, takvası en fazla olanınızdır." (Hucurât, 13)
Takva ise kalb ve ruhun olgunluk ve Allah Teâlâ'ya yakınlık ve bağlılık hâlidir. "Merkep ipek semer ve altın yularla yine merkep" olduğu gibi, kötü adam da, mal ve servetine rağmen yine kötüdür. Onun için Allah Rasûlü’ne nisbet edilen bir sözde şöyle denilmiştir: "Yalnızca malından dolayı zengin bir kimseye hürmet ve saygı duyan kimsenin dininin üçte ikisi gider."
Fakrın Edepleri
Bil ki, fakrın bir kimse hesabına fazilet sayılabilmesi için, onun bir kısmı kalbe ve bir kısmı fiil ve hareketlere yönelik olan bazı edeplere uyması şarttır. Bu edepler şöyledir:
1- Fakrdan, yani fakirlik ve yoksulluktan rahatsızlık duymamak; aksine, Allah Teâlâ’nın zorunlu takdiri ve hikmetli imtihanı olduğunu düşünerek onu hoş görmek. Bu şarta işaret eden bir sözde şöyle denilmiştir:
"Ey fakirler! İçtenlikle Rabbinizden razı olun. O'ndan razı olursanız, fakirliğinizin sevabını alırsınız. Aksi takdirde, elimize bir şey geçmez."
Hz. Ali (ra) da şöyle demiştir: "Fakirlik bazı kimseler için sevap, bazı kimseler için cezadır."
2- Fakirlikten dolayı şikâyet etmemek ve mümkün mertebe onu gizlemek. Allah Teâlâ, fakir sahabileri överek şöyle buyurmuştur:
"İffetlerinden (kendi hâllerini göstermemelerinden) dolayı câhil bir kimse onları zengin zanneder." (Bakara, 273)
Sufyân şöyle demiştir: "Amellerin en üstünü mihnet ve musibet zamanında hoş ve rahat görünmektir."
Ve şöyle denilmiştir: "Fakirliğini gizlemek sevapların hazinesidir."
3- Zenginleri mallarından dolayı kendisi gibi fakirlerden üstün görmemek ve mümkün mertebe kendi derecesindekilerle oturup kalkmak.
Es-Sevrî şöyle demiştir: "Fakir bir kimse zenginlerin peşinde koştuğu zaman bil ki, o riyakârdır ve onun dünya malında gözü vardır. Ve zengin bir kimse devlet ricalinin kapısında dolaştığı zaman bil ki, o devleti soymaya çalışan bir hırsızdır."
4- Fakirlik sebebiyle ibadette gevşeklik göstermemek. Çünkü fakirliğin sevabı, terk edilen ibadetin yerini tutamaz.
5- Kendi hâline göre (karınca kaderince) hayır yapmaktan geri durmamak. Allah Rasûlü (sa) şöyle buyurmuştur:
"En üstün sadaka, fakirin sadakasıdır." (Nesaî)
6- Bir sene için gerekli ve yeterli olan miktardan fazla mal ve zahire bulundurmamak. Bundan fazlasını bulunduran bir fakir tûl-i emel sahibidir. Böyle bir fakirin Allah Teâlâ yanında özel bir yeri ve değeri yoktur.
7- Kendisine hediye gibi bir şey verilse, minnet edenlerden almamak. Çünkü minnetin ruha verdiği sıkıntı, o şeyin verdiği sevinçten çok daha fazladır. Bundan dolayı, selef-i sâlih, minnet edenlerin hediyesini almazlardı.
8- Kendisine sadaka verildiği zaman, eğer sadakayı veren, kendisini alim veya sâlih zannettiği için verir ve kendisi onun zannettiği kadar âlim veya sâlih değilse almamak. Çünkü şartlı olarak verilen sadakayı o şart bulunmadığı takdirde almak haramdır.
9- Riya ve gösteriş için yapılan yardımları kabul etmemek. Çünkü riya ve gösteriş yapmak haramdır. Bu haramı işleyenin yardımını almak, haram fiilinde ona yardımcı olmaktır. Bu ise câiz değildir.
10- Yukarıda geçen hâller dışında, zaruret derecesinde muhtaç olduğu takdirde, verilen hediye ve sadakayı ve yapılan yardımı reddetmemek. Allah Rasûlü (sa) şöyle buyurmuştur:
"Siz istemeden ve beklenti içinde olmadan size bir şey verilirse onu alın. O, Allah Teâlâ’nın size sevk ettiği (gönderdiği) bir rızktır." (Müttefekun aleyh) Bu durumda verileni reddetmek kibirdir. Kibir ise, Allah Teâlâ’nın kulları için hoş görmediği ve nehyettiği bir sıfattır.
11- Birisinden aldığı bir malı ve yardımı Allah Teâlâ’nın verdiğini düşünmek. Çünkü rızkı veren ve gönderen O'dur. Getirip teslim eden ise O'nun araya koyduğu vasıtadır. Vasıta da, bilse de, bilmese de, O'nun emir ve yönlendirmesi ile hareket eder. Bir zat, "Ya Rabbi! Beni işten amelden edip kullarına muhtaç ettin." diye sızlanmış. Allah Teâlâ tarafından ona şu karşılık verilmiştir: "Sen yine bana muhtaçsın ve rızkını ben veriyorum. Kullarımı araya koymakla onlara da sevap kazandırmak istiyorum."
Zaruret Bulunmadıkça İstemenin Haram Oluşu
Bil ki, İslâm'ın kabul ettiği fakirlik, çalışmayı terk etmenin sonucu olan fakirlik değil, çalışıp dağıtmanın sonunu olan fakirliktir. Böyle bir fakirlikte isteme ve dilenme durumuna düşmek yoktur. Çünkü makbul olan dağıtmak, ihtiyaçtan fazla kalanı dağıtmaktır. Allah Teâlâ şöyle buyurmuştur: "Elini boynuna bağlanmış hâle getirme (cimrilik etme), fakat onun içinde bir şey durmayacak şekilde dümdüz de açma (her şeyi verip beş parasız kalma). Aksi takdirde azarlanır ve çaresiz kalırsın." (İsrâ, 29) Ancak, çalışmaya rağmen ihtiyaçlarını temin edememek veya bir âfet sebebiyle elde avuçta bulunan her şeyi kaybetmek durumunda istemek ve dilenmek mecburiyeti hasıl olabilir.
İstemek ve dilenmek prensip olarak haramdır. Çünkü bunda üç sakınca vardır. Birincisi, kişinin kendi fakirliğini açığa vurmasıdır. Halbuki evlâ olan, hâlini gizlemektir. Çünkü onu açıklamak zımnen ve bilmeyerek de olsa Allah Teâlâ'yı kullara şikâyet etmektir. Bunu yapmak ise, bilerek olsa haram ve hatta küfürdür.
İkincisi, isteyip dilenen kimsenin kendisini kullara karşı küçültmesi ve zillete düşürmesidir. Halbuki, müminin Allah Teâlâ'dan başkası önünde kendini küçültmesi ve her hangi bir şekilde zillete düşürmesi câiz değildir. O ancak Mevlâ'sına karşı küçülür ve zilleti kabul eder. Bu da hakikatte kendisi için büyümek ve izzet kazanmaktır.
Üçüncüsü, istemenin istenilen kişiye eziyet ve sıkıntı vermesidir. Çünkü, insanlar tabiatları itibarıyla cimridirler. Bu sebeple de cömertlik yapmaktan ve bir şey vermekten hoşlanmazlar. Bir şâir insanların bu huyunu şu cümlelerle ifade etmiştir:
İnsanlardan mal değil, bir avuç toprak istense
Bunun toprak olduğunu unutup cimrilik eder ve 'yok!’ derler.
