GÜLCEMAAT DİYARINA HOŞGELDİNİZ
   
  Yeni islami Portaliniz
  KONUŞMANIN AFETLERİ VE SÜKUTUN FAZİLETLERİ...
 

Sükûtun Fazileti

Konuşmanın Afetleri

DİLİN ÂFETLERİ

Bil ki, dil; Allah Teâlâ’nın yarattığı sanat harikalarındandır. Çünkü o, hacmi itibarıyla küçük olmasına rağmen, işleri itibarıyla vücudun diğer bütün organlarından daha büyüktür. Diğer organların iş alanları sınırlıdır. Örneğin göz, sadece renk ve şekilleri görür; kulak sadece sesleri du­yar; el yalnızca maddeye temas eder. Dil ise, maddî ve ma­nevî bütün varlıklarla, ilim, tasavvur ve hayâl alanlarına giren tüm şeylerle ilgilenebilir. O, bunları doğru veya yan­lış bir şekilde, kabul veya red tarzında seslendirebilir. İnsa­nın ebedî saadet veya felâketine sebep olan iman ve küfür de dilin sözüyle sabit olurlar. Bu özelliğinden dolayı, dil sonsuz hayra da, nihayetsiz şerre de vesile olabilir.

Dilini Şeriat ölçüleriyle gemleyen ve onu yalnızca dün­yada ve ahirette kendisine fayda veren sözlerle sınırlandıran bir kimse, necat (kurtuluş) bulur. Onu kayıtsız ve kontrolsüz bırakan bir kimse de dünya ve ahirette belâ ve musibet gö­rür. Böyle bir dil şeytanın sesi ve borusu olup çıkar ve bom­badan beter bir yıkım aracı hâline gelir. Bu sebeple, Allah Rasûlü (as) şöyle buyurmuştur: "İnsanla­rı yüz üstü cehenneme süren, onların kendi dilleridir." (Tirmizî)

Dil, itâat altına alınması ve kontrol edilmesi en zor olan organdır. Bunun yanında, konuşulması yararlı ve zararlı olan şeyleri birbirinden iyice seçip ayırmak da o kadar zor­dur. Onun içindir ki, diğer organlarını kullanmada dikkat ve hassasiyet gösteren insanların çoğu da dilin doğru ve dik­katli kullanımı mevzuunda kusurlu ve yetersiz kalırlar.

Sükûtun Fazileti

Bil ki, dilin şerrinden kurtulmanın en kestirme yolu sükûttur. Bu sebeple, Şeriat sükûtu övmüş ve Allah Rasûlü (as) şunları söylemiştir: "Sükût eden, selâmet bulur." (Tirmizî, Taberânî), "Susmak hikmet (bilgelik)tir." (Beyhakî), "Allah'a iman ettim, de; istikamet gözet ve diline sahip ol." (Tirmizî, Nesaî), "Selâmet bulmak istersen dilini tut, evine kapan ve günahlarına ağla." (Tirmizî), "Dilini ve ırzını koruyacağına dair bana söz verene ben de cenneti söz veririm." (Buharî), "Midesinin, ırzının ve dilinin şerrinden kurtulan, bütün şerlerden kurtulmuş olur." (Deylemî) Çünkü insanların çoğunu helâk eden şey, mide, ırz ve dil şehvetleridir. "İnsanları cennete götüren en büyük şey, tak­va ve güzel ahlâktır; onları cehenneme götüren en büyük şey de dil ve ırzdır." (Tirmizî, İbnu Mâce), "Bir kimsenin kalbi ve dili istikamet bulmadıkça, onun imanı müstakim olmaz." (Harâitî), "Selâmet bulmak isteyen sükût etsin." (Beyhakî), "İnsanların çoğu günahları dillerinden dolayıdır." (Taberanî), "Allah'a ve ahiret gününe iman eden, ya hayır söylesin veya sükût etsin.", "Allah o kula merhamet etsin ki, konuşurken sevap kazanır ve susarken selâmet bulur." (Beyhakî), "Cennete gitmek istersen açları doyur, susamışlara su içir, emr-i maruf ve nehy-i münker yap. Bu­nu yapamazsan, hayır dışında dilini tut." (İbnu Ebid-Dünya), "Hayır dışında dilini tut, şeytanı yenersin." (İbnu Hibbân), "Allah her söylediğinizi du­yar ve 'O'nun bir meleği her söylediğinizi yazar.’ Bu se­beple, bir söz söylerken O'ndan korkun.", "Bir mümine dünyaya karşı zühd, konuşmaya karşı da sükût huyu veril­mişse ona hikmet (bilgelik, çok hayır) verilmiştir." (Geçti), "Ha­yır söyle, sevap kazan; şerden sükût et, selâmet bul.", "İn­sanlar üç kısımdır. Bunlar sevap kazanan, selâmet bulan ve helâk olandır. Allah'ı zikredip hayrı söyleyen sevap kaza­nır; şerden sükût eden selâmet bulur; bâtıl ve yanlış şeyle­ri konuşan helâk olur." (Taberanî)

