GÜLCEMAAT DİYARINA HOŞGELDİNİZ
   
  Yeni islami Portaliniz
  AKÎDE...SIR'LARI VE İNCELİKLERİ....
 

AKÎDE..

Kelime-i Tevhid'in Ehli Sünnet'e Göre Mânası

Allah Teâlâ'nın Varlığı ve Birliği

Allah Teâlâ'nın Sıfatları

Allah Teâlâ’nın Fiilleri

Allah Rasûlü’nün Haber Verdiği Şeyler.

İmamlar ve Halifeler

Kelime-i Tevhid'in Ehli Sünnet'e Göre Mânası

Allah Teâlâ, zatı itibarıyla Vâhid'tir, birdir, ortağı yok­tur. Ferd'tir, benzeri, zıddı ve karşıtı yoktur. Samed'tir, her­kes ve her şey O'na muhtaçtır, O ise hiç kimseye ve hiçbir şeye muhtaç değildir. Kadîm'dir, hep var olmuştur. Ezelî'dir, başlangıcı yoktur. Ebedî'dir, varlığı süreklidir, sonu, nihayeti, bitimi yoktur. Kayyûm ve dâim'dir, ayrılması ve kesintiye uğraması yoktur. Ezelden beri celâl ve yücelik sı­fatlarıyla vasıflıdır. Zaman ve asırların geçmesiyle eskimez ve inkiraz bulmaz. Her şeyden öncedir. Her şeyden sonradır. (Görenler için) her şeyden daha açıktır. (Göremeyenler için) her şeyden daha gizlidir. Sıfat ve tasarruflarıyla açık, mahiyeti ve hakikatiyle gizlidir. Her şeyi bilendir.

Münezzehtir, her türlü kusur ve eksiklikten beridir. Suret ve şekli olan bir cisim veya ölçülüp tartılabilen bir madde değildir. Cisimler gibi boyutları yoktur. Onlar gibi parçalardan mürekkep değildir. Madde değildir ve madde O'na yapışmaz. Araz (Araz, maddenin keyfiyet ve halleridir. Sertlik-yumuşaklık, kuruluk-yaşlık, sıcaklık-soğukluk, genişlemek-buruşmak, hastalanmak-sağlık bulmak, siyah, beyaz gibi bir renk taşımak cismin araz­larıdır. Eski filozoflar ve kelâmcılar, âlemi madde ve araz olmak üzere iki kısma ayırırlardı. Kelâmcılar, maddenin ölü, arazın da zayıf (hadis ve değişken) olduğunu söyleyerek bunlar için bir yaratıcı bulunması gerektiğini ispata çalışırlardı.) değildir ve araz O'na karışmaz. O'nun gibi bir şey yoktur. Her hangi bir şey O'na benze­mez. O da her hangi bir şeye benzemez. Ölçülerle sınırlı değildir. Yönler ve cihetler O'nu çerçevelemezler. Yerler ve gökler O'nu içinde taşımazlar.

O, yalnızca kendisinin bildiği bir şekilde Arş'ın üzerin­dedir. Bizim bilmemiz lâzım gelen şey ise, bunun Arş'la te­mas etmek, içine yerleşmek, üstünde oturmak, onunla ku­şatılmak şeklinde olmadığıdır. Arş O'nu taşımaz. O'nun kudreti Arş'ı ve Arş'ı taşıyan melekleri taşır. O, Arş ve gök­lerin üstündedir; fakat yer ve yerin derinliklerine de ilim ve kudretiyle aynı derecede yakındır. O bu ve diğer sıfatlarıyla her şeye yakın ve her şeyin yanında hazırdır. İnsana can damarından daha yakındır. O'nun yakınlığı cisimlerin yakınlığı gibi değildir. O bir şeye hulul etmez (içine gir­mez); bir şey de O'na hulul etmez. Zaman ve mekân O'nu sınırlandırmazlar. O bunlardan önce vardı. Şimdi de ezelde olduğu gibidir. O yarattığı şeylerden ayrıdır. Bunlarla bir­leşmez ve terkip oluşturmaz. O değişmez ve değişen halle­re uğramaz. O zeval bulmaz ve kendinden bir şey kaybet­mez. Mükemmelliğin son çizgisinde olduğu için yeni mü­kemmellikler kazanmaz. Varlığı dünyada akıl ile idrâk edi­lir, âhirette ise gözle görülür. O'nu görmek, cennet ehline verilen en büyük nimettir.

O hayy (diri), kudretli, cebbar ve kahhârdır. Kendisin­de eksiklik ve acizlik yoktur ve böyle şeyler ona arız ol­mazlar. Uyku ve uyuklama O'nu tutmazlar. Ölüm ve yok­luk O'na yanaşmaz. O, âlemin dış ve iç yüzünün sahibidir. Sultanlık, izzet, yaratmak, emretmek, istediği şeyi yapmak ve yaratmak O'nun ayrılmaz özellikleridir. Gökler O'nun avucundadır. Mahluklar O'nun hükmü altındadır. Yarat­mak ve yoktan var etmek işinde birdir. İcad etmek ve orta­ya koymak fiilinde tektir. Mahlukları, onların amel ve işle­rini yaratmış, rızk ve ecellerini takdir etmiştir. Bunlardan hiç bir şey O'nun tasarrufunun dışında kalmaz ve O'nun kudretinin haricine çıkmaz. Gücünün yettiği ve kendisinin bildiği şeyler sayı ve hesaba sığmaz. Gücü ve ilmi sınırsız­dır. O, bilinebilen her şeyi bilir. Yerin derinliklerinden gök­lerin üstüne kadar her şeyi görür ve gözetir. Ne yerde, ne göklerde bir tek zerre O'nun bilgisi, kudreti ve tasarrufu dışında değildir. O, karanlık bir gecede siyah bir kayada yürüyen siyah bir kancayı görür; geniş fezada küçük bir toz parçasının hareketini gözetler.

O, gizli (sır) ve gizliden de daha gizli (ahfâ) olanları, kalplerde ve tasavvurlarda olup biten ve gelip geçenleri bi­lir. O'nun ilmi kadîm ve ezelî'dir. O ezelden beri bu ilimle vasıflıdır. O'nun ilminde yenilik, değişiklik, çoğalma ve azalma olmaz. O'nun ilmine bilgisizlik, belirsizlik ve yanıl­ma karışmaz. (Şiîler, Allah Teâlâ’nın bazı şeyleri sonradan bilebileceğini söylerler. "Bedâ" dedikleri bu bozuk inançla Allah Teâlâ'ya zımnen cehalet isnâd ederler.)

O irade sahibidir. Vücuda gelen varlıkları ve hâdisele­ri irade etmiştir. Onun mülkünde olup biten az-çok, büyük-küçük, hayır-şer, fayda-zarar, iman-küfür, ilim-cehalet, hidayet-dalalet, itâat-masiyet, kâr-zarar, artış-eksilme cinsinden ne varsa; hepsi O'nun iradesi, takdiri, tedbiri, hikmet ve meşiyeti ile olur. O'nun istediği her şey olur. O'nun istemediği hiçbir şey olmaz. Süratli bir bakış ve bir anlık bir tasavvur ve tahayyül de O'nun meşiyeti dahilin­dedir. O yaratmayı bu dünyada başlatan, âhirette onu ye­nileyen ve her istediğini yapandır. O'nun emrini geri çeviren, takdirini bozan hiçbir güç yoktur. Günahlardan sakın­mak O'nun tevfik'i (muvaffak etmesi) ve rahmetiyledir. Tâat ve ibadet etmek O'nun meşiyeti ve iradesiyledir. Bütün güçler birleşseler, O'nun durdurduğu bir zerreyi hareket ettiremez ve O'nun hareket ettirdiği bir zerreyi durdura­mazlar. Yaratıkların bütün yaptıkları O'nun iradesi dahilin­dedir. Ancak O kötü işlere razı değildir. Bunlara müsâade etmesi ise imtihan içindir. O'nun iradesi de diğer sıfatları gibi, zâtıyla kaimdir. Bu sebeple O, ezelden beri irade sahi­bidir. Eşyanın varlığını ezelde irade etmiş, zaman ve keyfiyetlerini de belirlemiştir. Bunlar, O'nun irade ve takdir ettiğinden ne önce, ne sonra, ne daha çok, ne daha az, ne de farklı bir şekilde vücut bulmazlar. İşleri irade ve takdir et­mesi, sonra da yaratması; fikir yürütme, sıraya koyma, za­mana yayma, vasıta kullanma şeklinde değildir. Bu yüz­den, O'nu bir iş diğer bir işten alıkoymaz. O bütün işleri beraber ve bir anda yürütür.

O, İşiten ve Gören'dir. Her sesi işitir ve her şeyi görür. İşitilebilen hiçbir şey O'nun işitmesinden ve görülebilen hiçbir şey O'nun görmesinden kaçmaz. Uzaklık, O'nun işitmesi, karanlık O'nun görmesi için engel değildir. O'nun görmesi, işitmesi, bilmesi, yaratması mahluklarınki gibi or­gan ve âletlerle değildir. Çünkü O, bunlardan müstağnidir (bu yardımcı vasıtalara ihtiyacı yoktur.).

O konuşandır. Kendisi, ezelî olan ve mahluklarınkine benzemeyen bir konuşma tarzı ile konuşur, emreder, nehyeder, va'd ve tehdid eder. Ancak O'nun konuşması, hava yardımı, gırtlak, dudak ve dil hareketleriyle değildir. Çün­kü bunlar maddî ve arızî şeylerdir.

Kur'ân, Tevrat, Zebur ve İncil O'nun peygamberlere gönderdiği büyük kitaplardır. Kur'ân dille okunan, mushaflarda yazılan, zihinlerde hıfzedilen kitaptır. O, aynı za­manda, Allah Teâlâ’nın zâtıyla kaim olan kadîm bir kelâm­dır. (Ehl-i Sünnet ulemâsının büyük bir kısmı Kur'ân-ı Ke­rim'in kadîm olduğunu söylemişlerdir. Bir kısmı ise, onun kadîm olması üzerinde ısrar etmenin anlamı bulunmadığı­nı ileri sürmüşlerdir. Çünkü, kadîm olması, Allah Teâlâ’nın onu ezelde konuşmuş olması demektir. Halbuki, ezelde Kur’ân'a muhatap olan insanlar, cinler ve melekler mevcut değillerdi. Muhatap bulunmadan konuşmak ise, pek anlamlı görünmüyor. Kur'ân-ı Kerim'de de, onun için "muhdes" sıfatı kullanılmıştır. (Enbiyâ, 2) Muhdes'in bir mânası da kadîm olmayandır. İmana (ve daha genel bir anlamda dine) taalluk eden konularda muteber İslâm âlimleri ara­sındaki ihtilâflarda taraf tutmamak ve işin doğrusunu Al­lah Teâlâ’nın ilmine havale etmek en doğru yoldur. Hiç şüphe yoktur ki, Kur'ân Allah Teâlâ’nın ilminden olması yö­nüyle kadîm ve ezelîdir. Fakat, kelâm sadece ilim değildir. O, ilmin ifade edilmiş ve anlatılmış halidir. Bunun yanında kesin olarak bilinen husus şudur ki, Kur'ân-ı Kerim, Mutezile'nin iddia ettiği gibi, mahluk değildir. Çünkü o Allah Teâlâ’nın kendi konuşmasıdır. Allah Teâlâ konuşur, fakat konuşmasını yaratmaz. Konuşması O'nun zatî ve ezelî bir sıfatıdır. Mutezile ise, Allah Teâlâ’nın konuşma sıfatını in­kâr etmişlerdir. Bu ise bir sapıklık ve dalâlettir.)

Musa (as), O'nun konuşmasını harf ve savt dışı bir keyfiyetle duymuş ve dinlemiştir. Müslümanlar da O'nu cennette böyle duyup dinleyeceklerdir.

Allah Teâlâ Hayy olduğu için hayatı vardır; Alîm oldu­ğu için ilmi, Kadîr olduğu için kudreti, Mürid olduğu için iradesi, Semî' olduğu için işitmesi, Basîr olduğu için gör­mesi, Mütekellim olduğu için de kelâmı ve konuşması var­dır. Bunlardan birincileri O'nun isimleri, ikincileri ise sıfat­larıdır. Sıfatları da isimleri ve zâtı gibi haktırlar.

Allah Teâlâ’nın dışındaki bütün varlıklar O'nun fiili ile vücut bulurlar. Bunlar O'nun adalet ve hikmetinin eserleri­dir. O, fiillerinde hakîm (hikmet, gaye, maslahat, hayır gö­zeten) ve hükümlerinde âdildir. O'nun adaleti şaibesiz ve mutlaktır.