Denilmiştir ki, istekleri karşılama açısından Allah Teâlâ ile insanlar arasındaki fark şudur: Allah Teâlâ, kendisinden istenmediği zaman kızar ve alınır; insanlar ise kendilerinden istendiği zaman kızar ve rahatsızlık duyarlar. İnsanlar böyle oldukları için, kendilerinden bir şey istendiği takdirde, bundan sıkıntı ve rahatsızlık duydukları hâlde, utançtan dolayı, şereflerini korumak maksadıyla veya riya ve gösteriş için kendilerini vermek zorunda hissedebilirler. İçlerinden razı olmadıkları hâlde, duydukları zorunluluk sebebiyle verdikleri bir şeyi almak ise câiz değildir. İstemekteki bu ve benzeri sakıncalardan dolayı Allah Rasûlü (sa) şöyle buyurmuştur:
"Kim muhtaç olmadığı hâlde dilenir ve isterse, o ancak cehennem ateşi toplar." (Ebu Dâvûd, İbnu Hibban)
"Kim ihtiyaçlarını giderecek kadar malı olduğu hâlde dilenir ve isterse, kıyâmet gününe (mahşer yerine) yüzünün üzerinde hiç et kalmamış bir hâlde gelir." (Sünen sahipleri) Allah Rasûlü (sa), ashâbına bey'at verdiği zaman da şu şartları koşardı:
"Emirleri dinleyecek ve itâat edeceksiniz. Kimseden de bir şey istemeyeceksiniz." (Müslim) Ve onlara şunu söylerdi:
"Misvak kabuğu ile de açlığınızı bastırın, fakat kimseden bir şey istemeyin." (Taberanî, Bezzâr)
Ancak, "Mecburiyetler sakıncalı şeyleri mubah kılar." kuralı gereğince, mecburiyet bulunması hâlinde istemek câizdir. Mecburiyet bazen istemeyi vacip hâle de getirebilir. Örneğin, bir kimse açlıktan veya hastalıktan dolayı ölecek durumda ise veya avretini örtecek bir elbisesi yoksa, bu ve benzeri durumlarda istemek vaciptir. Bu durumlarda vermek de vaciptir. Sabır sayesinde katlanılabilen sıkıntı ve zorluklarda istememek evlâdır. İhtiyaç yokken istemek ise haramdır. Allah Rasûlü (sa) bir hadiste ihtiyaçları şöyle tespit etmiştir:
"İnsanın üç ihtiyacı (bazı rivayetlerde ise, üç hakkı) vardır. Bunlar belini doğrultacak miktarda yemek, vücudunu örtecek elbise ve içinde barınacağı evdir." (Tirmizî) İstemenin vacip veya câiz olduğu durumlarda da yalan söylemek veya olanı abartmak câiz değildir. Bunlar yapıldığı takdirde, alınan şey helâl olmaz. Bu sebeple, isterken niçin istediğini ve ihtiyacının ne olduğunu doğru olarak söylemek ve hem ısrardan, hem de duygu sömürüsü yapmaktan sakınmak gerekir.
Hazır zamanda ihtiyaç bulunmadığı hâlde, en çok bir seneden sonraki ihtiyaç için istemek haramdır ve bu şekilde aç gözlülük ve tevekkülsüzlük göstermek Allah Teâlâ’nın rızk konusundaki va'dine güvenmemek ve şeytanın kışkırtmasına uymaktır.
Allah Teâlâ şöyle buyurmuştur:
"Şeytan sizi fakirlikle korkutur ve sizi fuhşa teşvik eder. Allah ise size mağfiret ve lütuf va'deder. Allah, her şeyi kuşatan ve her şeyi bilendir." Bazı müfessirlere göre, bu âyetteki fuhuştan maksat istemek ve dilenmektir. Diğer bazılarına göre ise, cimrilik yapmak ve hayır yapmamaktır.
Şu da kesin olarak bilinmelidir ki, helâl olmaları durumunda da, başkasının sadaka ve teberruları insanın kendi el emeği kadar temiz ve bereketli değildir. Onun için, Allah Rasûlü (sa) şöyle buyurmuştur:
"İnsanın yediği en helâl rızk, kendi çalışmasının ürünü olan rızktır." İslâm'ın çalışmayı teşvik etmesi ve farzları ifâ etmek, kebâirden de sakınmak şartıyla onu ibadet sayması da, insanları isteme ve dilenme durumundan kurtarmak içindir. Allah Rasûlü (sa) himmetleri kamçılamak için şu gerçeği de açıklamıştır:
"Verenin eli alanın elinin üstündedir." (Müslim)
Müslümanlar ise üstün olmaya çalışmakla memurdurlar. Allah Teâlâ şöyle buyurmuştur:
"Müminler iseniz en üstün olmaya çalışın!" (Al-i İmrân, 196) Bu âyet, "Mümin iseniz en üstünsünüz." şeklinde mânalandırıldığı takdirde ise, çok ağır bir durum ortaya çıkar. Çünkü o zaman, en üstün olmak mümin olmanın şartı hâline gelir. İki mânaya göre de, bu âyet, müslümanları çalışmaya ve üstün olmaya davet ve teşvik etmiştir. Ancak müslümanların üstünlüğü nefis hesabına değil, Allah Teâlâ hesabınadır. Onun için bu üstünlükte zulüm, zorbalık ve yıkıcılık yoktur. Adâlet, merhamet ve yapıcılık vardır.
Bişr şöyle demiştir: "Üç fakir vardır. Birincisi, istemez; verilse de almaz. Bu fakir, en üstün fakirdir. İkincisi, istemez, fakat verilirse alır. Bu orta hâldedir. Üçüncüsü, zaruret hâlinde ister. Bu en alttadır. Zaruret olmadan isteyen ise fakir değil, istemeyi meslek hâline getiren tüccardır."
Şakik el-Belhî ile İbrahim İbni Edhem fakirlerin hâllerini konuşurken, İbrahim şöyle demiş: "Bize göre fakirler onlardır ki, Allah Teâlâ kendilerine bir şey verdiği zaman, şükredip yerler; bir şey vermediği zaman ise sabredip O'nun rahmetini beklerler."
Şakik şöyle demiştir: "Bize göre ise fakirler, Allah Teâlâ kendilerine bir şey verdiği zaman bunu O'nun yolunda infak ederler. O bir şey vermediği zaman da yokluk nimetine şükrederler."
Bu fakirlerin ikisi de Allah Teâlâ yanında makbuldürler. Ancak ikincilerin dereceleri daha yüksektir. Çünkü bunların mesleğinde, var olanı isar yoluyla başkalarına vermek ve yokluğu nimet sayıp ona şükretmek de vardır.