Hz. Ebu Bekir (ra), konuşmamak için ağzı­na çakıl koyar ve şöyle derdi: "İnsanları felâketlere sürük­leyen onların dilleridir."

Hz. Ömer (ra) şunu söylerdi: "Çok konuş­mayın. Çünkü çok konuşan çok yanılır, çok yanılan çok gü­nah kazanır, çok günah kazanan da cehenneme gider."

İbni Mes'ûd (ra) şöyle demiştir: "Dil kadar uzunca hapsedilmeye muhtaç olan hiçbir şey yoktur."

Tavus (ra) şöyle demiştir: "Dil canavardır; salınırsa sahibini yer."

Hasan el-Basrî (ra) şunları söylemiştir: "Dili­ni tutmayan bir kimse, dinden bir şey anlamamıştır.", "Mü­minin dili düşüncesinin arkasındadır. O önce düşünür ve ancak doğru bulunca konuşur. Münafığın dili ise düşünce­sinin önündedir. O düşünmeden konuşur."

Ömer İbni Abdulaziz (ra) şunu söylemiştir: "Ölümü çokça zikreden (düşünen), dünyadan az şeyle ye­tinir; sözünü amelinden sayan da ancak kendisini ilgilendi­ren (konuşması gereken) şeyi konuşur."

Muhammed İbni Vâsih (ra) şöyle demiştir:

"Dili tutmak, altın ve gümüşü tutmaktan daha önemlidir." Yunus İbni Ubeyd  (ra) şunu söylemiştir: "Ben sözlerine dikkat eden bir insan gördükçe, onun diğer amellerinin de iyi olduğunu gördüm."

Bir gün Hz. Muaviye'nin meclisinde herkes konuşu­yordu. Ahnef İbni Kays ise susmuştu. Hz. Muaviye ona, "Sen de konuşsana!" dedi. Ahnef; "Ben ne konuşayım? Sa­na yağ çekmek için konuşursam Allah'tan korkarım; sana dokunan doğruları konuşursam bu sefer senden korka­rım." dedi. Dört filozof bir araya gelmişti. Bunlar sükûtun faziletini müzâkere ettiler ve onlardan birisi şunu söyledi: "İnsan söylediği söze pişman olur; fakat söylemediği söze pişman olmaz."; birisi şunu söyledi: "İnsan söylediği sö­zün mahkûmu olur; söylemediği sözün ise hakimidir."; bi­risi şunu söyledi: "Söylenen sözün faydası varsa başkasınadır; zararı varsa sahibinedir."; birisi de şunu söyledi: "İn­san söylemediği sözü düzeltebilir; söylediği sözü ise düzel­temez."

Mansur İbnil-Mu'tezz, kırk sene yatsı namazından sonra konuşmamıştır. Rabî' İbni Haysem, yirmi sene dün­yaya ait bir söz söylememiştir.