O, ezelde vardı; O'nunla birlikte hiç bir şey yoktu. Sonra, kudretini göstermek ve iradesini gerçekleştirmek için mahlukları yarattı. Kendisi bunları yaratmaya mecbur değil­di. Yarattıktan sonra da onlara muhtaç değildir. O'na itaat et­mek akılla değil, peygamberlerin bildirmesiyle vacip olur.

O, peygamberler göndermiş ve bunların doğruluğunu ispat etmek için kendilerine mucizeler vermiştir. Peygam­berler, mucizelerin tasdiki ve gölgesi altında O'nun emir, yasak, sevap ve azabını tebliğ etmişlerdir. Kulların peygamberlere iman etmeleri ve getirdikleri din ve şeriatları kabul etmeleri bu suretle vacip olmuştur.

Allah Teâlâ’nın iman ve itaat edenlere va'dettiği sevap haktır. Ancak bu sevabı onlara vermek O'nun için bir mec­buriyet değil, bir gönüllü lütuftur.

Allah Teâlâ, Muhammed (sa)'ı pey­gamber olarak bütün Arap, Acem, insan ve cinlere gönder­miş, onun Şeriatıyla daha önceki şeriatları nesh (iptal) et­miş, kendisini diğer peygamberlerden üstün kılmış, beşeri­yetin seyyidi (efendisi) yapmış, ona iman etmedikçe kendi zâtına iman edilmesini de geçersiz saymış, onun dünya ve âhiretle ilgili olarak haber verip tebliğ ettiği her şeyin kabul ve tasdik edilmesini zorunlu kılmıştır. Onun tebliğleri dünya ile ilgili hükümlerle âhiretle ilgili haberlerden oluşur. Bu haberler, ölüm anından ebede kadar sürüp giden ebedî âlemle ilgili doğru, doyurucu ve aydınlatıcı bilgiler içerir. Bu haberler, insanların önlerini görmelerini ve ona göre sağlıklı bir tutum belirlemelerini sağlar.

Ölümden sonraki ilk olay, Münker ve Nekir adlarında­ki iki meleğin öleni sorgulamasıdır. Onun ameline göre ya çok munis veya çok korkunç suretlerde görünen bu melek­ler, kendisinden tevhid (Allah'a iman) ve risâleti (Peygam­bere imanı) sorarlar. Ona, "Rabbin kimdir? Peygamberin kimdir? Dinin nedir?" şeklinde sorular yöneltirler. Ölü bu sorulara verdiği olumlu veya olumsuz cevaplara göre, ya göklere çıkarılır ve kıyâmete kadar mutluluk duyacağı bir feza bahçesinde iskân edilir veya cehennem ateşi dolduru­lan bir çukura atılır. Kabir hayatında nimet ve azapların bulunduğuna ve bunların adalet ölçüsüne göre tatbik edil­diklerine iman etmek zorunludur.

Kıyâmet, cennet ve cehennem haktır. Terazi (mîzan) haktır. Dünyadaki terazilerle isim ortaklığı olan, mahiyeti ise bilinmeyen bu terazide büyük ve küçük bütün ameller, zerrelere kadar olan hayırlar ve şerler tartılır. Tartıyla Allah Teâlâ’nın kimseye zulmetmediği, herkese kendi ameline gö­re muamele edildiği gözler önüne serilir. İyilikler kefesi nurdan, kötülükler kefesi karanlıktan oluşan bu hassas terazinin iyilik kefesinde Allah Teâlâ’nın kulu hakkındaki lütfü ve rahmeti, diğerinde ise O'nun adaleti vardır.

Hesap haktır. Terazide tartma ve diğer şekillerle kul­lardan hesap sorulur. Hesap bazıları için sıkı tutulur ve in­ceden inceye (iğneden ipliğe) yapılır. Bu hesap şekli çetin­dir. Bazıları için ise kolay tutulur ve ayrıntılara girilmez. En talihli olanlar ise, defterleri hiç açılmadan cennete gönderi­lenlerdir. Bunlar "mukarreb" denilen çok sâlih kimselerdir. Bunların içinde musibet görüp sabredenler ve nimet görüp şükredenler de vardır. Allah Teâlâ, bizzat yönettiği bu he­sap yerinde peygamberlerle inkarcıları karşılaştırır. Pey­gamberlere dini tebliğ edip etmediklerini, inkarcılara da ni­çin iman etmediklerini sorar. Sapık fırkalara ve Sünnet yo­lunu bırakıp bid'atlara sapanlara da buna niçin heves ettik­lerini, niçin nefislerini hakkın önüne geçirdiklerini sorar.

Cehennem üzerine kurulan Sırat haktır. Hesaptan son­ra bütün insanlar bu uzun köprünün üzerinden geçmek zorundadırlar. Ancak kâfirler ve azabı hak eden günahkâr­lar kayıp ateş çukuruna düşerler. Müminler ise, amellerine göre onu aşıp cennete giderler. Bu köprüyü geçmenin zor­luğunu tasvir etmek için, onun kıldan ince ve kılıçtan kes­kin olduğu söylenmiştir.

Muhammed (sa) için mahşer mey­danında açılan havuz haktır. Suyu cennetteki Kevser neh­rinden gelen bu havuzdan onun ümmeti (ve daha önceki iman ehli kimseler) içerler ve içenler mahşer yerinde bir daha susamazlar.

Allah Teâlâ'yı bir bildikleri halde, günah işleyen ve affe­dilmeyen müminler cehenneme atılır ve orada yakılırlar. An­cak bunlar, cezalarını çekince oradan çıkarılırlar. Ondan son­ra ateşte sadece Allah Teâlâ'yı inkâr edenler ve O'na ortak tanıyanlar kalırlar. Ve bunlar orada ebediyyen kalıcıdırlar.

Mahşer gününde şefaat haktır. Peygamberler, âlimler, şehidler ve sâlih kimseler Allah Teâlâ’nın kendilerine izin vermesi üzerine şefaat ederler. En büyük şefaat hakkı ise, Muhammed (sa)'a verilir.

Allah Rasûlü’nün ashabının diğer müminlerden üstün olduklarına iman etmek zorunludur. Ashabın da en efdali sırayla Hz. Ebu Bekir, Hz. Ömer, Hz. Osman ve Hz. Alidir­ler. (Bazı âlimler, Hz. Osman ile Hz. Ali arasındaki efdaliyet konusunda kararsız kalmayı tercih etmişlerdir. Çünkü, bir kısım ashabın da bu konuda kararsız kaldıklarını göste­ren rivayetler vardır.)

Allah Rasûlü’nün medh ve övgülerine mazhar olduk­ları ve onun talebeleri ve dava arkadaşları oldukları için, ashâb arasında cereyan etmiş bazı tatsız olaylarda hepsinin iyi niyetli olduklarına inanmak ve hepsini iyilik ve rahmet­le anmak lâzımdır. Bu husus, Ehl-i Sünnet'ten olmanın te­mel şartlarındandır.

Toplu halde ve kısaca verdiğimiz bu iman akidesi; Kur'ân okumak ve onun mânalarını öğrenmek, ondaki kıs­sa ve mev'izeleri düşünmek, ibadet ve hayırlarla meşgul olmak, sâlih kimselerin Allah Teâlâ'ya kulluk ve korkuları­nı müşahede etmek, bunların nasihat ve tavsiyelerini din­lemek gibi faydalı işlerle kuvvetlenir ve ilk aşamada bir çe­kirdek iken büyük ve meyveli bir ağaç durumuna gelir. İman esaslarının ilmî delillerini bilmek/imanı kuvvetlen­dirmesi açısından yararlı olmakla birlikte, imanın sahih ol­ması için şart değildir. Bundan dolayı, iman esaslarını doğru bir şekilde öğrenmek ve tatbik etmek onların delillerini öğrenmekle vakit geçirmekten daha yararlıdır. Bilindiği gi­bi, iman ve İslâm rükünlerini anlatan hadislerde, ayrıca bunların delillerini de bilmek gerektiği bildirilmemiştir. Gelip müslüman olan bedevi Araplardan da kesin bir şekil­de iman etmelerinin ötesinde bir de delil ve ispat aramala­rı istenmemiştir. Kaldı ki, delilsiz bir şekilde ve fakat içten­lik ve samimiyetle iman eden ve imanını amel haline geti­ren kimselerin imanı, amel yerine delilleri öğrenmeyi tercih edenlerin imanından daha kuvvetli ve daha sağlamdır. Bu hakikati ifade etmek için, Allah Rasûlü’ne nisbet edilen bir sözde, "İhtiyar kadınların imanını kazanın!" denilmiştir. Ancak, hem amel etmek, hem de delil öğrenmek elbette ki, bunlardan birisiyle yetinmekten daha makbuldür.

Delil denince, "Kelâm ilmi" akla gelir. Çünkü bu ilim, bir kısım iman esaslarını ilmî delillerle ispat etme iddiasın­dadır. Ancak İslâm âlimleri bu ilim hakkında farklı kanaat­ler ileri sürmüşlerdir. Bunlardan bir taife, Kelâm ile meşgul olmayı haram saymışlardır. Bir taife, onun yerine göre, farz-ı ayn veya farz-ı kifâye olduğunu söylemişlerdir. Üçüncü bir taife ise, bu ikisinin arasında yer almış ve Ke­lâm ilmi hakkındaki hükmün onun çeşidine ve talibin onu öğrenmekteki niyetine göre değiştiği görüşünü ileri sür­müşlerdir. Bu sonuncu taifeye göre, Kelâm ilmi ilaç gibidir. Nasıl ki, ilaç hastalık halinde yararlı, sağlık halinde zararlı ise, Kelâm ilmi de, gereksiz faraziye, nazariye, mantık ve felsefeye açılmamak şartıyla bazı şüpheleri giderebilirse, bu miktarı yararlıdır. Ve bu şüpheleri gidermenin tek çare­si o ise, bu takdirde de öğrenilmesi ve öğretilmesi farzdır. Böyle bir ihtiyaç mevcud değilse veya Kelâm'a felsefe ve faraziyeler sokulursa, o zaman da bu ilmi öğrenmek ve öğ­retmek haramdır. Çünkü bu halde o, şüpheleri gidermek yerine, yeni şüpheler uyandırır ve zihinleri vesveselerin is­tilâsına açık bir hale getirir. Niyete gelince, kişinin Kelâm'ı öğrenmekteki niyeti, akidesine musallat olan şüpheleri gi­dermek ve tahkikli bir iman kazanmak olursa, bu ilmi öğ­renmek caizdir. Fakat, onunla tartışma yeteneğini kazan­mak, ondan sonra da kalb kırıcı ve kavgalı münakaşalara girmek niyeti olursa, o zaman bunu öğrenmek haramdır. Allah Rasûlü (sa) şöyle buyurmuştur: "Haklı da olsa, tartışmaktan sakınan mümine cennetin or­tasında bir köşke ben kefilim." (Ebu Dâvûd, Tirmizî) buyurmuştur. Ancak, din­sizlik, zındıklık, bid'at ve dalâletleri ilim ve akıl adıyla yay­maya çalışanlar olursa, avam halkın bunlara kanmalarını önlemek için kendileriyle tartışmak, Kelâm ve diğer ilimle­rin düsturlarıyla onları susturmaya çalışmak Allah yolun­da bir cihad türüdür. Allah Teâlâ "Onlarla en etkili bir şekil­de mücadele et!" (Nahl, 125) buyurmuştur. Bunun için Kelâm ilmin­den hoşlanmayan İmam Şafiî (ra), Mutezile ile bu türlü tartışmalar yapmıştır. Ondan önce, Hz. Ali, Ab­dullah İbni Abbas ve Hasan el-Basrî de yanlış dinî görüşler yaymaya çalışanlarla delil getirerek tartışmışlardır.

(Hz. Ali, yaptığı bir tartışmayı bir beyittik şiirle şöyle hulâsa et­miştir: "Gök bilimci ve doktor, "Haşir yok, ölenler dirilmez" dediler. Ben, "Dirilmezsek zararım yok, dirilirsek hüsran başımızadır" dedim." İmam Gazali, bu sözü Ebul Alâ el-Maarrî'ye nisbet etmiştir. Halbuki, bu şâirin inançsız olduğu bilinmektedir.)

("Bâtıl'ı tasvir etmek, safi zihinleri bozmaktır." denilmiştir. Kelâm ilminde de, doğru olanı bulmak ve ispat etmek için mukaddime kabilinden bir sürü bâtıl ve gereksiz varsayımlar yapılır. Bu varsayım­lar, çoğu zaman kişide mevcud olan sahih akideyi sarsar ve onun zih­ninde bundan sonra gideremediği şüphe ve tereddütler veya rahatsız edici vesvese ve fikir bunalımları meydana getirir. Kelâm ilmini mekruh veya haram sayanlar onun bu yan etkilerini nazar-ı itibara almışlardır. Felsefeyi de, aynı sebepten dolayı kötülemişlerdir. Gerçekten de felsefe okuyan zayıf akıllı kimseler onun içinde boğulurlar ve iman­larını kaybederler. Bunların arasında akıllarını kaybedenler de vardır.)