(Tasavvuf alt yapısının oluştuğu dönemde (bu birkaç asır sürmüştür) bir lokma, bir hırka ile yaşamak mümkün olduğu için, ilk sûfiler, fakirliği sûfiliğin temel prensipleri arasına almış ve onu sevdirmeye çalışmışlardır. Ancak her meşrep ve ekol gibi, tasavvufun değer ölçüleri de sübjektiftirler. Yani, bunlar zaman, mekân, şahıs ve şartlara bağlıdırlar. Bu sebeple, günümüzde insan ihtiyaçlarının bir lokma ve bir hırka sınırını çok uzun bir mesafe ile aştığı için, bu konudaki tasavvufî anlayışın hâlâ geçerli olması mümkün değildir. Ancak, İmam Gazâlî'nin de aralarında bulunduğu veya takipçilerinden olduğu sûfilerin bu mevzudaki görüş ve yaklaşımlarını yanlış bulmamak lâzımdır. Çünkü her zamanın hükmü kendisine göredir. Zühd için de aynı şeyi söylemek mümkündür. Bu konularda yapılması gereken revizyon veya reform ise, İslâm’ın hem fakr, hem de zühd hakkındaki objektif ve değişmez hükümlerine rücû etmek ve dönmektir. Biz de, özellikle bu iki konuyu bu çerçevede özetlemeye çalıştık.)
Zühdün Hakikati
Bil ki, dünyaya karşı zühd de şerefli bir mevki ve mertebedir. Bu da benzerleri gibi, ilim, hâl ve amelden oluşur. Burada da ilim hâli, hâl de ameli doğurur.
Zühd, sevgi ve rağbetin zıddıdır. Çünkü o, dünyayı ve dünyaya, ait olan şeyleri sevmemek ve bunlara rağbet ve arzu duymamaktır. Bu tutumun temelinde de dünya ve mâfihâ’nın (onun içindeki şeylerin) sevgi ve rağbete değmediğini bilmektir. Onun için, bu bilgi oluşmadıkça zühdün oluşması da mümkün değildir. Zühdün bir rüknü de, dünyanın ahiret hesabına küçümsenmesi ve bırakılmasıdır. Çünkü, yalnızca ondan kırılmanın sonucu olarak dünyayı küçümsemek ve terk etmek zühd değildir.
Farz olmayan zühd, nefsin hoşlandığı helâl şeyleri terk etmektir. Haram olan şeyleri terk etmek ise farzdır. Zühd, ahiret için daha iyi çalışmayı mümkün kılan bir durumdur. Çünkü dünyayı sevmeyince ahireti sevmek ve dünya için çalışmayınca ahiret için çalışmak daha kolaydır.
Zühdün en üstün türü ise, dünya gibi ahireti de Allah Teâlâ’nın sevgisinde unutmak ve sadece bu yüce sevgiyi duymak, onun sevk ve idaresiyle kulluk ve ibadet etmektir. Dünyaya karşı zühd şu ve benzeri âyetlerle teşvik edilmiştir:
"Sizin yanınızdaki geçici, Allah yanındaki ise kalıcıdır." (Nahl, 96)
"Ahiret daha hayırlı ve daha kalıcıdır." (A'lâ, 17)
"Dünya hayatının faydası ahirete göre az bir şeydir." (Tevbe, 38)
"İman edip sâlih amel işleyenler için Allah’ın vereceği sevap, dünya malından daha hayırlıdır. Bu sevabı da ancak sabredenler bulurlar." (Kasas, 80) Bu âyetlerde kulların dikkat ve rağbetleri dünyadan daha hayırlı olan ahirete çevrilmiştir. Hem dünya, hem de ahirete karşı zühd ise, şu ve benzeri âyetlerle teşvik edilmiştir:
"İman edenler Allah'ı her şeyden daha çok severler." (Bakara, 165)
"Ahirette şiddetli azap ve Allah’ın mağfiret ve rızası vardır." (Hadîd, 20)
"Allah’ın rızası her şeyden daha büyüktür." (Tevbe, 72)
"Allah’ın zikri her şeyden daha büyüktür." (Ankebût, 45) gibi âyetlerle teşvik edilmiştir. Bu âyetlerde Allah Teâlâ’nın rızasının cennetten de üstün olduğu ve asıl onun aranması gerektiğine işaret yapılmıştır.
"Rabbinizin mağfiretine ve cennete koşuşun." (Hadîd, 21), "Rabbinizin mağfireti ve cenneti için yarışın." (Al-i İmrân, 132) gibi âyetlerde ise her iki zühd türü tercih sırasına göre birlikte zikredilmişlerdir.
Dünyanın ahiret yanındaki değeri tıpkı bir buz parçasının elmas ve inci yanındaki değeri gibidir. Buz parçası gibi olan dünya, zaman güneşi altında eriyip yok olur. Elmas ve inci gibi olan ahiret ise ebediyet güneşi altında parlamaya devam eder. Bu gerçeği bilen, dünyayı ahiretle değiştirmekte sıkıntı çekmez ve onu buna fedâ etmekte tereddüt etmez. Allah Teâlâ, bu mübadele ve değiştirme işine satış ismini vermiş ve şöyle buyurmuş:
"Allah, müminlerden mallarını ve canlarını cennet karşılığında satın almıştır." Bu satış kârlı bir satış olduğu için de şu hüküm eklenmiştir:
"Yaptığınız bu satıştan dolayı sevinin. Çünkü bunun kazancı büyüktür." (Tevbe, 111)
Tekrar söylemek gerekirse, zühd, dünyanın ahirete göre değersiz olduğunu bilip onu bunun yolunda terk ve fedâ etmektir. Daha üst aşamada ise, ahireti de Allah Teâlâ’nın rızası ve sevgisi yanında değersiz bulup onu bunun içinde unutmak ve "gaye-i hayal" olmaktan çıkarmaktır. Fakat bu, ahiret ve cenneti mutlak olarak değersiz bulmak ve hafife almak anlamında değildir. Çünkü ahiretin kendi içindeki ve özellikle de dünyaya göre değeri çok büyüktür.
Bu sebeple, Allah Teâlâ da ona değer vermiş ve onu uzun sözlerle övmüştür. Ancak her büyüğün üstünde başka bir büyük bulunduğu gibi, Allah Teâlâ’nın rızası ve sevgisi de cennetten daha büyüktür. Bunu özellikle bilmekte yarar vardır. Çünkü ahirete ve cennete iman etmeyen zındıklar, cennetin mutlak olarak değersiz olduğunu söyler ve onunla alay ederler.
Zühd yaparak nefsin helâl arzularını terk edenler, kıyâmet gününde, "Geçip giden günlerdeki tutumunuzdan (zühdünüzden) dolayı burada artık istediğiniz gibi yiyip için." hitabıyla karşılanırlar. (el-Hakka, 24)
Zühde aldırmayıp nefislerine göre yaşayanlara ise, "Nimetlerinizi dünya hayatında yaşayıp bitirdiniz ve onlarla keyfinizce eğlendiniz. Bugün size yalnızca aşağılık ve mahrumiyet azabı verilecektir." denir. (Ahkâf, 20)
Zühdün Fazileti
Allah Teâlâ şöyle buyurmuştur: "Karun ziynet ve debdebe içinde kavminin karşısına çıktı. Dünya hayatını arzulayanlar (onun bu hâlini görünce imrendiler ve) 'Ah keşke, Karun'a verilen servetin bir benzeri bize de verilseydi! Karun, şüphesiz, büyük bir talihin sahibidir.’ dediler. Kendilerine ilim verilmiş olanlar ise, bunları uyarıp şöyle dediler: (Bu yanlış imrenme ve temenninizden dolayı): 'Size yazıklar olsun! Bilmez misiniz ki) Allah’ın vereceği sevap (cennet), bunu hak eden iman ve sâlih amel sahipleri için daha hayırlıdır. Ve bu sevap ancak sabredenlere verilir'." (Kasas, 79, 80)
Bu ayet-i kerimede Allah Teâlâ’nın sevabını Karun'un mal ve servetinden daha hayırlı görenler, ilim verilmiş olmakla vasıflandırılmıştır. Bu ise onlar için ve dolayısıyla zühd için bir övgüdür.