Eğer, Sükûtun ne hüneri vardır ki, böyle övülmüş ve bu kadar yüceltilmiştir?" dersen; bil ki, bunun sebebi, ko­nuşmanın âfetlerinin çokluğudur. Çünkü yanlışlık, yalan, gıybet, koğuculuk, fesatçılık, yağcılık, iyi yüzlülük, ağız bozukluğu, tartışmak, düşmanlık etmek, kendini övmek, bâtılı savunmak, vakti boşa harcamak, fuzulî işlere karış­mak, gerçekleri bozmak, arttırıp eksiltmek, kalb kırmak, hakaret etmek, sırları ifşa etmek ve bunlar gibi daha pek çok günah ve kötülük hep konuşmanın ürünleridir. Bu şeyler dile kolay, nefse ve kötü mizaca hoş gelir. Şeytan da on­ları körükler. Bu sebeple, insan konuşunca bu âfetlerden hâli kalmaz. Susmak ise bütün bunların önünü keser. On­daki fazilet bundandır. Çünkü hayra vesile olmak gibi, şer­re mâni olmak da fazilettir. Susmak, bundan fazla olarak insana vakit kazandırır, onun akıl ve fikrini toplamasına yardımcı olur. Konuşmakta ise çok az hayır vardır. Çünkü söz dört kısımdır. Bir kısmı tamamıyla şerdir. Bir kısmı boş­tur. Bir kısmı hayır ve şer karışımıdır. Şerri def etmek, hay­rı celp etmekten daha önemli olduğu için bu türlü sözden de sakınmak lâzımdır. Geriye hayır şeklinde görünen tek bir kısım kaldı. Bunda da çok kere riyakârlık, çıkar müla­hazası, ölçüsüzlük gibi gizli şerler vardır.

Bu gerçekler göz önünde tutulursa, Allah Rasûlü’nün, "Susan kurtulur' sözündeki hikmet iyice anlaşılır.

Konuşmanın Afetleri

Konuşmanın yirmi kadar âfeti vardır. Biz bunları, hafif olanından başlamak suretiyle zikredeceğiz.

1. Âfet: Mâlâya'ni (Konuşanı İlgilendirmeyen) Şeyler Konuşmaktır

Bil ki, konuşunca gıybet, yalan gibi açıkça haram olan şeyler konuşmasan bile, en azından konuşmak zorunda ol­madığın ve sana fayda sağlamayan bir şeyi konuşursun. Böylece de zamanını zayi etmiş, hesabı sorulacak boş bir iş yapmış ve önemli bir kazancı elden kaçırmış olursun. Çün­kü bunun yerine susup tefekkür etsen, inci değerindeki mânalar kalbine ilham edilebilir, Allah Teâlâ'yı zikir ve tesbih etsen hazine kıymetindeki sevapları kazanabilirsin. Onun için, elindeki sermaye ile hazine kazanabilen bir kimse, onu bir çamur yığınıyla değiştirse ne kadar zarar ederse, ömür sermayesini zikir ve fikir yerine boş konuş­malarla sarf eden bir kimse de öyle zarar eder. Bu gerçeğin farkında olan mümin, tefekkür etmek için susar, ibret al­mak için bakar ve zikretmek için konuşur. Çünkü onun za­manı ahiret sermayesidir. Bu sermayeden ahiret sevabını ve derecelerini kazanmak için sarf edilmeyen bir şey zarar sayılır. Bundan dolayı Allah Rasûlü (as) şöyle buyurmuştur:

"Kendisini ilgilendirmeyen şeyleri terk etmesi, kişinin müslümanlığının güzelliğindendir (şuurlu müslüman ol­duğunun alâmet ve kanıtıdır.)" (Tirmizî)

Enes (ra) şunu anlatmıştır: "Bir genç öl­müştü. Onu soyduklarında, açlıktan karnına taş bağlamış olduğu görüldü. Bunun üzerine, ashâbtan bazıları, 'Sen cenneti haketmişsin. Cennet sana helâl olsun!’ dediler. Bunların sözünü duyan Allah Rasûlü (as) müdâhale ederek, 'Onun cenneti hakettiğini nereden biliyorsunuz? Belki o, kendisini ilgilendirmeyen şeyler ko­nuşurdu.’ dedi." (Tirmizî)

Kâ'b ağır hastalanmıştı. Allah Rasûlü (as) onu ziyaret etti ve kendisine bu durumda Allah Teâlâ’nın rahmetini daha fazla ümit etmenin münasip oldu­ğunu söyledi. Bu sırada perde arkasından gelen bir ses, "Kâ'b, cenneti haketmiştir; o cennetliktir." dedi. Allah Rasûlü (as), "Kimdir böyle Allah hesabına konuşan?" diye sordu. Onun Kâ'b’ın annesi olduğunu söy­lediler. Allah Rasûlü (as) sesini yüksel­terek, "Ya Umme Kâ'b (Ey Kâ'b’ın annesi)! İhtimal ki oğlun kendisini ilgilendirmeyen şeyler konuşmuş veya kendisine zarar vermeyen iyilikler yapmamıştır." dedi. (İbnu Ebid-Dünya)

Bu iki hadisin mânası şudur: Doğrudan doğruya cen­nete ancak hesabı olmayan girer. Boş şeyler konuşan veya zarar görmeksizin yapabildiği iyilikleri yapmayan bir kim­se ise, önce bunun hesabını vermek ve bunun için mahşer meydanında beklemek zorundadır.