Şüphelerden kurtulmak, hakikatleri keşfetmek, eşya­nın mahiyetini öğrenmek ve akidenin sırlarına muttali ol­mak Kelâm ilmiyle varılabilen sonuçlar değildir. Bunlar, ancak nefis mücadelesi yapmak, haram ve gereksiz istekle­ri terk etmek, ihlâs ve içtenlikle Allah Teâlâ’nın rızasını tahsil etmeye çalışmak, ibadete ağırlık ve yoğunluk vermek, Kur’ân’ın üslubuyla düşünüp tefekkür etmek sonucunda gerçekleşebilen durumlardır. Bu işte, Allah Teâlâ'nın lütuf ve rahmeti, kulun azim ve gayreti, yaradılışın kabiliyeti be­lirleyici faktörlerdir.

İlmin zahirden batına doğru (dıştan içe, kabadan ince­ye) doğru derinleşen boyutları vardır. Ancak, bu boyutlar birbirini teyid ve takviye edici mahiyettedirler. Bu sebeple, ilim hiçbir seviyede zahirdeki ameli gevşetici bir etki yap­maz; tam aksine, ilim derinleştikçe amel de artar. Bunun en güzel örneği Allah Rasûlü'nde gerçekleşmiştir. Amel üze­rinde her hangi bir olumsuz etki yapan ilim ise, ismi ne olursa olsun mahiyeti cehalettir. Böyle bir ilmin kaynağı da Rahman değil, şeytandır.

Allah Rasûlü (sa), tebliğ ve talim ile görevlendirildiği bütün hakikatleri söyleyip açıklamıştır. Nitekim, Allah Teâlâ kendisine, "Ey Peygamber! Sana vahyedilenin hepsini tebliğ et! Bundan bir şeyi tebliğ etmezsen, peygamberlik görevini yapmamış olursun." (Mâide, 67) buyurmuştur. Ancak, Allah Rasûlü’nün bütün bildikleri açıkladığı miktar­dan ibaret değildir. Hatta denilebilir ki, onun değişik sebeplerle anlatmadığı bilgiler anlattığının çok üstünde bir yekû­na baliğdir. Diğer âlimler tarafından da bilginin gizlenmesi­ni meşrulaştıran bu sebeplerden bazıları şunlardır:

1- Bilginin kendi şahsıyla ilgili olması ve sadece onun için hüküm taşıması. Allah Rasûlü’nün şahsına has bilgiler ve hükümler vardır. Bu sebeple, bazı şeyler onun için ha­ram, ümmeti için helâl, bazı şeyler de bunun aksi olmuştur.

2- Bilginin insanların anlama kapasitelerinin üstünde olması. Allah Teâlâ’nın zâtı ve ruh ile ilgili bilgiler bunun birer örneğidir. Bu sebeple, bazı kimseler ruhun ne olduğu­nu Allah Rasûlü’ne sorunca cevap mahiyetinde şu âyet in­dirilmiştir: "Size verilen ilim azdır; onunla ruhu anlaya­mazsınız." denilmiştir. (İsrâ, 85) Allah Rasûlü da Allah Teâlâ’nın zâtında değil, mahluklarında ve nimetlerinde tefekkür edilmesini emretmiştir. Örneğin bir hadiste şöyle buyur­muştur: "Allah'ın mahluklarında tefekkür edin; O'nun zâ­tında tefekkür etmeyin, helak olursunuz." (Menâvî, Feyd'ul-Kadîr, 3/262)

3- İnsanların yanlış anlama ihtimalinin kuvvetli olma­sı. Bu sebeple, Allah Rasûlü (sa), kader mevzuunu fazla açmamış, ashabının da bunu kurcalamala­rını şiddetle nehyetmiştir. Nitekim daha sonraki asırlarda bu mevzu gündeme sokulmuş ve yanlış yorumlar yapıl­mıştır. Örneğin, Cebriyye taifesi, insanların kader karşısın­da mutlak mahkûm olduklarını ve yaptıkları işlerde kendi irade ve isteklerinin etkisi bulunmadığını ileri sürmüşler­dir. Bu görüşten, mükellefiyetin kalkması ve kimsenin ceza görmemesi lâzım gelirdi. Halbuki mükellefiyet, gönderilen peygamberler ve indirilen kitaplarla tescil edilmiştir. Buna karşılık, Mutezile taifesi de kaderin hiçbir etkisi olmadığı­nı, insanların bütün yaptıklarını kendilerinin tasarlayıp ya­rattıklarını söylemişlerdir. Bu görüşten de, Allah Teâlâ’nın kendi mülkünde tasarruf yapamaz, insanların irade ve fiil­lerine müdâhale edemez bir âciz durumuna düşmesi, buna mukabil, insanların hepsinin birer yaratıcı ilâh olmaları lâzım gelir. Bu sonuç ise, ne kadir-i mutlak olan Allah Teâlâ açısından, ne de her yönüyle zayıf, âciz ve çaresiz olan in­sanlar açısından doğru değildir. İşte, bu iki sapık görüş, ba­zı kimselerin yanlış anlaşılmaya müsait olan bir konuyu (kader konusunu) anlamaya çalışmalarından doğmuştur. Onun için, bu gibi konularda vârid olan nasslara iman et­mek ve yapılmış olan açıklamalarla yetinmek lâzımdır.

4- İnsanların bir şeyi bilmemelerinin kendileri için onu bilmelerinden daha hayırlı olması. Gayb kapsamına giren bilgilerin büyük bir kısmı bu türdendir. Örneğin, kıyâmet vakti, ölüm zamanı, başa gelecek musibetler önceden bilin­se, insanlar dünyadan soğurlar ve çalışma azimleri kırılır. Kabirde kötü insanların karşılaştıkları zorluklar ve çektik­leri azaplar bilinse, kimse sevdiklerini mezara koymaz ve mezardakilerin acılarıyla perişan olurlar. Hatta, insanların kalplerindeki niyet ve duygular bilinse, toplumun düzeni alt üst olur. Bu yüzden Allah Teâlâ, bu ve benzeri gaybların bilgisini kendi tekelinde tutmuş ve ondan istediği bir miktarı yalnızca peygamberlerine açmıştır. Peygamberler de bu bilgileri saklamışlardır. Allah Teâlâ’nın kendi gaybında tuttuğu bilgileri öğrenmeye çalışmak insanların yararı­na değildir. Buna işaret edilen bir âyette şöyle buyurulmuştur: "Ey iman edenler! (Sizden gizlenen) şeyleri sormayın. Çünkü bunlar açıklanırsa, sizi üzerler." (Mâide, 101)

Allah Rasûlü (sa), bu sebeple bazı bilgileri de remiz, kinaye ve teşbih yoluyla anlatmıştır. Böylelikle, o bilgileri ehil olan kimselere açarken, ehil ol­mayanlara da kapatmıştır. Bu gibi yerlerde, idrâki zayıf olanlar, teşbih üzerinde durup asıl mânayı kaçırırken, idrâ­ki keskin ve kalb nuru kuvvetli olanlar, kasdedilen mânayı yakalarlar. Buna dâir birkaç örnek şöyledir:

-"Cilt ateşte büzüldüğü gibi, mescid de içine atılan bal­gamdan öylesine büzülür."(Sahih kaynaklarda bulunamamıştır.) Bu hadisteki mescid büzül­mesinin zahir mânası, mescidin ruhu mesabesindeki kudsiyetin bu hareketten incinmesidir. Fakat bu mânanın haki­katini ancak mâna ehli olanlar bilirler.

-"İmamdan önce başını rükû veya secdeden kaldıran kimse, Allah'ın onun başını eşek başına çevirmesinden korkmuyor mu?" (Müttefekun aleyh) Bu hadisin zahir mânası, bu hareketin düşüncesizlik olmasıdır. Çünkü imama uyan kimsenin onun hareketlerine de uyması lâzımdır. Onun bâtın mâna­sı ise ancak mâna ehli olanlar tarafından bilinebilir.

-"Mü’minin kalbi, Rahman (olan Allah)’ın iki parmağı arasındadır." (Müslim) Burada parmaklardan anlaşılabilen mana, Allah Teâlâ’nın kudret ve rahmetidir.

-"Hacer'ül-Esved, Allah'ın yerdeki sağ elidir." (Hâkim) Bura­da anlaşılabilen mâna, söz konusu taşı öpen kimsenin Al­lah Teâlâ'ya kulluk biati vermesidir. Çünkü sultanlara, sağ elleri tutularak itaat biati verilir.

-"Ben Rahman (olan Allah) ın nefesini Yemen tarafından alıyorum." (Ahmed) Burada anlaşılan mâna, İslâmiyetin onu kabul edecek olan Yemen halkından büyük bir güç ve destek bul­masıdır. Nitekim, bu mâna gerçekleşmiş ve Yemen halkı Müslüman olup İslâmiyet için savaşmışlardır. (Bkz: Mâide, 54)  Bu zahir mânala­rın ötesinde ancak ehline hitap eden mânalar gizlidir.

Kur'ân-ı Kerim'de de bu türlü teşbih ve benzetmeler vardır. Bunun için de birkaç örnek şöyledir:

-"Allah bir şeyi irade ettiği zaman, onun işi "Ol!" de­mekten ibarettir. Bunun üzerine o şey oluverir." (Yasin, 82) Halbuki, Allah Teâlâ, bir şey yarattığı zaman ona sözlü emir vermez; sadece onun olmasını ister, o da oluverir. O halde, burada herkesçe anlaşılabilen mâna, Allah Teâlâ’nın her türlü ira­desinin sür'atle gerçekleşmesidir.

-"Sonra, buhar halinde olan göğe yöneldi; ona ve ye­re, "İsteyerek veya istemeyerek gelin!" dedi. Onlar, "isteye­rek geldik." dediler. (Fussilet, 11) Bu âyetteki açık mâna, yer ve göklerin mutlak surette Allah Teâlâ’nın emirlerine boyun eğme­leridir.

-"Her şey, Allah'ı tesbih ve hamd eder." (İsrâ, 44) Buradaki an­laşılır mana, her şeyin hal dili (yaratılışındaki mükemmellik) ile Allah Teâlâ’nın yaratma kudretinin kusursuzluğunu göstermesidir. Bu mânayı bir şâir şöyle şiirleştirmiştir: "Her şeyde bir delil vardır, Allah'ın bir olduğunu gösterir."

Bir kısmına "müteşâbih" de denilen bu türlü âyet ve hadislerin tefsirinde birkaç görüş vardır:

Birincisi, Selefin görüşüdür. Ashâb ve ilk devir âlimle­ri demek olan Selefe göre, bu âyet ve hadisler tevil edil­mezler; lügat mânaları ne ise o şekilde anlaşılırlar. Bu yolla mânaları anlaşılmadığı (veya bu mânalarda sakınca bulunduğu) takdirde de, onlara iman etmekle yetinilir.

İkincisi, Eş'arîlerin görüşüdür. Eş'arîler, lügat mânalarıyla dinin diğer nasslarına uymayan âyet ve hadis sözle­rini tevil etmişlerdir.

Üçüncüsü, Mutezile görüşüdür. Bu taife, te'vil alanını genişletmişler ve hiç gerek olmadığı halde birçok iman esaslarını aklî te'villerle yorumlamışlardır. Bu sebeple bun­lar, Allah Teâlâ’nın sıfatlarını yok saymışlar, O'nun âhirette görülmesini inkâr etmişler; Mirâc, kabir suali, kabir azabı, âhiretteki terazi ve köprüyü birer sembol olarak farz etmiş­ler ve bunlardan manevî şeylerin kasdedildiğini söylemiş­lerdir.

Dördüncüsü, filozofların görüşüdür. Filozoflar, bütün iman esaslarını ve onları ifade eden sözleri asıl mânalarından çıkarıp aklîleştirmişlerdir. Bu sebeple, bunlar haşrin, cennet ve cehennemin, buralardaki nimet ve azapların maddî şeyler olmadığını, akıl ve ruh ile hissedilebilen ma­nevî şeyler olduklarını ileri sürmüşlerdir. Hak olan görüş ise, Selef ve Eş'arîler arasında dolaşır. Bazı konularda Se­lefin, bazılarında da Eş'arîlerin görüşü tercihe şayandır. Mutezile'nin görüşü dalâlet, filozoflarınki ise küfürdür.