"-Biz yeryüzünü süsledik ki, kimlerin bu süse aldırmayıp sâlih amel işleyeceklerini ortaya çıkaralım." (Kehf, 7)
"-Kim ahiret kazancını isterse, biz onun kazancını arttırırız. Kim dünya kazancını isterse, ona da bundan veririz ve onun için ahirette nasip yoktur." (Şûra, 20)
"-Bir kısım insanları denemek için, kendilerine verdiğimiz geçici ve kısa ömürlü şeylere sakın göz dikme. Rabbinin rızkı daha hayırlı ve daha kalıcıdır." (Tâhâ, 31. Not: Daha önce de kaydettiğimiz gibi, ihtiyaç kadar olan mal rızktır; bundan fazlası denemek ve imtihan etmek içindir.)
"- Dünya hayatını ahiretten daha çok seven ve bu yüzden de din yolunu dar bulanlar açık bir dalâlet içindedirler." (İbrahim, 3)
Allah Rasûlü (sa) da dünyayı sevmemek konusunda çok sayıda uyarı ve tavsiyelerde bulunmuştur. Bunlardan birkaç tanesi şöyledir:
"Dünya sevgisi bütün hataların başı (ve kaynağı) dır." (Geçti)
"Bir kimse sabahladığı zaman himmet ve düşüncesi dünya ise, Allah Teâlâ onun işlerini karıştırır." (İbnu Mâce)
"Bir kula sükût (susmak) ve zühd verilmişse, ona hikmet verilmiş demektir." (İbnu Mâce)
"İnsanların en iyileri, kalpleri dünya sevgisinden uzak tutulanlardır." (Harâitî)
"Allah Teâlâ’nın seni sevmesini istersen, dünyaya karşı zâhid ol." (İbnu Mâce)
Hârise (ra), "Kalbim dünyadan soğuktur. Dünyanın altını ve taşı yanımda aynıdır." deyince, Allah Rasûlü (sa), "Bu hâlini muhafaza et. Bu hâl imanın nurundandır." buyurmuştur. (Bezzâr, Taberanî)
"İmanın nuru kalbe girince kalb açılır ve genişler. Bu kalbin sahibi gurur ve aldanış yurdundan (dünyadan) uzaklaşır, ebediyet yurduna (ahirete) yönelir ve ölüm gelmeden önce ona hazırlanır." (Hâkim)
"İmanın alâmetleri belâya sabretmek, nimete şükretmek, kader ve mukadderi kabul etmek, başkasına merhamet etmek ve dünya için kavga etmemektir." (Hâtib, İbnu Asâkir)
"Dünya başını yesin! Altın ve gümüş başlarını yesinler!" (Tirmizî, İbnu Mâce)
"Kim dünyayı ahirete tercih ederse, Allah Teâlâ ona devamlı bir endişe (huzursuzluk), sonu gelmeyen bir fakirlik ve doyum bilmeyen bir hırs verir." (Taberanî)
"Rabbim, benim için Mekke dağlarını altına çevirmeyi teklif etti. Ben, 'Hayır ya Rabbi! Bir gün aç kalıp sana yalvarmak, bir gün de yiyip sana hamd ve şükretmek isterim.’ dedim." (Geçti)
"Rabbim kendim için melik (Dâvûd ve Süleyman gibi sultan) bir peygamber olmakla kul bir peygamber olmaktan birini seçmemi istedi. Ben, kul bir peygamber olmayı seçtim." (Geçti)
Allah Rasûlü’ne nisbet edilen sözlerde de şöyle denilmiştir: "Kim dünyada zühd sahibi olursa, Allah Teâlâ o kimsenin kalbine hikmet (gerçek ilim) yerleştirir, onu hikmetle konuşturur, ona dünyanın hastalığını ve ilacını öğretir ve onu dünyadan yarasız ve lekesiz bir hâlde alıp selâmet yurdu olan cennete götürür."
"Ben dünyanın açlığını tokluğuna, fakirliğini zenginliğine, hüznünü sevincine tercih ederim."
"Allah Teâlâ bir kuluna iyilik dilediği zaman, onu dünyada zâhid kılar, ahirete karşı rağbetini arttırır ve ona nefsinin ayıplarını gösterir."
"Cennete iştiyak duyan, onu kazanmak için çabuk davranır; cehennemden korkan, nefsinin arzularını bastırır; ölümü bekleyen, lezzetleri terk eder; dünyayı sevmeyen, musibetlere kolayca katlanır."
"Dört güzel şey vardır ki, bunlar ancak zorlukla (ve alıştırmakla) kazanılabilir. Bu şeyler susmak, tevazu göstermek, çok zikretmek ve az şeye razı olmaktır."
"Lâ ilâhe illallah demek, diyenlerden Allah Teâlâ’nın kızgınlığını giderir. Ancak, bunlar dünyayı dine tercih ettikleri ve onun üstünde tuttukları takdirde, Allah Teâlâ onlara, 'Siz yalancısınız. Bu sözü de yalandan söylüyorsunuz!’ der ve sözlerini reddeder."
İsâ (as) şunları söylemiştir: "Dünya bir köprüdür. Onu mesken edinmeyin, üzerinden geçin!"
"Su üstüne bina yapılamadığı gibi, dünya sevgisi üstüne de (bu sevgi varken) ibadet yapılamaz."
Şu bilinmelidir ki, bütün peygamberler dünyayı küçültmüş, ahireti büyütmüş ve insanları ahiret için çalışmaya davet etmişlerdir. Onun için, peygamberlere iman edenler, dünyaya karşı zühd, ahirete karşı hırs taşımak durumundadırlar.
Bir sahâbî şöyle demiştir: "Ahirete çalışmak için zühd gibi bir yardımcı yoktur."
Bir sahâbî de şunu söylemiştir: "Siz, Allah Rasûlü’nün ashâbından daha çok ibadet ediyorsunuz. Fakat onlar dünyayı sizden daha az seviyorlardı. Onları sizden üstün kılan da budur."
Hz. Ömer (ra) şöyle demiştir: "Dünyaya karşı zühd, kalb ve vücudun rahatlığıdır."
Bilâl İbni Sa'd şöyle demiştir: "Günah olarak bize şu yeterlidir ki, Allah Teâlâ dünyayı küçültmüşken, biz onu büyütüyoruz."
Vehb İbni Münebbih şöyle demiştir: "Cennetin sekiz kapısı vardır. Cennet ehli bu kapılara gelince, kapıcı melekler onlara: 'Rabbimizin büyüklüğüne yemin ediyoruz, dünyaya karşı zühd, cennete karşı hırs taşıyanlardan önce kimse bu kapılardan geçmeyecektir.’ derler."
İbrahim İbni Edhem şöyle demiştir: "Kalplerimiz üç örtü ile sarılmıştır. Bu örtüler açılmadıkça kalplerimize yakîn'in (kuvvetli imanın) nuru girmez. Bu örtüler malın varlığına sevinmek, onun yokluğuna üzülmek ve övülmekten hoşlanmaktır."
Seleften bir zat şöyle demiştir: "Allah Teâlâ’nın dünyayı bizden esirgemesi, onu bize vermesi kadar lütuf ve ihsandır. Çünkü, Allah Rasûlü (sa): 'Siz hastanızı zarar göreceği yemek ve içmekten koruduğunuz gibi, Allah Teâlâ da sevdiği kulunu (zarar göreceği) dünyadan korur.’ buyurmuştur."