Muhammed İbni Kâ'b şunu anlatmıştır: "Bir gün Allah Rasûlü (as) ashabıyla birlikte oturmuş­ken kendisi, 'Biraz sonra bu kapıdan cennet ehlinden olan birisi girecek.’ dedi. Herkes merak içinde beklerken, biraz sonra Abdullah İbni Selâm çıkıp geldi. Ashâbtan birkaç zat kalkıp onu karşıladılar ve Allah Rasûlü’nün söylediği sözü ona naklettiler. Ondan sonra da kendisine, 'Kabul olduğu­na en çok güvendiğin amelini bize söyle.’ dediler. Abdullah (ra), 'Ben amelimi bilmem. Fakat bir müslüman hakkında kötü düşünmem ve beni ilgilendirmeyen bir şeyi konuşmam.’ dedi." (İbnu Ebid-Dünya)

(Not: Abdullah İbni Selâm (ra), ünlü bir yahudi âlimiydi. Diğer yahudiler Allah Rasûlü’ne iman etme­mek için bin bir hile, yalan ve entrikaya baş vururken, bu zat onu gö­rür görmez, "Bunun yüzü bir yalancının yüzü değildir." demiş ve Tev­rat'ın onun geleceğini haber verdiğini söyleyerek iman etmiştir. Allah Teâlâ, bu âlimi inkârcı yahudilere karşı İslâmiyetin hak olduğuna dair şâhid ve hakem olarak zikretmiş ve şöyle buyurmuştur: "De ki: Sizinle benim aramızda şâhid ve hakem olarak Allah ve Tevrat âlimi olan zat yeterlidir." (Ra'd, 43) Kişi, inkârcılara karşı hakkın şahidi olursa, Allah Teâlâ yanında değeri böyle yükselir.)

Allah Rasûlü (as), Ebu Zer el-Ğifarî'ye, "Sana terazide ağır gelen amelleri söyleyeyim mi?" diye sordu. Ebu Zer, "Evet, ya Rasûlullah." deyince de şöyle buyurdu, "Bu ameller susmak, güzel ahlâk sahibi olmak ve faydasız şeyleri terk etmektir." (İbnu Ebid-Dünya)

Ömer (ra) şunu söylemiştir: "Seni ilgilen­dirmeyen şeylerle ilgilenme. Emîn olmayan kimselere gü­venme. Emîn olan kimseler ise Allah Teâlâ'dan korkan kim­selerdir. Fâsıklarla sohbet ve arkadaşlık etme. Çünkü on­lardan fâsıklık öğrenirsin ve onların huyu sana bulaşır. Ya­pacağın işler için de danış."

Lokman Hekîm şöyle demiştir: "Ben muhtaç olmadı­ğım bir şeyi sormam ve beni ilgilendirmeyen şeylerle ilgilenmem."

Abdullah İbni Abbas (ra) şöyle demiştir: "Beş haslet, kapıda bağlanan kızıl develerden daha kıymet­li servetlerdir. Bunlar gereksiz şeyleri konuşmamak, gerek­li şeyleri konuşmanın zaman ve zeminini bilmek, kimseyle tartışmamak, müslüman kardeşine huzurunda ve gıyabın­da kendisi için isteyip beklediği iyi muameleyi yapmak, iyilikten sevap, kötülükten günah kazanacağına kesin iman eden bir insanın hassasiyetiyle hareket etmektir."