(İmam Gazali; İbni Sina, Farabî ve benzeri müslüman filozof­ların üç görüşlerinden dolayı küfre düştüklerini söylemiştir. Bu üç görüş, onlara göre haşrin ruh ve ceset birlikteliği ile değil, sadece ruh ile olması, âlemin kadîm olması (hep var olagelmesi) ve Allah Teâlâ’nın cüz'î ve küçük şeyleri bilmemesidir. Mutezile de bu son görüşü benim­semişlerdir. Bu görüşün yanlış olduğunun en açık delili odur ki, büyük şeyler küçük şeylerin terkibinden ibarettirler. Hal bu olunca, küçük şeyleri bilmeyen yaratıcı, onları nasıl terkip edip büyütebilir? Bu müm­kün değildir. Allah Teâlâ’nın küçük şeyleri bilmediğini söylemek, aynı zamanda O'nun yaratıcılığını da inkâr etmektir. Çünkü, gerçek yarat­mak küçük şeyleri var etmektir. Büyük şeyleri var etmek ise küçük şey­leri terkip etmektir. Bunun bazı türlerini insanlar da yapabilirler.)

Bir şeyi bilmenin iki mertebesi vardır. Bunlardan birin­cisi, o şeyin bilgisinin zihinde yerleşmesidir. İkincisi ise, zi­hinde yerleşen bilginin bizzat yaşanması, his ve duygu ha­line gelmesidir. İnanmanın da bu türlü iki mertebesi vardır. İnanmak da bilmek gibi, ikinci mertebede daha kuvvetli ve daha açıktır. İnanmanın ikinci mertebesi ise, inandığını fiil ve duygu halinde yaşamaktır. Bu sebeple, sadece inanan bir mümin ile inandığını yaşayan, ilim ve amelde ilerleyen kâmil bir müminin iman esaslarını, Kur’ân ve hadis sözle­rini anlamaları farklıdır. Ancak, bu fark mahiyet farkı de­ğildir. Çünkü, ikisinin de inandıkları şeyler aynıdır. Aralarındaki fark ise anlamadaki açıklık, derinlik ve duyma far­kıdır. Birincisinin imanı uzaktan veya karanlıkta bir şeyin siluetini fark etmek gibidir. İkincisinin imanı ise, aynı şeyi yakından ve ışık altında görmek halidir. Bunlar arasındaki fark, aynı zamanda bir insanın açlık, hastalık veya lezzeti yapılan kelime tarifleriyle anlaması ve inanması ile bir baş­kasının bu şeyleri bizzat yaşayarak anlaması ve inanması gibidir. İman açısından bu hallerden birincisine "taklidi iman", ikincisine "tahkiki iman" denir. Anlamak ve bilmek açısından da birincisine "zahir ilmi", ikincisine de "bâtın il­mi" denir.

Buraya kadar yaptığımız açıklamalardan da anlaşıldı­ğı gibi, Kelime-i şehâdet, lâfız olarak kısalığına rağmen imanın temel rükünlerini kapsamaktadır. Bundan sonra bu rükünleri biraz daha genişçe inceleyeceğiz.

Allah Teâlâ'nın Varlığı ve Birliği

1- Allah Teâlâ'nın varlık ve birliğinin en güzel delilleri­ni Kur'ân-ı Kerim vermiştir. Bu deliller, ilâhî kelâmın her tarafına serpilmiştir. Fiilde Fail'i, eserde Müessir'i, sanatta Sâni'i (Sanatkârı), mahluk'ta (yaratılmışta) Hâlik'i (Yarata­nı) gösteren bu deliller münasebet düştükçe yenilenmiş ve tekrarlanmıştır. Bu deliller, başka türlü delillere ihtiyaç bı­rakmayacak kadar ikna edici; akıl, kalb ve vicdanı tatmin edici mahiyettedirler. Bunun birkaç örneği şöyledir:

-"Biz yeryüzünü beşik, dağları (ona çakılmış) kazıklar yapmadık mı? Biz sizi çift yarattık. Uykunuzu dinlenme (vasıtası) kıldık. Geceyi (üstünüzde) bir örtü yaptık. Gün­düzü çalışıp kazanma zamanı eyledik. Üstünüzde sağlam yedi gök bina ettik. (Güneşi) alev saçan bir lâmba haline getirdik. Yığılıp sıkışan bulutlardan şırıl şırıl su akıttık. Bu suyla hububat, bitkiler ve ağaçları sarmaş dolaş olan bah­çeler çıkarttık." (Nebe' 6-16)

-"Göklerin ve yerin yaratılmasında, gece ve gündüzün değişmesinde, insanlara fayda veren şeyleri taşıyıp deniz­de yüzen gemide, Allah’ın yukarıdan su indirip onunla öl­müş olan toprağı diriltmesinde, buna her çeşit canlıyı serp­mesinde, rüzgarı dolaştırmasında, bulutu yerle gök arasın­da tutmasında akıllarını çalıştıranlar için (Allah’ın varlık ve birliğine dâir) deliller vardır." (Bakara, 164)

-"Görmediniz mi, Allah nasıl yedi kat göğü birbiriyle ahenkli olarak yaratmış? Nasıl Ayı onlar için bir ışık, Güne­şi de bir lâmba etmiş? Allah, sizleri de yerden ot gibi bitir­miştir. Sonra sizleri ona iade eder ve sonra tekrar (mahşerde ortaya) çıkarır. Allah, yeri de sizin için bir sergi yapmıştır. Onda geniş yollar açıp dolaşmanıza imkân sağlamıştır." (Nûh, 15-20)

-"Sizi biz yarattık; bunu niçin tasdik etmiyorsunuz?! Döktüğünüz meniyi görmüyor musunuz? Onu siz mi yara­tıyorsunuz, yoksa biz mi yaratıyoruz? Aranıza ölümü so­kan da biziz ve bizimle baş edilmez. Sizi öldürüp yerinize benzerlerinizi getiriyoruz, sizi de bilmediğiniz şekilde (ka­bir ve mahşerde) diriltiyoruz. İlk yaratılışı gördünüz; bu­nun üzerinde düşünüp ibret almanız gerekmiyor mu? Ektiğiniz tohumları görmüyor musunuz? Onları siz mi yeşer­tiyorsunuz, yoksa biz mi yeşertiyoruz? Dilesek, onları ku­ru çöp yaparız da, şaşırıp kalırsınız ve (kendi aranızda) "Zarar ettik. Hayır! Hayır! Tamamen mahrum kaldık!" der, sızlanırsınız. İçtiğiniz suyu görmüyor musunuz? Onu bu­luttan siz mi indiriyorsunuz, yoksa biz mi indiriyoruz? İs­tesek, onu tuzlu yaparız (da içemezsiniz). O halde, neden şükretmiyorsunuz?! Tutuşturduğunuz ateşi görmüyor mu­sunuz? Onun ağacını siz mi yetiştiriyorsunuz, yoksa biz mi yetiştiriyoruz? Biz onu bir ibret vesilesi ve soğuğa karşı bir çare eyledik." (Vakıa, 57-73)

Biraz aklı olan bir kimse, bu ve benzeri âyetlerin mâna­larını düşünür ve Allah Teâlâ’nın yerde ve göklerde yarat­tığı varlık çeşitlerini, acayip hayvan ve bitki türlerini zih­ninden geçirirse, kesin bir şekilde anlar ki, bu uçsuz bucak­sız âlem, içindeki sayısız mahluklar ve bunların yönetimin­deki harika intizâm ve düzen Yaratıcısız olamaz. Bir kimse kendi kendine baksa, kendi varlığı ve öz yaratılışı da Yara­tıcıyı gösterir. Bundan dolayı Allah Teâlâ: "Gökleri ve yeri yaratan ve yöneten Allah'ın varlığında şüphe olabilir mi?" buyurmuş ve O'nun varlığını kabul etmenin aklın gereği olduğuna işaret ederek "Onlara, "Gökleri ve yeri kim ya­rattı?" diye sorsan, mutlaka "Allah yarattı." diyecekler­dir." (Lokman, 25) buyurmuştur.

Eşya ve mahlukların Allah Teâlâ’nın varlığına delil ol­ması şundandır: Önce yokken sonra var olan bir şey (ha­dis), onu yokluktan varlığa çıkaran bir güce muhtaçtır. Âlem, bütünüyle bu türlü şeylerden ibaret olduğuna göre, bunların varlık kazanmaları büyük bir gücün varlığını za­rurî kılmaktadır. Bu büyük güç, bir ilâhın gücüdür. Bu ilâh da Allah Teâlâ'dır. Eşyanın oluşumunda etkisi görülen sebepler de eşyanın kendileri gibi sonradan var olmadırlar. Bu sebepler bir müddet ve birkaç hâdisede zincirleme bir­birini takip etseler de, bir yerde tükenmeye mahkûmdur­lar. Kaldı ki, onları etkili kılan ve güçle donatan da Allah Teâlâ'dır. Çünkü onların kendiliğinden güç ve etki sahibi ol­maları veya bunu kazanmaları imkânsızdır. Örneğin, bir parmak ucu kadar hacmi olan ve iki parmak arasında eziliveren zavallı bir arının hem hayat verici bal, hem de öldü­rücü zehir yaratan büyük bir kudret ve maharete kendili­ğinden sahip olmasını akıl kabul etmez. Böyle bir şeyi ka­bul etmek, aklın tabiî prensiplerine aykırıdır. (Yine, incecik bir kablo telinin içinden geçen elektriğin tonlarca ağırlıkla­rı pamuk gibi kaldırıp indirmesi, yerine göre sıcaklık, yeri­ne göre soğukluk vermesi, yerine göre ışık vermesi, ses ta­şıması, suret iletmesi öyle bir güç gerektirir ki, akıl bu gü­cün o telin içinden nefes gibi geçen elektriğe âit olmasına ihtimal vermez.)

2- Allah Teâlâ kadîm ve ezelîdir; O'nun varlığının baş­langıcı yoktur. O her şeyden öncedir ve var olmanın en uç noktasındadır. Çünkü, kendisinden önce bir varlık bulun­saydı, o ilâh olurdu ve varlık onunla başlardı. Halbuki böy­le bir varlık sabit değildir. Sabit olmayan bir şeyi farz etmek abestir. İman konusunda ise küfürdür.

3- Allah Teâlâ ebedîdir. O'nun başlangıcı bulunmadığı gibi, sonu da yoktur. Başlangıcın bulunması sonlu olmanın işareti olduğu gibi, başlangıcın bulunmaması da sonsuzlu­ğun delilidir. Çünkü yok iken sonradan var olan şeylerin varlığı geçicidir; bu şeylerde asıl olan yokluktur. Bu sebep­le, bunlar ancak ilâhî kudret ve meşiyetle ayakta durabilir­ler. Ezelden beri var olanın varlığı ise devamlı ve süreklidir. Çünkü bunun için asıl olan da var olmaktır. Bu sebep­le, onun yok olması için daha üstün bir kudretin varlığına ihtiyaç vardır. Böyle bir kudret de mevcut değildir.

4- Allah Teâlâ, mekâna yerleşen madde cinsinden de­ğildir. Çünkü böyle olsa, mekâna muhtaç olur ve mekânın kendisinden önce var olması ve bir başka güç tarafından yaratılması lâzım gelir. Kendisinden önce bir yaratıcı ve bir varlık bulunmadığı için, O'nun mekâna muhtaç bir madde olması mümkün değildir. Allah Teâlâ’nın Arş'ın üstünde ol­ması da Arş'a yerleşmesi ve ona temas etmesi anlamında değildir. Bu sebeple, çoğu âlimler bu olayı Arş'a hükmet­mesi şeklinde tefsir etmişlerdir. Allah Teâlâ, bir mekânda olmadığı gibi, bütün mekânlarda da değildir. O'nun her yerde hâzır ve nazır olması ise, ilim ve kudretiyle her yere ulaşması anlamındadır.

5- Allah Teâlâ, muhtelif unsurlardan ve parçalardan oluşan mürekkep bir varlık değildir. Çünkü böyle bir ter­kip, onun oluşturan daha evvelki bir güce ihtiyaç gösterir. Halbuki böyle bir güç sabit değildir. Ayrıca, mürekkep olan her hangi bir şey parçalanıp dağılmaya mahkûmdur. Allah Teâlâ ise, ebedî olduğu için parçalanıp dağılmaz. Bu da O'nun mürekkep olmadığını gösterir.

6- Allah Teâlâ, cisimle kaim olan bir araz değildir. Çün­kü böyle olması halinde, kendisi de cisim gibi hadis ve mahluk olur. Hadis ve mahluk olan ise, ilâh olamaz. Çün­kü hudûs, yani yok iken var olmak ve tekrar yok olabilmek ilâh kavramına ters düşen bir kusurdur. İlâh olmak, her yönden kusursuz olmayı gerektirdiği için, şu veya bu şekil­de kusur taşıyan bir varlık ilâh olamaz. Kaldı ki, araz var­lık türlerinin en zayıf ve en çaresiz olanıdır.