Sufyân şöyle demiştir: "Dünyayı tanıyan bir kimse, ne onun varlığına sevinir, ne de onun yokluğuna üzülür. Çünkü dünyanın varlığıyla yokluğu mezar kapısında eşitleşirler.
Hasan Basrî, ashâbı kasdederek şöyle demiştir: "Allah'a yemin ederim, ben öyle bir kavme yetiştim ki, dünya onların gözünde topraktan daha değerli değildi."
Zühdün Dereceleri
Bil ki, zühd marifetten ileri gelir ve onun meyve ve sonucudur. Marifet ise, Allah Teâlâ’nın rızasının büyüklüğünü ve cennetin üstünlüğünü bilmektir.
Bu bilgi kuvvet bakımından derece derece olduğu gibi, onun meyvesi olan zühd de derece derecedir.
Bu sebeple, marifet az olduğu zaman zühd de zayıf olur. Zayıf olan zühdü korumak ve sürdürmek için devamlı çaba ve gayret gereklidir. Çünkü bir anlık gaflet veya gevşeme, bu zühdün bozulması ve dünyanın çengeline takılıp gitmek için yeterlidir.
Fakat marifet çoğaldıkça zühd de güçlenir. Zühd güçlenince de bozulma tehlikesi azalır ve onu korumak için de az bir çaba yeterlidir. Marifetin üst derecesinde ise, dünya bir gölge, bir hayal, bir hiçlik gibi görünür. Böyle bir şeyi terk etmek ise ne çaba ister, ne de ona dönmek tehlikesi vardır.
Zühd konusunda neyin niçin ve neye karşılık terk edildiğini bilmek şarttır. Bu sebeple, hiçbir gerekçe ve karşılık düşünmeden dünyayı terk etmek hem zor, hem de anlamsızdır. Bu, tıpkı elindeki malı denize dökmek veya yakmak, ya da sebepsiz yere kendi kendine işkence etmek gibidir. Bunları yapmak ise, hem dine, hem de akla aykırıdır. Bu sebeple, ne dindar, ne de akıllı bir kimse bu çılgınlıkları yapmaz.
Bir karşılık düşününce de eğer bu karşılık dünya değerinde bir şey ise, dünyayı onun için terk etmek de anlamlı değildir. Çünkü hazır olan bir şeyi, hazır olmayan aynı değerdeki bir şey için terk etmenin hiçbir mantığı yoktur.
Fakat bu karşılık Allah Teâlâ’nın rızası ve cennet iseler, bunlar için dünyayı terk etmek hem anlamlı, hem de kârlı ve kazançlıdır.
Bu tıpkı bir yığın çakılı bir ambar elmas ve inci karşılığında terk etmek gibidir. Bu şekildeki bir terk hem istikrarlı ve güvenli, hem de zevkli ve keyiflidir.
Zühdün Kısımları
Zühd'ün dünyayı terk etmek, yani onu kalpten çıkarmak olduğunu ve bunun bir sebep ve karşılığı olması gerektiğini söyledik.
Bu sebep ve karşılık ise üç şeyden biridir:
Birincisi, cehennem ateşinden, kabir azabından, hesap uzunluğundan ve dünyaya sahip olmanın sıkıntılarından kurtulmaktır. Bu sebep ve düşünceye dayanan zühd 'korkanların' zühdüdür.
İkincisi, cenneti ve cennetteki türlü nimetleri kazanmaktır. Bu sebep ve gerekçeye dayanan zühd, 'ümit edenlerin' zühdüdür.
Üçüncüsü, kalbin sevgi, ilgi ve alâkasını Allah Teâlâ'ya hasr ve tahsis etmektir. Bu sebeple yapılan zühd, Allah Teâlâ'dan başka hiçbir şeye kalplerinde yer vermeyen 'gerçek muvahhidlerin zühdüdür. Çünkü tevhid iki çeşittir. Birincisi uluhiyyet tevhididir. Bu tevhid, Allah Teâlâ'yı tek ilâh olarak bilmek ve sadece O'na ibadet etmektir. İkincisi ise, muhabbet tevhididir. Bu tevhid, yalnız Allah Teâlâ'yı sevmek ve yalnızca O'nun rızasına talip olmaktır. Birinci tevhid imanın aslı, ikinci tevhid ise onun kemâlidir. Bu tevhid, ariflerin, yani Allah Teâlâ'yı tanıyanların tevhididir. Çünkü muhabbet marifete tâbidir ve ancak tanıyan sever.
Zühd şu kısımlara ayrılır:
-Dünya malını terk etmek;
-Riyaset ve baş olmayı terk etmek;
-Lezzetleri terk etmek;
-Beşerî istekleri terk etmek;
-Allah Teâlâ'dan başka her şeyi terk etmek.
Bir âyet-i kerimede, zühd yapılması gereken yedi şey isimlendirilerek şöyle buyurulmuştur:
"Kadınlara, oğullara, altın ve gümüş yığıp biriktirmeye, cins atlara, (büyük ve küçük baş) hayvanlara ve ekinlere karşı düşkünlük ve sevgi beslemek insanlara güzel gösterilmiştir. Halbuki bunlar sadece dünya hayatının meta'ıdırlar. En güzel akıbet ise Allah yanındadır." (Al-i İmrân, 14. Not: Meta' bir anlık keyf ve bu keyfe yarayan şey demektir.)
Başka bir ayet-i kerimede bunlar beş maddede toplanıp şöyle buyurulmuştur: "Bilin ki, dünya hayatı oynamak, eğlenmek, süslenmek, böbürlenmek ve daha çok mal ve evlat sahibi olmaya çalışmaktan ibarettir... Dünya hayatı aldatıcı bir meta'dan başka bir şey değildir." (Hadîd, 20)
Diğer bir ayet-i kerime de bunlar iki maddede toplanıp şöyle buyurulmuştur: "Dünya hayatı oyun ve eğlenceden ibarettir. Bunlardan sakınanlar için ahiret yurdu daha hayırlıdır. Bunu anlamak için akıllarınızı kullanmıyor musunuz?" (En'âm, 32)
Bir ayet-i kerimede bunların hepsi bir maddede özetlenip şöyle buyurulmuştur: "Kim Allah'tan korkup nefsini hevesten menederse onun yeri cennettir." (Nâziât, 40, 41) Bu âyetteki "heves" kelimesi bütün dünyayı ve nefsin bütün heves ve arzularını içine almıştır.
Bu demektir ki, zühd, nefsin dünya ile ilgili arzu ve isteklerini terk etmektir. Yaşama ve hayatta kalma arzu ve isteği de bunlardandır. Bu sebeple, zâhid olan bir kimse, yaşamayı düşünmez ve onda tûl-i emel bulunmaz. Bu yüzden o, ölümden korkmaz ve öleceği için de üzülmez. Özellikle ölüm Allah yolunda ve şehâdet şeklinde olsa, susamış devenin suya koşması gibi ona koşar.
Zühd için şu tarifler de yapılmıştır:
-Zühd, insanların takdir ve teveccühünü istememektir. (Bişr)
-Zühd, lezzetleri terk etmektir. (Kasım el-Cuî)
-Zühd, helâl olan şeylerle kanaat etmektir. (Fudayl)
-Zühd, hazır zamanın ötesinde yaşamayı düşünmemektir. (Sufyân es-Sevrî)
-Zühd, fuzulî şeyleri ve işleri terk etmektir.
-Zühd, ahirette faydası ve sevabı bulunmayan bilgileri tahsil etmemektir.