Mâlâya'ni şeyler o şeylerdir ki, haram olmamakla bir­likte onları konuşmamaktan dolayı kişinin ne din, ne de dünyasına zarar gelmez. Kaldı ki, mâlâya'ni şeyleri konu­şurken onlara yalan ve yanlış şeyler katmak da kaçınılmaz­dır. Mâlâya'ni şeyleri sormak da onları konuşmak gibidir ve benzer sakıncalar taşır. Örneğin, bir adama, "Sen oruçlu musun?" diye sorsan, adam, "Evet, oruçluyum." dese riya­ya girer. Riyaya girmese bile, gizli olan amelini açıklamış olur. Halbuki, gizli olan amelin sevabı kat kat fazladır. Adam bu mülâhaza ile, "Ben oruçlu değilim." dese yalan söylemiş olur. Hiç cevap vermese bu sefer de seni kırmış ve nezaketsizlik etmiş olur. Basit bir sorudan bu sakıncalar doğarsa, daha karışık olan sorulardan ne sakıncalar doğa­cağını hesap etmek lâzımdır.

Çocuklar ilgili ilgisiz her şeyi sorarlar. Et ve kemikleriyle büyüdükleri hâlde ruh, kalb ve mizaçları itibarıyla ço­cuk kalanlar, sonuna kadar bu çocukluk huyunu sürdürür­ler. Fakat, hakikaten büyüyenler giderek bu huyu terk eder ve ancak sormaları gereken şeyleri sorarlar. Çünkü sorul­ması gereken şeyler var, sorulmaması gereken şeyler vardır. Bu sebeple, Allah Teâlâ bir âyette, "Bilmiyorsanız bilenlere sorun!" (Enbiyâ, 7) derken, bir âyette de, "Bazı şeyleri sormayın." (Mâide, 101) buyurmuştur. Din konusunda da bu böyledir. Bu sebeple, insanın mükellef olduğu inanç ve amel esaslarını sorup öğ­renmesi farzdır, fakat kader gibi kapalı mevzuları sorup so­ruşturmak bid'at ve dalâlettir.

Mâlâya'ni konuşmak âfetinden kurtulmanın en kestir­me yolu susmak ve sükût etmektir. Fakat bir kimse mutla­ka konuşmak isterse, o zaman da kendisine sevap kazandı­ran, başkalarına da fayda sağlayan şeyler konuşmalıdır.

Vakit petektir. Basit bir hayvan olan arı bile peteği ça­murla değil, balla doldurur.

2. Âfet: İhtiyaçtan Fazla Konuşmaktır

Bil ki, ihtiyaçtan fazla konuşmak da kötüdür. Bu se­beple, örneğin bir kelime ile maksat hâsıl olursa, ikinci bir kelime söylemekten sakınılmalıdır. Çünkü o takdirde, bu da mâlâya'ni ve gereksiz bir konuşma olur.

Atâ İbni Ebu Rabâh (ra) şöyle demiştir: "Siz­den öncekiler (sahâbiler) fuzulî konuşmaktan hoşlanmaz­lardı. Onlar Kur'ân ve hadis okumak, emr-i maruf ve nehy-i münker yapmak ve dünyaları için zarurî olanın dışındaki konuşmaları fuzulî (fazla, gereksiz, mâlâya'ni) sayarlardı. Onlar, 'Üzerinizde muhafızlar, değerli kâtipler vardır. Bun­lar, ne yaptıklarınızı bilirler.’ (İnfitâr, 10-12) âyetine hakkıyla iman et­mişlerdi. Siz de buna iman edin ve ne din, ne de dünyanız için gerekli olmayan şeyleri konuşmayın."

(Konuşmak işin bir yönüdür. Sormak, okumak, dinlemek de ko­nuşmak gibidir. Günümüzde insanların ömrü bu dört unsurdan oluşan bir fâsit dairede tükenip gidiyor. Örneğin bu insanlar, günde on beş ke­re radyo ve televizyonu açıp hiç önemi olmayan aynı siyasî haberleri dinlerler. Halbuki bunların yanında üç kere, "Allah haktır." denilse sa­bırları tükenir ve isyan ederler. Ve buna rağmen hepimiz müslümanız ve ölünce de cennete gideriz. Eh ne diyelim! İnşâallah!)

Bir sahâbî şöyle demiştir: "Bazen bir mecliste birisi bir şey söyler, bu söze cevap vermek, onu yorumlamak, ona bir şey eklemek veya onu reddetmek nefsime soğuk su iç­mekten daha lezzetli gelir; fakat fuzulî olacağından korktu­ğum için sesimi çıkarmam."