7- Allah Teâlâ cihetlerden münezzehtir. Çünkü cihetler maddenin özellikleri ve bir mekâna yerleşmenin sonuçları­dır. Allah Teâlâ madde olmadığına ve bir mekâna yerleşme­diğine göre, O'nun cihetleri de yoktur. Bu sebeple, Kur'ân-ı Kerim'de, "Doğu ve batı Allah'ın mülkleridir. Siz bunlar­dan hangisine yönelirseniz, Allah'ın yüzü (rızası, güç ve kudreti) oradadır." (Bakara, 115) Allah Teâlâ’nın her tarafta olması O'na göre değil, bize ve bizim gibi maddî olan şeylere göredir. Çünkü doğuda veya batıda olan bizleriz. Dua halinde elle­rin semaya doğru açılması da Allah Teâlâ’nın o cihette ol­masından dolayı değildir. Bu bir tazim ifadesidir ve Allah Teâlâ’nın güç ve kudretiyle her şeyin üstünde ve yukarısın­da olduğu manasını taşır. Namazın kıblesi Kabe olduğu gibi, niyaz ve duanın kıblesi de semâ cihetidir. Bu sebeple, namazda Kabe'ye dönmek ne ise, duada semaya yönelmek de odur.

(Ancak Selef âlimleri, Allah Teâlâ’nın gök cihetinde olduğuna inanmayı sakıncalı görmemişlerdir. Çünkü cisim olmak ve bir mekâna yerleşip oturmak şeklinde anlaşılmadığı sürece, bir cihette olmak Allah Teâlâ için bir kusur değildir. Onun için nasslar Allah Teâlâ için cihet ifade ediyorlar. Bu sebeple, bu konuda gereksiz bir hassasiyet gösterip nassları te'vile kalkışmaya, ciheti inkâr etmeye ve hatta ciheti kabul edenleri tekfir etmeye gerek yoktur. Ne gariptir ki, tekfir nassları inkâr edenlere yöneltilmesi gerekirken, bu gibi konularda nasslara iman edenlere yöneltilmiştir. Bu kuralsız ve tutarsız bir keyfiliktir. Ehl-i Sünnet ekolleri olan Eş'arî ve Maturidî âlimlerinin Allah Teâlâ için ciheti nefyetmeleri ise, bunu ispat etmenin küfür olması sebebiyle değil, avam halkın bundan Allah Teâlâ’nın cisim olduğu ve bir cihette yerleş­tiği manasını çıkarmalarından korkmaları sebebiyledir. Bu âlimlerin Allah Teâlâ’nın diğer bazı sıfatlarını (el, yüz, göz gibi) te'vil etmeleri de bu endişeye mebnidir. Fakat, bu endişelerinde ne kadar haklı ve bun­dan dolayı bunu yapmaları ne kadar doğrudur, ona biz karar vere­meyiz.)

8- Allah Teâlâ, kendisinin bildiği bir keyfiyetle Arş'ın üzerindedir. Kur'ân-ı Kerim'in altı âyetinde "Allah Arş üzerine çıktı." buyurulmuştur. Allah Teâlâ’nın Arş üzerine çıkması, insanların tasavvur edebilecekleri bir şekilde de­ğildir. Çünkü, kelimeler Allah Teâlâ için kullanıldıkları za­man, onların mânaları farklıdır. Nitekim "Siz nerede olur­sanız, Allah da sizinle beraberdir." (Hadîd, 4) âyetinde ifade edilen 'birliktelik' de tasavvur edilebilen her türlü maddî ve beşe­rî birliktelikten ayrı bir şeydir. Geçen âyetlerde kasdedilen mâna, Allah Teâlâ’nın her şeye hükmetmesi, ilim ve kudre­tiyle her yerde hâzır ve nazır olmasıdır.

(Selef âlimlerine göre Allah Teâlâ Arş’ın üzerindedir. Çünkü Kur'ân-ı Kerim bunu açıkça ve birkaç yerde (A'râf, 54; Yûnus, 3; Ra'd, 2; Tâhâ, 5; Furkan, 59; Secde, 4 âyetlerinde) tekrarlayarak bil­dirmiştir. Ancak, bu durum İmam Malik ve diğer imamların söyledik­leri gibidir. Bunlar şöyle demişlerdir: "Allah Teâlâ’nın Arş üzerinde ol­duğu malumdur ve buna iman etmek vaciptir. Ancak, bunun keyfiyeti ve nasıl olduğu meçhuldür. Bunu kurcalayıp anlamaya çalışmak da bid'attır.")

9- Allah Teâlâ maddî suret ve şekilden, mekân ve cihetten münezzeh olmakla birlikte, âhirette müminler tarafın­dan görülecek ve bu onlar için mutluluğun en nihayeti ola­caktır. Kur'ân-ı Kerim'de: "O gün bazı yüzler şendir; bun­lar Rablerine bakarlar." (Kıyame, 22, 23) buyurulmuştur. Dünyada ise gö­rülmez. Çünkü, Kur'ân-ı Kerim'de "Gözler O'nu idrâk et­mezler." (En'âm, 103) buyurulmuştur. Hz. Musa (as)m ken­disini görme isteği de geri çevrilmiştir. (A'râf, 143) Hz. Musa (as), Allah Teâlâ'yı görmenin mümkün olduğunu bilmiş, ancak bunun dünyada değil âhirette olacağını düşünmedi­ği için bu talepte bulunmuştur. Bu sebeple, onun talebi bir muhalin talebi değildir. Çünkü muhali talep etmek cehalet­tir. Peygamberler ise, cehaletten münezzehtirler.

10- Allah Teâlâ birdir; O'nun ortağı, şerîki, benzeri, zıd­dı ve rakîbi yoktur. Mahlukları tek başına yaratmıştır ve onları tek başına yönetmektedir. Bunun delilini bildiren bir âyette, "Yerde ve gökte Allah'tan başka ilâhlar bulunsaydı, bunların (yer ve göğün) düzeni bozulur ve fesada uğrarlar­dı." (Enbiyâ, 22) denilmiştir. Çünkü birden fazla ilâh ve yöneticilerin bulunması durumunda, bu ilâhlar arasında çekişme olur ve bu çekişmenin etkisiyle dünya yıkılırdı. Kaldı ki, iki ilâ­hın bulunması prensip olarak da muhaldir. Çünkü, bunlar­dan birisi bir şey yapmak istediği zaman, ikincisi buna mâ­ni olamazsa aczi sabit olur ve ilâh olmaktan çıkar. Bu iste­ğe mâni olabilirse, o takdirde de istek sahibinin âciz oldu­ğu sabit olur ve kendisi ilâh olmaz. Çünkü ilâh, her şeye gücü yeten ve O'nun emri ve izni olmadan hiçbir şey yapılamayan en yüce varlıktır. Kelime-i Şehadette "Allah'tan başka ilâh yoktur" denilirken, ilâh sözcüğünden bu mâna kasdedilir. Bu mükemmellikte olmayan diğer şeylere "ilâh" demek ise ilâh isminin mânasını bilmemenin veya bu ismi kasıtlı olarak yanlış kullanmanın sonucudur. Kur'ân-ı Kerim'de şöyle buyurulmuştur: "İlâh deyip taptı­ğınız şeyler ilâh mânasını taşımayan ve bu yönden anlam­sız olan isimlerden ibarettirler. Bu isimleri siz ve babaları­nız uydurmuşsunuz." (Yûsuf, 40)

Allah Teâlâ'dan başka bir varlığa ilâh demek veya ona ilâh sıfatlarını vermek küfürdür.

Allah Teâlâ'nın Sıfatları

Allah Teâlâ'nın varlığı ve birliği bahsinde O'nun bazı sıfatları da anlatıldı. O'nun diğer bazı sıfatları da şunlardır.

1- Allah Teâlâ, sonsuz bir kudrete sahiptir ve "O, her şeye kadirdir." (Mâide, 120)  Bunun delili ise, âlemin son derecede muhkem, kusursuz, tertipli ve düzenli yaratılmasıdır. Böy­le bir eserin Müessir'inin kudretine delâlet etmesi ve delil olması tabiî ve tartışmasızdır.

2- Allah Teâlâ, nihayetsiz bir ilme sahiptir ve "Ne yer­de, ne de gökteki bir zerre bile O'nun ilminden hariç değil­dir." (Sebe' 3), "O, her şeyi bilendir" (Bakara, 29), "Yaratan (yarattığını) bil­mez mi? O, ilmiyle her şeye nüfuz eder ve en küçük şeyler den haberdardır." (Mülk, 14)

Bu ilâhî sıfatın delili de, âlemin eksiksiz bir şekilde ya­ratılması ve en mükemmel kanunlarla idare edilip yönetil­mesidir. Bir eser, bütün yönleriyle müessirinin sıfatlarına ölçü ve aynadır. Varlık âlemi de Allah Teâlâ'nın sıfatları ve ilmi için bir ölçü ve aynadır. Bu sebeple, sonsuz bir ilim ve kudret olmadan bu âlemin her tarafından fışkıran güzellik ve mükemmelliklerin ortaya çıkmasının mümkün olmadı­ğı aklın kesin hükümlerindendir.

3- Allah Teâlâ hayy, yani diridir. O'nun kudret ve ilim sahibi olması, hayy ve diri olmasının delilidir. Çünkü ne ölünün, ne de cansızın bu sıfatları yoktur. Alemdeki sürek­li tasarrufu da O'nun diri ve hayat sahibi olduğunun açık kanıtlarındandır. Allah Teâlâ için ölmek muhaldir. Çünkü, ölmenin sebepleri O'nda yerleşmez. Ölüm, maddî yoru­muyla, canlı organizmanın yıpranması ve onda gizli olan zaaf ve kusurların güçlenip ortaya çıkması ve onu dağıtmasıdır. Bu zaaf ve kusurlardır ki, mahlukların ilim ve kudretlerini de bir çizgide durdurmuşlardır. Allah Teâlâ'da ise zaaf ve kusur yoktur. O'nun varlığı yıpranma, çürüme ve dağılmaya müsait olan madde ve terkip olmadığı gibi, kendisinden üstün başka bir kudretin tasarrufuna da ma­ruz değildir. Bunun için, ebediyyen yaşamak O'nun için ta­biî ve kaçınılmazdır. O'nun baştan beri hayat sahibi olma­ması ise, muhallerin en büyüğüdür. Hayat denizi olan bu âlemin hayatsız bir ilâhın eseri olmasına en basit akıllar bi­le ihtimal vermezler.

4- Allah Teâlâ yarattığı ve yaptığı her şeyi kendi serbest irade ve meşiyetiyle yaratır ve yapar. O, hiç bir işi bir mecburiyet, baskı ve dış müdâhale sonucu yapmaz. Çünkü, O'nun dışında O'nu zorlayabilecek bir güç ve kudret yok­tur. Bu sebeple, her şey O'nun irade ve meşiyetinin eseri ve sonucudur. O, istediğini istediği şekilde ve zamanda yara­tır veya yok eder. Bu hakikati ifade etmek için, "O'nun is­tediği şey, zor da olsa, olur; O'nun istemediği şey, kolay da olsa, olmaz." denilmiştir.

İlim, bir şeyin bilinmesidir. İrade, bu şeyin yapılması­na karar verilmesidir. Kudret ise, bu karardan sonra o şe­yin ilme uygun bir şekilde ortaya çıkarılmasıdır. Bu üç sıfat böylece birbirini tamamlarlar ve onlardan birinin eksik ol­ması halinde söz konusu şeyin ortaya çıkması gerçekleş­mez. Ancak, Allah Teâlâ’nın bu sıfatları, insanların aksine, birlikte ve beraber işlerler. Bu sebeple, O'nun yapmak iste­diği bir iş ve yaratmak isteği bir şey bir anda, gözün kırpıl­ması sür'atiyle ortaya çıkar. Yaratma fiilinin diğer fiillerden ayrıldığı bir cihet de budur. Çünkü yaratmak, gelişi güzel bir fiil değildir; o en mükemmel ve hiç kusursuz fiil de­mektir. Bu yüzden de o Allah Teâlâ'ya mahsustur.

5- Allah Teâlâ, işiten ve görendir. Pek çok âyetlerin so­nunda "O işiten ve bilendir.", "O, yaptıklarınızı görendir." cümleleri yer almıştır. Allah Teâlâ, görülebilen her şeyi gö­rür ve işitilebilen her sesi işitir. Uzaklık, yakınlık, büyük­lük, küçüklük, açıklık, gizlilik O'nun görmesi ve işitmesi için sorun değildir.