-Zühd, tevazu sahibi olmak ve her hangi bir kimseyi görünce, "Bu benden üstündür." demektir. (Hasan el-Basrî)
-Zühd, helâli aramaktır.
-Zühd, eziyetlere sabretmek ve nefis için intikam almaya kalkışmamaktır.
Görüldüğü gibi, zühdün mâna alanı çok geniştir. Ancak bunun özü nefse uymamaktır. Dünyayı terk etmekten maksat da budur; yani nefse uymamaktır. Bu itibarla, zühd, işi gücü bırakıp başkalarına yük hâline gelmek, aktif ve üretici olmak mümkün iken, pasif bir tüketici olmaya razı olmak demek değildir. Zühdün en üstün derecesi ise, ancak Allah Teâlâ'nın rızasına ve sevgisine vesile olan işlere ilgi duymak ve yalnızca bu işleri yapmaktır.
Ebu Süleyman ed-Dârânî bunu biraz farklı bir üslupla şöyle ifade etmiştir:
"Zühd, insanı Allah Teâlâ'dan meşgul eden her şeyi terk etmek ve selim bir kalb kazanmaktır. Selim kalb ise, içinde Allah Teâlâ'nın sevgisinden başka bir duygu bulunmayan kalptır. 'O gün insana ancak selim bir kalb fayda verir." (Şuarâ, 88) ayetiyle kasdedilen selim kalb de budur."
Zühdün Şer’î Hükmü
Zühd, Şer’î hüküm itibarıyla üçe ayrılır.
Birincisi, farz olan zühttür. Bu zühd, haram şeylerden sakınmak ve onları hem elinden, hem de kalbinden uzaklaştırmaktır.
İkincisi, selâmet olan zühttür. Bu zühd, şüpheli (haram mı, helâl mı olduğu bilinemeyen) şeylerden sakınmaktır. Bu zühde vara' ve takva da denir. Onun için İmam Mâlik İbni Enes'e, "Zühd nedir?" diye sorulunca, "Zühd takvadır." demiştir.
Üçüncüsü, sünnet olan zühddür. Bu zühd, helâl olan şeyleri bırakmak ve onları kalbinden çıkarmaktır. Bu zühdün en nihaî derecesini Hz. İsa (as) yaşamıştır. Dünyaya ait hiçbir şeye sahip olmayan ve ilgi de duymayan Hz. İsâ, rivayete göre, bir gece toprak üzerinde uyurken başının altına bir taş koymuş. Biraz sonra uyanmış ve karşısında şeytanı görmüş. Şeytan ona:
-Hani sen, dünyayı terk etmiştin. Bundan vaz mı geçtin? demiş. İsâ (as):
-Niye ne oldu ki? diye sormuş. Şeytan:
-Dünyadan olan bir taşı başının altına koymuşsun, demiş. İsâ (as), taşı alıp ona doğru fırlatmış ve:
-Al, bu da sana olsun! demiştir.
Bu zühd şekli, hıristiyanlık dinine 'ruhbanlık' olarak geçmiştir. Allah Teâlâ bundan bahsederek şöyle buyurmuştur: "İsâ'ya uyanlar, ruhbanlık icad ettiler. Bunu biz onlara farz kılmadık, bizim rızamızı kazanmak maksadıyla kendileri icad ettiler. Ancak hepsi onu hakkıyla yerine getirmediler." (Hadîd, 27)
(Bu ayet-i kerimede de belirtildiği gibi, ilk hıristiyanlardan bazıları hakikaten dünyayı terk edip ahiret için çalışmışlar ve kendilerini ibadet ve hizmete vakfetmişlerdir. Bazıları da bu isim altında dünyayı yürütmüşler ve ahlâksızlığa batmışlardır. Tıpkı bunlar gibi, sûfiler de İslâm'ın ön görüp emrettiğinden daha sıkı bir fakr, zühd ve riyazet icad etmişlerdir. Ancak onların da bazıları bu şeyleri hakkıyla yaşarken bazıları da onları ya yanlış uygulamış, ya da istismar etmişlerdir.)
Dâvûd et-Tâî (ra), yazın ortasında güneşte ısıttığı suyu içer ve şöyle derdi: "Soğuk suyun lezzetini duyanlara dünyadan ayrılmak ağır gelir."
Hasan şöyle demiştir: "Allah Rasûlü (sa) merkebe biner, kıldan elbise giyer, yamalı çarıkla dolaşır, toprak üzerinde yer ve yağlanan parmaklarını emerdi."
Allah Rasûlü (sa) hicret sırasında Kuba'da misafir iken kendisine bal karıştırılmış süt ikrar edilmiş, fakat kendisi bardağı yere bırakmış ve şöyle buyurmuştur: "Ben buna haram, demem, fakat Allah Teâlâ'ya karşı tevazuumdan dolayı onu içmem." (Geçti)
Hz. Ömer'e, bal karıştırılmış soğu su ikram etmişler. Kendisi bardağı geri vermiş ve şöyle demiştir: "Bunun hesabını benden uzak tutun!"
Yahya İbni Muâz şöyle demiştir: "Zâhid'in yemeği açlığını bastıran şeydir, elbisesi avretini örten şeydir, evi gecelediği yerdir, dünya onun zindanıdır, halvet meclisidir, ibret almak tefekkürüdür, Kur’ân konuşmasıdır, Rab ünsiyetidir, zikir arkadaşıdır, hüzün işi, hayâ huyu, açlık katığı, hikmet sözü, toprak sergisi, takva azığı, susmak kazancı, sabır dayanağı, tevekkül serveti, akıl rehberi, ibadet sanatı, cennet hedefidir." (Açlık, katık gibi yemeği lezzetlendirir. Onun için, açlık hâlinde yenen ekmek, tokluk hâlinde yenen baklavadan daha fazla lezzet verir. Bu da Allah Teâlâ'nın gizlice işleyen adaletini gösterir.)
Allah Rasûlü (sa) şöyle buyurmuştur: "Kim dikkat çekmek için bir elbise giyerse, onu çıkarıncaya kadar Allah Teâlâ kendisinden yüz çevirir." (İbnu Mâce)
Allah Rasûlü (sa) kızı Fatıma'yı ziyarete gitmişti. Fatıma'nın üzerinde deve kılından yapılmış sert bir aba vardı. Ve el değirmeni ile arpa öğütüyordu. Şefkatli bir baba olarak kızının bu çilesine üzüldü ve hem kendisini teselli etmek, hem de ona teselli vermek için şöyle dedi:
"Ey Fatıma! Ebedî bir mutluluk için dünyanın acılığına katlan." (Duhâ suresinin tefsirinden)
Allah Rasûlü (sa) şöyle buyurmuştur: "Ümmetim içinde hayırlı bir taife vardır ki, bunlar Allah Teâlâ'nın rahmetinin genişliğinden dolayı halk içinde neşeli görünürler; kendi kendilerine kalınca da O'nun azabının korkusuyla ağlarlar. Bunların insanlara külfetleri azdır; kendi nefislerine ise ağır bir yüktürler. Vücudları yerde, kalpleri ise Arş’ın önündedir." (Hâkim, Beyhakî)
"Hz. Aişe (ra)’a sert kıldan yapılmış sert bir iç gömlek ve bir aba çıkarıp göstererek, 'Allah Rasûlü (sa) vefat ederken üzerinde bunlar vardı.’ demiştir." (Müttefekun aleyh)
Allah Rasûlü (sa)’ın hayatı her hususta zühd hayatıydı. O bu hayatı yaşamış ve ümmetine de tavsiye ederek, "Bu benim hayatım ve sünnetimdir. Beni seven benim sünnetime uysun." buyurmuştur. (Geçti) Allah Teâlâ da ona uymayı emrederek şöyle buyurmuştur:
"De ki: Eğer Allah'ı seviyorsanız bana uyun." (Al-i İmrân, 31) Ancak Allah Rasûlü (sa) zühd hayatını farz kılmamış ve Allah Teâlâ'nın helâl ettiği şeyleri haram etmemiştir. Bu itibarla, zühd hayatı gönüllülerin hayatıdır. Bu hayatı ahiretin yüksek derecelerine talip olanlar yaşarlar. Yani, zühd bir himmet meselesidir. Onun için, ancak himmeti yüksek olanlar ona talip olurlar. Bundan dolayı, bir sultan halkı, bir aile reisi eş ve çocuklarını zühde zorlama hakkına sahip değildirler. Bunların bu konuda yapacakları şey, zühdü sevdirmek ve onu fiilen yaşayıp örneklendirmektir. Halbuki bunlar, haramlardan sakındırmak hususunda şiddet ve cebir de kullanmakla mükelleftirler.