Görmek ve işitmek kemâl (mükemmel olmak) sıfatlarındandır. Her türlü kemâle sahip olan ve olması gereken Allah Teâlâ’nın bu sıfatlara da sahip olmaması mümkün değildir. Kendisinde bu sıfatlar ve yetenekler bulunmadığı takdirde, yarattığı sayısız canlı türlerini bunlarla donatabilmesi ve güzelleştirip mükemmelleştirebilmesi aklın kabul edebileceği bir ihtimâl değildir. Çünkü mahluk, Hâlık'tan daha mükemmel olamaz. O, ancak Hâlık'ın bir kısım sıfat­larının sayısız derecede küçültülmüş, kırılmış ve bozulmuş kopyasına sahip olabilir.

İbrahim (as), putlara tapan babasına şöyle demiştir: "Babacığım! Niye işitmeyen, görmeyen ve sana bir fayda veremeyen şeylere tapıyorsun?" (Meryem, 42) Bu âyet, gerçek ilâhta bulunması gereken temel sıfatlardan üç tanesini ihti­va etmektedir. Bundan dolayı, bu sıfatlar, bâtıl ilâhlara ta­pan müşrikleri uyarmak için Kur'ân-ı Kerim'in pek çok âyetlerinde tekrarlanmıştır. Gerçek ilâh, fayda ve zarar ve­rebilendir. Bunun için de hedefi görmesi, onun fayda ve za­rarına olan şeyleri bilmesi ve onun duâ ve niyazlarını işit­mesi lâzımdır.

Ancak, Allah Teâlâ’nın görmesi ve işitmesi için, insan­lar ve diğer canlılar gibi maddî ve terkibin bir cüz'ü olan, arızalanabilen ve bozulabilen gözlere ve kulaklara ihtiyacı yoktur. Çünkü O, madde değildir ve yarattığı şeylere ben­zemez.

6- Allah Teâlâ konuşandır. Ancak O'nun zâtı ve diğer sıfatları farklı oldukları gibi, konuşması da konuşan varlık olan insanların konuşmasından farklıdır. O'nun konuşma­sı dil hareketi ve gırtlak oynamasıyla değildir. Bu sebeple O, bütün mahluklarla bir anda konuşabilir. Hesap yerinde ve cennette aynı anda herkesle ayrı ayrı konuşması bunun örneklerindendir. Nitekim, Kur'ân-ı Kerim'de, "De ki, de­niz Rabbimin söz ve kelimeleri için mürekkep olsa, onlar bitmeden deniz biter; bir deniz (diğer bir âyette: yedi deniz) daha mürekkep olsa, bu (bunlar) da önce biter." (Kehf, 109, Lokman, 27) buyurulmuştur.

İnsanın gözü aynı anda bir çok şeyi gördüğü halde, di­linin aynı anda bir çok şeyi konuşamaması bu iki uzvu ara­sındaki kapasite ve kabiliyet farkından dolayıdır. Aynı şe­kilde, dimağı bir çok bilgiyi depoladığı halde, hepsini aynı anda düşünememesi de, dimağının zaafından kaynaklanır. Allah Teâlâ’nın bilmesi, görmesi ve konuşması ise, kapasite ve özellikleri farklı olan uzuv ve organlarla olmadığı için, hepsinin özelliği aynıdır. Bu sebeple O, her şeyi bir anda bi­lir, her şeyi bir anda görür ve her şeyi bir anda konuşur.

7- Allah Teâlâ’nın bütün sıfatları kadîm ve ezelîdirler. Bunlar, sonradan kazanılmış yetenekler değildir. Bu sıfatlar aynı şekilde, zâtla birlikte ebedîdirler. Onlar için değişmek, artmak veya eksilmek söz konusu değildir. İnsanların sıfat­ları ise, zâtları gibi hadistirler; yani, sonradan kazanılmış­lardır. Bu sebeple, onlar her türlü değişmeye müsaittirler ve son bulmaya da mahkûmdurlar.

Sıfatlar, zâtın hükmüne tabidirler. Allah Teâlâ’nın zâtı ezelî, ebedî ve değişmez olduğu için sıfatları da öyledirler.

Allah Teâlâ’nın Fiilleri

1- Alemde olup biten her şey, Allah Teâlâ’nın fiili, ya­ratması ve icadıdır. O'ndan başka yaratıcı ve varlıklarda ta­sarruf edici yoktur. Kur'ân-ı Kerim'de şöyle buyurulmuştur: "Allah her şeyin yaratıcısıdır ve O her şeyi bilendir." (Ra'd, 16), "Allah sizleri de, işlerinizi de yaratmıştır." (Sâffât, 96), "Sözlerinizi ister gizleyin, ister açığa vurun, Allah sinelerde olanı bilir. Yaratan bilmez mi? O, en ince işleri bilir ve hepsinden ha­berdardır." (Mülk, 13,14)

Allah Teâlâ’nın her şeyi yarattığının bir delili, âlemdeki bütün varlıklar arasında mevcud olan temel benzerliklerdir.

Allah Teâlâ, mahlûkları yarattığı gibi, onların fiil, hare­ket ve kudretlerini de yaratmıştır. Bu sebeple, mahlûkların bütün fiilleri de O'nun mahlûklarıdır ve O'nun kudretine bağlıdırlar. Mahlûkların kendi fiillerinin yaratıcısı olma­dıklarının en açık bir delili, onların yaptıkları işlerin mahi­yetini veya ayrıntılarını bilmemeleridir. Örneğin, mahlûkların en gelişmiş türü olan ve şuuru bulunan insan bakınca görür, isteyince konuşur; fakat görmesinin ve konuşması­nın nasıl oluştuklarını bilmez. Yemek yerken, çenesi hare­ket eder, fakat bunun bile nasıl olduğunu bilmez ve bir lok­mayı çiğnemek için çenesinin kaç kere inip çıktığından haberi yoktur. Halbuki, kendisi bunların yaratıcısı olsaydı, onları bilmesi lâzımdı. Çünkü, yaratan, yarattığı şeyi bil­mek zorundadır. Bazı insanların bu işleri merak edip öğrenmesi de neticeyi değiştirmez. Çün­kü, kendileri öğrenmeden önce de bu işleri aynı şekilde ya­parlardı. Bu demektir ki, yaratan başkasıdır.

İkinci bir delil de odur ki, mahluklar kapasitelerinin çok üstünde işler yaparlar. Örneğin, küçücük bir böcek bal gibi harika bir gıdayı yapar, bir başkası ipek gibi harika bir ipli­ği yapar ve hiç birinin aklı olmadığı halde, çoğu hayvanlar (ve hatta cansız unsurlar, ağaç, su, toprak ve hava) insanla­rın yapamadıkları veya ancak taklitlerini yapabildikleri mü­kemmel işler yaparlar. Hayvanların ve cansızların hareketle­rini yaratıp tanzim eden kudret, insanların hareketlerini de yaratmak ve tanzim etmekten âciz değildir. Üstelik, yaratıcı­lığının mutlak ve sonsuz olması, bütün fiil ve işlerin O'nun eseri olmalarını gerektirir. Bu aynı zamanda, O'nun saltanat ve egemenliğinin ihtişam ve büyüklüğünün de gereğidir. Bi­lindiği gibi, bir sultanın büyüklüğü, memleketinde olup bi­ten işlere müdâhalesi ve onlara hâkim olması, onları yönlen­dirmesi ve belirleyici rol oynaması ölçüsündedir. İşlere müdâhale edemeyen bir sultan âcizdir. Allah Teâlâ, mutlak ve sınırsız büyüklükteki sultan olduğu için, mülkünde olup bi­ten büyük ve küçük her işin ve her şeyin O'nun müdâhale­si, tasarrufu, kontrolü ve hükmü altında olması lâzımdır. Bu işlerin büyük çoğunluğu doğrudan doğruya O'nun istemesi üzerine yaratılırken, insanların fiilleri onların kendi istek ve talepleri üzerine yaratılır.

Yaratmak, yalnız Allah Teâlâ'da bulunan ve O'na mahsus olan büyük bir gücü gerektirirken, şu veya bu fiili ter­cih etmek ve onun yaratılmasını istemek ve talep etmek kulda da bulunabilir. Örneğin, kundaktaki eli kolu bağlı bir bebek, bir şey yapamaz, ama ağlaması, jest ve mimikleriyle bir şeyler isteyebilir. Kulların Allah Teâlâ’nın yaratma kudreti karşısındaki durumları da budur. Kullara akıl ve irade verilerek doğru ve yanlış işlerden istediklerini seçme ve isteme hakkı ve özgürlüğü tanınmıştır. Onların Allah Teâlâ önündeki sorumlulukları da bu yüzdendir. Buna göre, Allah Teâlâ bir katili sorgularken ona, "Niçin katl fiilini ya­rattın?" diye sormaz ve onu bu yüzden cezalandırmaz. Çünkü bu onun işi değildir. Ona sorulan şey, "Niye katil olmayı istedin ve bu haram fiile talip oldun?" sorusudur. Ancak kulun istemesi Allah Teâlâ'yı bağlamaz. Bu sebeple, O isterse kulun istediğini gerçekleştirmez. Nitekim, O böy­le istediği için çoğu istek ve dilekler gerçekleşmez. O iste­diği zaman kötülük isteğini hayra da tebdil edebilir. Bunu ifade eden âyetlerde şöyle buyurulmuştur: "Allah onların kötülüklerini iyiliklere tebdil eder." (Furkan, 70), "Allah isteseydi, bü­tün insanları hidayet ederdi." (Ra'd, 31), "Biz isteseydik, herkese hi­dayet verirdik." (Secde, 13)

İnsanların kendi istekleriyle yaratılan fiillerle onların iradesi dışında yaratılan fiiller birbirinden ayrıdırlar. Örne­ğin, bir insanın elini oynatmasıyla onun kendiliğinden tit­remesi ayrı şeylerdir.

Allah Teâlâ, yaptıklarından dolayı sorgulanmaz. Bu se­beple, O'nun her hangi bir işine karşı "Niçin? Neden?" şek­linde çıkış yapmak küfür ve dalâlettir. Bunun yerine, hoşa gitmeyen bir olay karşısında, kul buna sebep olabilmesi mülahazasıyla kendi hatasını aramalı ve kendi kendisini sorgulamalıdır. Kur'ân-ı Kerim'de, "O, yaptıklarından sor­gulanmaz; onlar ise sorgulanırlar." (Enbiyâ, 23) buyurulmuştur. Çünkü, Allah Teâlâ, güç ve kudretine rağmen, kimseye zulmet­mez, haksızlık yapmaz ve hakkını çiğnemez. Ya ona iyilik eder, ya da müstahak olduğu şekilde muamele eder. Bun­lardan birincisi fadl, ikincisi adl'dır. İnsanlar ise, güçsüz ve kudretsiz olmalarına rağmen, sorgulanmayı gerektiren kö­tülükler yapar, günah işlerler. Allah Teâlâ’nın sorumlu ol­mamasının insanlar için geçerli olmayan iki sebebi vardır: Birinci sebep, O'nu sorgulama gücüne sahip olan bir mer­ciin bulunmamasıdır. Çünkü kendisi her türlü gücün üs­tündedir ve bütün güçler, O'nun gücü karşısında âciz ve çaresizdirler, ikinci sebep ise, O'nun sorgulanmayı gerektiren yanlış bir iş yapmamasıdır. Çünkü O'nun yaptığı bü­tün işler doğrudur. Bu sebeple O, her işinden dolayı övül­meye ve hamd edilmeye lâyıktır.

Allah Teâlâ, mutlak surette hür, bağımsız ve her istediği­ni yapabilmesiyle birlikte hakîm, âdil ve cemil'dir. Bu sebep­le, selim akıl tarafından tasvip edilmeyen, adalet ölçülerine uymayan ve hakikat nazarında çirkin görülen işler yapmaz. Ancak, insanların çoğu gerçek hikmet, adalet ve güzelliği bilmedikleri için, O'nun bazı işlerinde bu sıfatları görmeye­bilirler. Lâkin bir şeyi görmemek, o şeyin yokluğu demek değildir. Kur'ân-ı Kerim'de "Allah bilir, siz bilmezsiniz." (Nahl, 74), "Size ilimden az bir şey verilmiş." (İsrâ, 85) buyurulmuştur.

2-  Kulun fiil ve hareketlerinde görülün fiziksel gücü Allah Teâlâ yaratmıştır. Bu sebeple, kulun kendisi bu güce mâlik değildir. Ancak bu gerçek, kulun ilâhî kader ve tak­dir karşısında rüzgâr esince sallanan bir yaprak gibi çare­siz ve mecbur olduğu anlamında da değildir. Çünkü onun kendi fiillerini seçme, hayır ve şerden birini tercih etme yetkisi vardır.

3- Allah Teâlâ'nın kulun seçme ve tercih etme yetkisi üzerinde de mutlak hâkimiyeti vardır. Bu sebeple kul, bu yetkisini ancak O'nun izin ve müsaadesi ölçüsünde kulla­nabilir. "Allah dilemedikçe siz dileyemezsiniz." (İnsan, 30) âyeti bu hakikati bildirmiştir. Bu durum, Allah Teâlâ’nın mutlak hâ­kim ve tasarrufu sınırsız sultan olmasının gereğidir. Çün­kü, insanların dışına hükmettiği halde onların irade, tasavvur, niyet ve fikirlerine hükmedemeyen bir sultan âcizdir, onun tasarrufu sınırlı ve yönetimi eksiktir. Bu sebeple, yer­de ve gökte Allah Teâlâ’nın irade ve meşiyeti olmadıkça ne ağaçta bir yaprak kıpırdayabilir, ne dimağda bir fikir belirebilir, ne de kalpte bir duygu veya niyet oluşabilir.

İrade etmek veya izin vermek her zaman razı olmak demek değildir. Çünkü, Allah Teâlâ, küfür ve günahlara izin verdiği ve bunların irtikâp edilmesine fırsat ve imkân tanıdığı halde, onların işlenmesine razı değildir. Bunları, sorumluluk kula âit olmak şartıyla yaratır.

4- Allah Teâlâ, kendisine iman ve itaat etmek istemeyen kullarını bilir. Onlar bunu istemeyince kendisi de onlara hi­dayet ve muvaffakiyet vermez. Ancak, buna rağmen, pey­gamber ve kitap gönderip onlara yapmayacaklarını bildiği ve bu sebeple kendisinin de onları muvaffak etmeyeceği iman ve itaat emrini verir. Bundan maksat ise, onların içle­rinde tuttukları küfür ve isyanlarını fiilî olarak ortaya çı­karmak ve bundan sonra onları cezalandırmaktır. Bu yön­tem, Allah Teâlâ’nın âdil olmasının ve adaletinin açık ve tartışmasız olmasının bir gereğidir. Böyle bir adalet, kötü bile olsalar, niyet ve tasavvurları değil, fiilleri cezalandır­mayı gerektirir.

Allah Teâlâ, kulun küfür ve masiyet isteğini iman ve itâate çevirmeye mecbur değildir. Bu sebeple, bazen bir lü­tuf olarak bunu yapar, bazen de kulunu isteğini aynen ger­çekleştirir.

Mutezile, "kulun maslahatını gözetmek Allah Teâlâ’nın üzerine vaciptir" demişlerdir. Bu görüş yanlıştır. Çünkü vacip olmak, sorumlu olmak demektir. Allah Teâlâ kimseye hesap vermek durumunda olmadığına göre, O'nun hak­kında vacip olmanın bir anlamı yoktur. Ancak bu söz, O'nun adaletinin vücub derecesinde kat'î ve şaşmaz oldu­ğunu ifade edebilir. Çünkü O'nun adaleti çok keskin ve in­cedir. Kur'ân-ı Kerim'de buna vurgu yapılarak şöyle buyurulmuştur: "Kim zerre kadar hayır işlese onun karşılığını bulacak ve kim zerre kadar şer işlese onun karşılığını bula­caktır." (Zilzal, 7, 8) Âhirette terazi kurulması ve hesap görülmesi de bu ince adaleti gözler önüne sermek içindir.

Allah Teâlâ, adaletin ötesinde de merhametlidir. Bu sebeple, O'nun rahmeti gazabını aşmış, affı muâhezesini geçmiştir. Bu da O'nun fazlı ve iyiliğidir. Birinci aşamada Peygamberimize hitap eden ve fakat bütün müminlerin de hissesi bulunan bir âyet-i kerimede, "Allah'ın senin üzerindeki fazlı büyüktür." (Nisa, 113)  buyurulmuş; doğrudan doğruya müminlere hitap eden diğer bir âyette de, "Al­lah'ın fazl ve rahmeti olmasa çoğunuz şeytana uyar gider­diniz." (Nisa, 82)  denilmiştir.

5- Allah Teâlâ, kullarına güçlerinin yetmediği dinî mü­kellefiyetler vermemiş ve normal güçlerini kaybettikleri zaman mevcut mükellefiyetleri de af ve ruhsata tâbi tut­muştur. "Allah, herkese ancak gücü nisbetinde mükellefi­yet verir." (Bakara, 286) âyeti bu müjdeli hakikati ilân etmiştir. Bu du­ruma göre, nazarî olarak Allah Teâlâ’nın gücü aşan mükel­lefiyetler vermesinin caiz olup olmadığını tartışmak abesle iştigaldir. Ancak, abesle iştigali meslek haline getiren Mu­tezile, bunun caiz olmadığını söyleyince, Ehl-i Sünnet âlim­leri, Allah Teâlâ’nın iradesini sınırlandıran bu görüşe karşı, "O isterse, bu teklifi yapmak da O'nun için caizdir." demek zorunda kalmışlardır. (Mutezile'nin İslâm dinine verdiği en büyük zararlardan birisi, gerçekçi ve realist olan ve yal­nız hakikat olan ve amelî değeri bulunan işler üzerinde du­ran bu mübarek dine bir sürü farazî ve hayalî konular karıştırmasıdır. Nazarî ve farazî konular, amelde battal ve cid­diyetsiz kimselere caiz gelir, fakat bunlarla uğraşmak za­manı israf etmek, gerçekleri gölgelemek ve kafaları karıştırmaktan başka bir işe yaramaz.)

6- Allah Teâlâ’nın bir elem veya musibet vermesi, her zaman ceza değildir. Bunun daha başka sebepleri ve gerek­çeleri de vardır. Ceza olmayan bir musibet, sonunda rah­met ve nimetle mükâfatlandırılır. Çünkü, zâlim olmamak Allah Teâlâ’nın en temel sıfatlarındandır. Her işin bir baş­langıcı, bir de sonucu vardır. Yalnız başlangıca göre hüküm vermek eksik bir hükümdür ve dolayısıyla yanlıştır. An­cak, şer gibi görünen ilâhî fiillerin sonunda hayra tebdil edilmesi de O'nun lütfudur; Mutezilemin sandığı gibi bir zorunluluk değildir. Çünkü Allah Teâlâ fâil-i muhtâr'dır (her bakımdan serbest bir yaratıcıdır). O'nun irade ve ihti­yarını tahdit etmeye müncer olan (bu sonucu doğuran) her türlü görüş bâtıldır.

7- Allah Teâlâ cemil (güzel) olduğu için bütün işleri gü­zeldir. Lâkin mücrim olan kimse, kendi küfür ve günahla­rının çirkinliğini görmez de, Allah Teâlâ’nın bunlara karşı ona verdiği cezayı (dünya ve âhiret musibetlerini) çirkin bulur. Halbuki, cinayete ceza uygulamak adaletin güzelliklerindendir.

8- Allah Teâlâ'yı tanıma ve kendisine itaat etme mecbu­riyeti tebliğ ile sübut bulur. Kur'ân-ı Kerim'de buna işaret edilerek, "Biz peygamber göndermedikçe (insanları) ceza­landırmayız." (Yûnus, 2) buyurulmuştur. Bu husus da adalet ve rahmetin gereği ve teklif-ı mâla yutak olmamasının (gücü aşan mükellefiyetin bulunmaması) sonucudur. Çünkü, vahiy yoluyla tebliğ yapılmadan insanların kendi akıllarıyla Al­lah Teâlâ'yı tanımaları, O'na ibadet etmenin zorunluluğunu idrâk etmeleri ve bu ibadetin nasıl ve ne şekilde ifâ edilme­si gerektiğini anlamaları güçlerini aşar.

9- Akıl, peygamberin yerini tutamaz. Çünkü akıl Allah Teâlâ’nın varlığını ve sıfatlarını, istediği ibadetin doğru şek­lini, bunun yanında âhireti ve orada geçerli ve yararlı olan amelleri (en azından bunların bir kısmını) kendiliğinden bilmez. Bildiği kadarından da emin ve mutmain olmaz.

Peygamber gönderilmesi bu sebeple bizzat aklın ge­rekli gördüğü bir olaydır. Bunun için bir benzetme yapılır­sa, örneğin her sultan halkın içine elçiler (ve dellâllar) gön­derir. Bu elçiler, onun emirlerini iletir ve kanunlarını bildi­rirler. Allah Teâlâ da sultandır. Bu sebeple, O'nun da emir ve kanunlarını bildiren elçilerinin bulunması tabiidir. Bun­dan dolayı, kâfirlerin peygamber gönderilmesi olayını ga­rip karşılamalarını eleştiren âyet-i kerimelerden birinde, "Kendilerini uyarmaları için peygamber göndermemiz bu kâfirlerin nazarında şaşılacak bir şey midir?!" buyurulmuştur. (Yûnus, 2)

10- Allah Teâlâ, Muhammed (sa)'ı peygamberlerin sonuncusu ve daha önceki şeriatları nesh (iptal) edici olarak göndermiş ve onu açık mucizeler ve ke­sin delillerle teyid etmiştir. Ayın yarılması, avucundaki ça­kıl taşlarının sesli bir şekilde tesbih etmesi, dilsiz hayvan­ların kendisiyle konuşması, parmaklarından suların akma­sı bu mucize ve delillerdendir. Onun en büyük mucizesi ise, kendisiyle bütün Araplara meydan okuduğu Kur'ân-ı Kerim'dir. O dönemin Arapları (bu kavmin şâir, bilgin ve edebiyatçıları) fesahat ve belagatte mümtaz bir durumda oldukları halde, kendilerinden ısrarla Kur’ân'ın bir suresi veya üç âyeti kadar bir metin yazıp ortaya getirmeleri is­tenmiş, fakat kendileri bunu yapmaktan âciz kalmış ve acizliğin acısını çekmişlerdir. Böyle bir metin getirip Kur’ân'ın da onun gibi bir söz olduğunu ve dolayısıyla Peygamberin iddia ettiği gibi Allah Teâlâ’nın vahyi ve kelâ­mı ve mucize olmadığını ispat etmekten âciz kalınca, hakkın sesini susturmak için savaşa kalkışmak yoluna sapmış­lardır. Savaş ise onlara çok zarar vermiş, can ve mallarının telef olmasına yol açmıştır.

Aslında, Kur'ân gerçeği karşısında inkarcıların ya iman etmek, ya da savaşmaktan başka çareleri yoktur. Çün­kü, kendilerinden bir benzerini yapıp yazmaları istenen Kur’ân’ın nazım ve dizgisi mucizedir. O, hiçbir beşerin hiç­bir zaman bir benzerini ortaya koyamayacağı derecede gü­zel, mükemmel bir harikadır. Onun geçmiş, hal ve gelecek­le ilgili olarak verdiği doğru bilgi ve haberler ise, insanları onu taklitten âciz bırakan diğer bir yönüdür.

Mucize, insanların yapmaktan âciz oldukları tabiat üs­tü şeydir. Allah Teâlâ, peygamberlerin doğruluğunu onlara verdiği mucizelerle gösterir. Mucizelerin yaratıcısı kendisi­dir. Mucizelerin çok çeşitleri vardır. Muhammed (sa)'a bütün mucize çeşitlerinden verilmiştir. Kur’ân-ı Kerim ise, söz çeşidinden bir mucizedir. Bu muci­ze daha evvel hiç bir peygambere verilmemiştir. Çünkü bu mucize, sadece kıyâmete kadar geçerliliği devam eden İs­lâm dini için lâzımdır.

Diğer peygamberler gibi, Muhammed (sa)'in de öbür mucizeleri şimdi artık nakil ve rivayet halindedirler. Kur’ân-ı Kerim ise, müşahede edilen bir mu­cize olarak varlığını sürdürmektedir.

Peygamberlerin doğruluğu, kendilerine verilen muci­zelerle ispat edilmiştir. (Mucizelere iman etmek de farzdır. Mucizelere inanmamak peygambere inanmamayı, pey­gambere inanmamak da dine inanmamayı sonuç verir. Mucize, kelime olarak insan gücünü aşan ve tabiatta ben­zeri bulunmayan şey demektir. Dinî bir terim olarak ise, Allah Teâlâ’nın gönderdiği peygamberin gerçek peygam­ber olduğunu ispat etmek için onun eliyle gösterdiği bu türlü iştir. Her bir peygambere kendi kavminin seviyesine göre mucizeler verilmiştir. Bu mucizelerin ilim ve kültür nev'inden olanı ise Kur’ân-ı Kerim'dir. Konunun uzmanı olan âlimler, Kur’ân-ı Kerim'in kırk yönden mucize oldu­ğunu izah ve ispat etmişlerdir.)

Allah Rasûlü’nün Haber Verdiği Şeyler

Allah Rasûlü’nün haber verdiği şeyleri tasdik etmek de imanın bir rüknüdür.