Seleften bir zat şöyle demiştir: "Seni kalabalığın içinde kaybeden elbiseyi giy; seni onların içinde gösteren elbiseyi (çok yeni veya çok eski olanı) giyme."
Ebu Süleyman şöyle demiştir: "Elbise üç çeşittir. Birincisi, Allah içindir. Bu, avreti örtmek için giyilen elbisedir, ikincisi, rahatlık içindir. Bu, yumuşak olan elbisedir. Üçüncüsü, gösteriş içindir. Bu, süslü ve pahalı olan elbisedir." Bunların en iyisi birincisi, en kötüsü üçüncüsüdür.
Allah Rasûlü (sa) şöyle buyurmuştur: "Süslü ve pahalı olmayan elbiseyi giymek imandandır." (Ahmed, İbnu Mâce, Taberanî, Hâkim) Çünkü imanın bir unsuru da tevazudur.
Allah Teâlâ bir peygambere şunu vahyetmiştir:
"Dostlarıma söyle, düşmanlarım gibi giyinmesinler ve onlarınkine benzeyen binalarda oturmasınlar. Aksi takdirde, ben onlara düşmanlarım gibi muamele ederim." Allah Rasûlü (sa) da şöyle buyurmuştur: "Kendisini bir topluluğa benzeten kimse de onlardandır."
Hz. Ali (ra) şöyle demiştir: "Allah Teâlâ bir kavmin âlim ve sâlihlerine en basit ve sade hayatı yaşamayı emretmiştir. Ta ki, onları gören fakirler teselli bulsunlar, zenginler de haddi aşmasınlar."
Hz. Ömer (ra), cihada gönderdiği asker ve kumandanlara şunu emrederdi:
"Sade ve basit yaşayın. Rum ve Acemin lüks ve pahalı hayatını taklid etmekten sakının."
Selman-ı Farisî'ye, "Niçin yeni elbise giymiyorsun?" diye sormuşlar. Kendisi şu cevabı vermiştir:
"Köle yeni elbiseyi ne yapsın? Şayet azat edilirse, o zaman hiç eskimeyen yeni elbiseler giyecektir." Yani, cehennemden azat edilirse, cennette bu eksikliği giderecektir. O hâlde, şimdi önemli olan yeni elbise giymek değil, azat edilmeye çalışmaktır.
Bir zata, "Bu ev sana dardır." denilmiş, kendisi şu karşılığı vermiştir: "Kabir bundan daha dardır." Bir diğerine, "Evin çürüktür, tamire muhtaçtır." denilmiş, kendisi şu cevabı vermiştir: "Bu ev yıkılana kadar nicelerimiz yıkılıp gideceğiz."
Bir adam Ebu Zerr'i ziyarete gitmiş ve evinde göz gezdirip bir şey göremeyince, "Ya Ebâ Zer! Senin evinde sergi, yatak, kap kaçak ve benzeri şeyler göremiyorum." demiş.
Ebu Zer (ra) şu karşılığı vermiş:
"Bizim başka yerde bir evimiz vardır. Eşyamızı oraya taşıdık." Ebu Zer (ra), başka evden cenneti kasdetmiştir.
Ebud-Derdâ (ra) şöyle demiştir: "Seni Allah Teâlâ'yı düşünmekten meşgul eden her şey uğursuzdur." Allah Teâlâ, beğendiği kullarını Kur'ân-ı Kerim'de şöyle tarif etmiştir: "Ticaret ve alış veriş onları Allah'ı zikretmekten, namazı dosdoğru kılmaktan ve zekât vermekten meşgul etmez. Bunlar, kalplerin ve gözlerin döndüğü bir günden korkarlar. Allah bunlara en güzeli üzerinden amellerinin sevabını verecek ve kendi lütfundan da sevaplarını arttıracaktır." (Nur, 38)
Zühtte Allah Teâlâ'dan meşgul olmama esas ve ölçü olduğu için, bazı kimseler kendilerini meşgul eden az bir şeyle zühdü kaybederler; bazıları ise kendilerini meşgul etmeyen çok şeye rağmen zahittirler.
Tekrarlamak gerekirse, zühd; yemekte giyinmekte ve barınmakta mümkün olan en sade ve ucuz şeylerle yetinmektir. Bu miktardaki şeyler vücut emanetini korumak ve dini yaşamak için gerekli ve zaruridir. Bu sebeple, bunlar dünyadan sayılmazlar. Bunlardan fazlası ise tamamen nefsin isteğinden ve dünya sevgisinden ileri gelen şeylerdir. Zühd, bunlardan sakınmaktır.
İhtiyaç miktarı dünya, ilaç gibidir. Bu miktar istenmese de zorunludur. İhtiyaçtan fazlası ise zehir gibidir. Bu zehir dini, ahlâkı, kalbi ve karakteri bozar. Onun için bundan sakınmak lâzımdır. Fazla malı olan bir kimse, koynunda yılan besleyen bir kimse gibidir. Böyle bir mal için çalışıp çırpınan bir kimse bir bakımdan da ipekböceğine benzer.
Bilindiği gibi, ipekböceği çalışıp kozayı örer ve içinde hapsolup boğulur. Böylece kendisini kendi elleriyle öldürür. Bu kimse de mal, evlat, şan ve şöhretten oluşan bir çemberi etrafında oluşturur ve içinde boğulup nefes alamayacak hâle gelir. İhtiyaç fazlası maldan, sahibinin ölümünden sonra, başka kimseler faydalanırlar. Bu kimseler bazen onun sevmediği kimselerdir; bazen de bunlar malı haramda sarf edip onunla günah işlerler. Böylece onlar burada bir müddet keyf sürerken, kendisi öbür âlemde buna sebep olduğu ve imkân hazırladığı için azap çeker. En bedbaht insan da bunun gibi, dinini ve ahiretini başkalarının keyfi ve dünyası için yıkan kimsedir.
Hasan şöyle demiştir: "Ben Bedir ashâbından yetmiş kişi gördüm. Bunlar, sizin dünyanın haramından sakınmanızdan daha fazla onun helâlinden sakınırlardı. Onlara helâl mal gelir, fakat kendileri onu almazlardı. 'Kalbimizi bozmasından ve kendisiyle meşgul etmekten korkarız.’ derlerdi."
Kalbi olan, elbette ki, onun bozulmasından korkar ve onu bozma ihtimali bulunan şeylerden sakınır. Kalpsiz olanın ise böyle bir meselesi ve endişesi yoktur.
Hasan şunu da söylemiştir: "Allah Rasûlü’nün ashâbı sizi görselerdi, 'Bunlar hesap gününe iman etmemişlerdir.’ derlerdi."
Bir zat şöyle demiştir: "Bir muvazzaf melek, dünya ufkunda hep şöyle seslenir: 'Ey insanlar! Hesabınızın uzamasını ve azabınızın çoğalmasını istiyorsanız, keyfinizce yiyin ve eğlenin!"
Allah Teâlâ da Kur'ân-ı Kerim'de şöyle buyurmuştur: "Az bir süre için yiyin ve eğlenin. Siz mücrimlersiniz." (Murselât, 46), "Biz onları helâk ettik. Çünkü onlar mücrimlerdi." (Duhân, 37), "Mücrimler cehennem azabında kalıcıdırlar. Azapları azaltılmaz ve onlar orada ümitsizdirler." (Zuhruf, 74, 75) Mücrimler âyetlerde şöyle tarif edilmişlerdir:
"Onlar ahiretten bir şey beklemezler; dünya hayatına razı olurlar ve ona sarılırlar; âyetlerimize (emir ve yasaklarımıza) da aldırmazlar." (Yûnus, 7), "Kalplerini zikrimizden gâfil etmişiz. Nefislerine uyarlar ve ölçüyü aşarlar." (Kehf, 48), "İlim olmayan zanlara uyarlar. Zikrimizden yan çevirirler ve yalnızca dünya hayatını isterler." (Necm, 28, 29)
Zühdün Alâmetleri
Bil ki, zühd, yalnızca dünyanın zahirini terk etmek değildir. O, bununla birlikte ve hatta bundan daha önemlisi, dünyayı kalbinden çıkarmaktır.
Hasan el-Basrî, Ferkad es-Sabhî'ye şunu söylemiştir: "Sen dünyayı kalbinde saklayıp yalnızca eski elbise giymekle zühd yaptığını ve bununla diğer insanlardan üstün olduğunu mu sanıyorsun? Duyduğuma göre, cehennem ehlinin çoğu, kalpleri dünya ile dolu iken, riya maksadıyla eski elbise giyenlerdir."
Yalnızca eski elbiseler giymek veya bunun gibi sadece dışa müteallik olan görüntülerle yetinmenin kimseye üstünlük kazandırmadığı, "Allah yanında en üstününüz takvası en fazla olanınızdır." ayetiyle de sabittir. Çünkü, hadiste de belirtildiği gibi, "Takva kalpte olan bir şeydir." Buna göre, kalpte ihlâs, kulluk duygusu, Allah korkusu ve sevgisi yoksa, yalnızca eski elbise giymek, bir hırka ve bir lokma ile yetinmek, sakal uzatmak, sarık ve cübbeyle dolaşmak kimseye üstünlük kazandırmaz. Bunun aksine, bu şeylerle üstünlük taslayanlar, riya ve gösteriş yapanlar; Hasan'ın dediği gibi, cehennem ehli olurlar.
Dünyanın kalpten çıkarılmış olduğunu gösteren alâmet ve belirtiler ise şunlardır:
1- Varlığa sevinmemek ve yokluğa üzülmemek. Allah Teâlâ şöyle buyurmuştur: "Bulamadığınız şeylerden dolayı üzülmeyin, bulduğunuz şeylerden dolayı da (dünya ehli tarzında) sevinmeyin." (Hadîd, 23)
Bu, zühdün vasat derecesidir. Onun üstün derecesi ise, varlığa üzülmek ve yokluğa sevinmektir. Çünkü sonuç itibariyle varlık hesaptır, yokluk ise sevaptır. Bundan dolayı Hasan şöyle demiştir: "Allah Rasûlü’nün ashâbı, sizin varlığa sevindiğiniz kadar yokluğa sevinirlerdi."
2- İnsanların gözlerine girmeye çalışmamak, onların takdir ve övgüsüne talip olmamak. Bu husus zühdün en önemli alâmeti ve hatta olmazsa olmaz şartıdır. Çünkü insanların gözlerine girmeye çalışan ve onların takdir ve övgüsünü isteyen bir kimse, maddî yönden en sert biçimde zühd kurallarına uysa bile, zâhid değildir. Üstelik, kalbinde bu istek bulunan bir kimsenin görünüşteki zühdü de genellikle riya ve gösterişten ibarettir.
Din ile riya ve gösteriş yapan bir kimse ise dünya ehlinin en kötülerindendir. Gerçek zâhid o kimsedir ki, insanların onu takdir etmesi ve övmesi ile tenkit etmesi ve kötülemesini birbirinden ayırmaz. Çünkü onun işi halkla değil, Hâlık iledir. Onun davranışlarına yön veren Hâlık'ın emirleri, ona güç ve kuvvet veren de Hâlık'ın rızâsını tahsil etme iştiyakıdır. Halkın takdir ve övmesi ise çok az durumlarda Hâlık'ın emir ve rızasına uygundur. Onun için bunlar kendisi için ölçü değildirler.
3- Allah Teâlâ ile ünsiyet etmek ve O'na ibadet etmenin sevgi ve lezzetini duymak. İnsanın özelliklerinden birisi de bir şeyle ünsiyet etmek ve onunla meşgul olmaktan, onun için bir iş yapmaktan zevk almaktır. Bu ünsiyet ve zevk, vücudu besleyen yemek ve içmek gibi kalbi besler. Kalpler bu açıdan ikiye ayrılırlar. Dünya ehlinin kalpleri dünya ile ünsiyet eder ve onun için çalışmaktan zevk ve lezzet alır. Gerçek mümin olan zâhidlerin kalpleri ise Allah Teâlâ ile ünsiyet eder ve O'na ibadet etmekten zevk ve lezzet alır.
Ebu Süleyman şöyle demiştir: "Kendi nefsi ile meşgul olan, insanlardan gâfil ve habersiz kalır. Rabbi ile meşgul olan ise hem insanlardan, hem de kendi kendisinden gâfil ve habersiz kalır."
"Zâhid, Rabbi ile meşgul olup başka her şeyden gâfil kalan kimsedir." Diğer bir ifade ile zâhid, zenginlik ve fakirliği, şöhret ve itibarsızlığı, takdir ve kötülemeyi aynı derecede gören ve bunlardan hiç biriyle ilgilenmeyendir.
Yahya İbni Muâz şöyle demiştir: "Zühdün alâmeti eldeki ile cömertlik etmektir."
İbnu Hafif şöyle demiştir: "Zühdün alâmeti vermekten ve cömertlik yapmaktan lezzet duymaktır."
Ahmed ve Sufyân şöyle demişlerdir: "Zühdün alâmeti ömrünü kısa görmektir." Bundan dolayı, "Sûfi yaşadığı vaktin çocuğudur." denilmiştir. Yani, o sadece yaşadığı dakikaları ve lâhzaları bilir. Ötesini bilmez ve düşünmez.
Seriyy şöyle demiştir: "Zühdün alâmeti, kendi nefsinin ıslâhını bırakıp eşyanın ıslâhı ile meşgul olmaktan rahatsızlık duymaktır."
Zühd bahsini Fudayl’ın şu sözüyle bitirelim:
"Allah Teâlâ, bütün kötülükleri bir binada toplamış ve dünya sevgisini ona anahtar yapmıştır. Bütün iyilikleri de bir binada toplamış ve zühdü ona anahtar yapmıştır."