Bu şeylerden bazıları şunlardır:

1- Haşir. Allah Rasûlü (sa) haşri ha­ber vermiştir. Bu sebeple, onun hak olduğuna iman etmek farzdır. Allah Teâlâ’nın ölüleri âhirette diriltmesi demek olan haşir, nakil yoluyla, yani Allah ve Rasûlü’nün haber vermeleriyle sabit olmuştur. Ancak onun sübutu aklen de mümkündür. Çünkü, bir cihazı veya binayı yapan ustanın, onu yıkıp dağıttıktan sonra bir daha yapıp birleştirebildiğini akıl kabul eder. Haşir de, Allah Teâlâ’nın yarattığı âlemi ve insanları öldürüp dağıttıktan sonra tekrar birleştirip di­riltme hadisesidir. Kur’ân-ı Kerim'de şöyle buyurulmuştur: "(Kâfir kimse), nasıl yaratıldığını unutuyor ve bizi her han­gi birisi sanıp "Bu kemikler çürüdükten sonra, onları kim diriltecektir?" diye soruyor. Ona de ki, o kemikleri ilk ola­rak yaratan onları diriltecektir. Kendisi, yaratmanın her çe­şidini (ve bütün yarattıklarını) bilendir." (Yasin, 78, 79), "Hepinizi yaratmak ve hepinizi diriltmek O'nun kudreti için tek birini­zi yaratıp diriltmek gibidir. (Lukman, 28)

2- Kabir suâli. Allah Rasûlü (sa), ka­birde sorgulama olduğunu haber vermiştir. Bu sebeple, onun hak olduğuna iman etmek farzdır. Suâlin muhatabı ruhtur. Ruh ise dünya da görülmez. Onun için, ölünün sa­kin haline bakıp suâli inkâr etmek yanlıştır. Rüya gören bir kimse de dış görünüşüyle sakindir, topluluk içinde olsa, bunlar onun gördüklerini görmez ve duymazlar. Allah Rasûlü’ne melekler gelirdi; Cebrail (as) vahiy getirip ona okurdu ve ikisi karşılıklı konuşurlardı. Fakat, yanında­ki ashâb bunları görüp işitmezlerdi. Çünkü, insanların görme ve işitme duyuları sınırlıdır ve ancak belli şartlarda du­yarlı olabilirler.                                                            

3- Kabir azabı. Allah Rasûlü (sa), kabir azabının hak olduğunu söyler ve ondan Allah Teâlâ'ya sığınırdı. Kur'ân-ı Kerim'de de " Onlar, (kabirde) sa­bah akşam ateşe verilirler." (Mümin, 46) buyurulmuştur.

Kabirdeki azap ruha yönelik olduğu için, cesedin dağılıp yok olması sorun oluşturmaz.

4- Mîzan (terazi). Allah Teâlâ şöyle buyurmuştur: "Biz, kıyâmet gününde adalet terazilerini kurarız. Onun için kimseye hiçbir şekilde zulmedilmez. Çünkü, zerre kadar olan amelleri de tartarız. Hesap görücü olarak Allah yeter­lidir." (Enbiyâ, 47), "Kimlerin terazileri ağır basarsa, onlar iflah olur­lar. Kimlerin terazileri hafif gelirse, bunlar da canlarından olurlar; ebediyyen cehennemde kalırlar." (Mu’minûn, 102, 103) Dünyada altın, gümüş gibi madenlerin ağırlıkları bulunduğu ve bunların değerlerinin ağırlıklarına göre hesaplandığı gibi, âhirette de amellerin ağırlıkları olacak ve onların değerleri ağırlık­larına göre bulunacaktır. Bu yolla, Allah Teâlâ’nın verdiği sevap ve cezanın adalete uygun olduğu, onun iyi amellere değerlerinden birkaç kat fazla sevap verdiği ve bazı günah­ların ağırlıklarını düşürdüğü de gözlerle görülecektir.

5- Sırat köprüsü. Allah Teâlâ kıyâmet gününde melek­lere, "Onları (mahşer halkını) cehennem köprüsüne doğru sürün!" şeklinde emir verecektir. (Sâffât, 23) Sırat köprüsünün özel­liği, herkes için sabit olan bir yapıya sahip olmaması müminler için olabildiğine açılıp genişlerken, kâfirler ve gü­nahkârlar için daralıp kayganlaşması, kılıç ağzı gibi keskin ve kıl gibi ince, dayanaksız ve sarsıntılı bir hal almasıdır.

6- Cennet ve cehennem. Müminlerin yeri olan cennet ile kâfirlerin ve âsilerin yeri olan cehennem dünya ile bir­likte yaratılmışlardır ve hâlen mevcutturlar. Allah Teâlâ, bir âyette şöyle buyurmuştur: "Rabbinizin mağfiretine (bağış­lamasına) ve göklerle yer kadar geniş olan cennete doğru yarışın. Bu cennet muttakiler için hazırlanmıştır." (Âl-i İmran, 133) Bura­daki "hazırlanmıştır" sözü cennetin şimdi de mevcut olduğunu göstermektedir. Bu gerçeği ifade eden başka nasslar da vardır.

İmamlar ve Halifeler

Allah Rasûlü’nden sonra hak imam ve halifeler, Hz. Ebu Bekir, Hz. Ömer, Hz. Osman ve Hz. Ali'dirler. Bu imam­lar, ashâb tarafından seçilerek iş başına getirilmişlerdir. Allah Rasûlü’nün, kendisinden sonra Hz. Ali'nin imam oldu­ğu yolunda bir sözü ve tavsiyesi yoktur. Bu olsaydı, bütün ashâb tarafından bilinirdi ve kesinlikle ona göre hareket edilirdi. Çünkü beşer tarihi, Allah Rasûlü’nün ashabının ona, söz ve işaretlerine gösterdikleri şiddetli itaat ve bağlı­lığın bir benzerini daha hiçbir dönemde ve hiçbir kimse için kaydetmemiştir. Bu tespit, o dönemin müşrikleri tara­fından da kabul ve itiraf edilmiştir. Fakat, bir kısım Şiiler, bu müşrikler kadar bile ashâb hakkında dürüst davranma­mış ve onları Allah Rasûlü’ne muhalefet etmek ve onun va­siyetine ihanet etmekle suçlamak gibi havsalanın almadığı bir kara vicdansızlık ve insafsızlık göstermişlerdir. Şiîler, ashâbın sırayla ittifakla veya buna yakın bir çoklukla seçti­ği ilk üç halifeyi tanımamış, bunların yerine Hz. Ali'den başlamak üzere on iki ayrı imam kabul etmişlerdir. Bu zât­lar Ehl-i Beyt'ten gelmeleri ve Hz. Ali'nin çocuk ve torunla­rı olmaları hasebiyle elbette ki, muhterem ve saygın kimse­lerdir. Ancak, Ehl-i Sünnet akidesine göre, bunların imam olmak gibi bir ayrıcalık ve imtiyazları yoktur. Bu sebeple, Şiîlerin iddia ettikleri gibi, bunların imam olduklarına iman etmekte dinî bir zaruret söz konusu değildir. Çünkü dinî zaruret, ancak bu konuda bulunmayan nass veya icmâ ile sabit olur.

Ehl-i Sünnet'in akîdesi, bütün ashabı tezkiye etmek ve onları hayırla anmak şeklindedir. Çünkü Allah ve Rasûlü beşeriyetin bu en hayırlı neslini övmüşler ve onları cennetle müjdelemişlerdir. Bazılarının dillerine doladıkları ve kaşı­mayı sürdürdükleri Hz. Ali ile diğer bazı sahâbiler arasında cereyan eden tatsız vak'aların ayrıntılarını bugün için tam olarak bilmek mümkün değildir. Çünkü, her kesime taraf­tarlık gösterenler, olayları kendi anladıkları veya anlamak istedikleri gibi anlatıp rivayet etmişlerdir. Bu yüzden de ri­vayetler mevsuk ve en azından da tarafsız değildirler. Onun için, şimdilerde kimsenin kendisini hâkim yerine koyup on­lar hakkında hüküm vermesi ve haklı haksız şeklinde kav­ramlar ortaya atması doğru değildir. Hâkimlerin hâkimi Al­lah Teâlâ'dır ve bu olaylar da O'nun adalet mahkemesine in­tikal etmiş ve orada karara bağlanmışlardır. Bir dava ancak bir kere mahkeme edilir, ondan sonra da kapanır. Dinen de, medeniyeten de bu böyledir. Onun için, tarihte olup bitmiş tatsızlıkları ilânihâye (sonsuza dek) kaşıyıp durmak kesin­likle basiret ve iyi niyet alâmeti değildir. Tarih, kin ve husu­metleri canlı tutmak ve sürdürmek için değil, olanlardan ib­ret alıp hataları tekrarlamamak içindir.

Ehl-i Sünnet, Hz. Ali'yi fazilet yönünden rakiplerinden üstün tutarlar. Ancak, aralarında kavgayı sükût ve tarafsızlıkla geçiştirirler. Kur’ân’ın emrettiği edebe uygun tavır da budur.

Bir âyet-i kerimede, "Hakkında kesin bilgi sahibi ol­madığın konuları kurcalama!" (İsrâ, 36) buyurulmuştur.

Ashabı muhakeme etmek ne imanın şartı, ne de müslümanlığın gereğidir. Bu sebeple, bu konuyu kurcalayıp durmak abesle iştigaldir. Fakat o aynı zamanda ateşle oy­namaktır. Çünkü Allah Rasûlü’nün ashabı diğer insanlar gibi değildirler. Onlar hakkında bir su-i zan, bir yanlış de­ğerlendirme, bir hürmetsizlik kişiyi esfel-i sâfilin'e indirir. Böyle bir insanın ne dini, ne imanı artık Allah yanında beş para etmez.

Allah Teâlâ, bunlara karşı nasıl davranacağımızı şu âyetle belirtmiştir: "Onlardan (Ashaptan) sonra gelenler, "Rabbimiz! Bizi ve bizden önce geçen mümin kardeşleri­mizi bağışla ve müminlere karşı kalplerimize kin koyma. Rabbimiz! Sen refet ve rahmet sahibisin." derler." (Haşr, 10)

Ve onlar hakkındaki ilâhî hüküm şu âyetle bildirilmiş­tir. "İlk muhacirlerden ve ilk ensârdan ve bunlara iyilikle tâbi olanlardan Allah razı olmuştur. Kendileri de Allah'tan razı olmuşlardır. Allah onlar için, altından ırmaklar akan cennetler hazırlamıştır. Onlar bu cennetlerde ebediyyen ka­lıcıdırlar. İşte büyük kazanç budur." (Tevbe, 100)

Ashâb arasındaki (ve hatta diğer müminler arasında­ki) manevî üstünlüğü akıl ve hevesle tayin etmeye kalkış­mak caiz değildir. Ashabın kendileri de birbirlerini bu şe­kilde değerlendirmezlerdi. Onlar, Allah Rasûlü’nün kişiler hakkındaki sözleri, onlara gösterdiği alâka ve iltifat ve on­ların zaman itibarıyla daha önce müslüman olmaları, hicret etmeleri ve İslâm için hayırlı ve yararlı hizmetler yapmala­rı gibi ölçülerle de değerlendirme yaparlardı. Onlar, ilk dört halifeyi de bu ölçülere göre seçip sıralamışlardır.

Ulûl-emr olmanın şartları müslümanlık, buluğ, erkeklik, takva, ilim ve yetenektir. Bu şartları taşı­yan ulûl-emr'e karşı gelenler âsi sayılır ve zorla itaat altına alınırlar. Ulûl-emr'de ilim ve takva bulunmadığı takdirde, onları değiştirmeye kalkmak fitne (dahilî savaş) uyandırırsa, onlara razı olmak lâzımdır. Çünkü bu durumda onları değiştirmeye kalkışmanın müslümanlara getirdiği zarar, onları yerlerinde bırakmanın zararından daha büyüktür.

Halbuki, zararın az olanını tercih etmek şer'î bir kural ve kaidedir. Bu kural ve kaideye uymak da farzdır.

Ulûl-emr'e "halife" demekte de dinî bir sakınca yoktur. Çünkü "halife", kelime olarak daha önce geçen birisinin yerine gelen kimse demektir. Kur'ân-ı Kerim'de bu isim, müslüman ve kâfir ayırımı yapılmaksızın bütün insanlar ve milletler için kullanılmıştır. Çünkü bunların hepsi birbi­rinin yerine geçerler.

Hilâfet kavramı, bazı zamanlarda müslümanların bir çatı altında toplanmalarına, güç ve kuvvetlerini birleştir­melerine de vesile olmuştur.

 
 
  Bugün 38 ziyaretçi (42 klik) kişi burdaydı! gullerinefendisi1.tr.gg  
 
Bu web sitesi ücretsiz olarak Bedava-Sitem.com ile oluşturulmuştur. Siz de kendi web sitenizi kurmak ister misiniz?
Ücretsiz kaydol