Allah Teâlâ şöyle buyurmuştur: "Onların çoğu konuş­malarında hiç bir hayır yoktur. Hayır ancak sadakayı emretmek, iyiliği teşvik etmek ve insanları barıştırmaktadır. Kim bunları Allah’ın rızasını kazanmak için yaparsa, biz ona büyük bir sevap vereceğiz." (Nisa 114)

Allah Rasûlü (as) şöyle buyurmuş­tur: "Sözünün fazlasını tutup malının fazlasını verene ne mutlu!" (Begavî, Beyhakî) Fakat ne yazık ki, insanlar mutluluk kazandıran bu durumu tersine çevirmişlerdir. Çünkü onlar mallarının fazlasını tutar, sözlerinin fazlasını verirler (konuşurlar)!

Benu Âmir kabilesinden bir heyet Allah Rasûlü’nü ziyâret etmeye gelmişti. Bunların sözcüsü konuşmaya başlayıp, "Sen bizim babamız, efendimiz, en üstünümüz ve en cömerdimizsin. Sen sultan kazanısın (cömertlikten kinaye bir sözdür). Sen şöylesin, sen böylesin." deyince, Allah Rasûlü (as) ona, "Yeter. Söz söylerken şey­tana uymayın." dedi. (İbnu Ebid-Dünya) Allah Rasûlü (as) bu uyarısıyla şunu demek istemiştir: Bir kimseyi över­ken çok ileri gitmeyin. Çünkü bunda çok ileri giderseniz, yalan söylemek ve yanlış şeyler konuşmak durumunda ka­lırsınız.

(Nitekim daha sonraki dönemlerde, din ve dünya bü­yüklerini övenler, çok kere hem asılsız yakıştırmalar yap­mış, hem de bunlara Allah Teâlâ'ya mahsus olan sıfatları at­fetmişlerdir. Bu ise şirktir. Çünkü şirk iki türlüdür. Birisi Allah'tan başka hak ilâh bulunduğuna inanmak; diğeri ise, Allah Teâlâ’nın bir sıfatını bir mahluka vermektir. Meselâ, bir velînin yerde ve gökte olan şeyleri bildiğini veya her hangi bir yerde onu çağıran müridinin yanında hazır oldu­ğunu söylemek, Allah Teâlâ'nın özel sıfatlarından olan her şeyi bilmek ve her yerde hazır ve nazır olmak sıfatlarını onun bir kuluna da tanımaktır. Bunun Allah’ın emri ve iz­niyle olduğunu söylemek ise meseleyi çözmek yerine, onu daha da ağırlaştırır. Çünkü, Allah Teâlâ bu velî kuluna böy­le bir izin verdiğini söylememiştir. Bu sebeple, bunu söyle­mek aynı zamanda Allah Teâlâ'ya iftira etmektir. Allah Teâlâ, kendisine iftira edenler hakkında şöyle buyurmuştur: "Allah'a iftira edenlerden daha zâlim kim vardır?")

Mücâhid (ra) şöyle demiştir: "Ağızdan çıkan her söz yazılır. Bir söz şaka niyetiyle ve gayr-i ciddî olarak da söylense kaydedilir."

Hasan (ra) şöyle demiştir: "Ey insan! Senin için bir sayfa açılmış ve iki melek senin bütün yaptıklarını ve bütün söylediklerini yazıp ona geçirmekle görevlendi­rilmiştir. Artık sen bilirsin; istersen iyi işler yap, istersen kö­tü işler yap." Bu zat şunu da söylemiştir: "Sözü ve malı çok olanın günahı da çok olur."

İbrahim et-Teymî (ra) şöyle demiştir: "İnsanı iki şey helâk eder. Bunlar mal ve söz çokluğudur."

Yezid İbni Habib (ra) şöyle demiştir: "Bir kimse dinlemekten ziyade konuşmaktan lezzet alırsa, o kimse fitneye maruz kalmış demektir."

Hakimlerden birisi şöyle demiştir: "Bir mecliste konuş­mak hoşuna giderse sus; susmak hoşuna giderse konuş. O zaman ne konuşman, ne de susman nefis hesabına olmaz."

Allah Teâlâ dilin önüne iki set dikmiştir. Bunlar dudak­larla dişlerdir. Bu setler dilin diğer uzuvlara göre daha sıkı muhafaza edilmesi içindir.

3. Âfet: Bâtıl Şeyleri Konuşmaktır

Bâtıl şeyleri konuşmaktan maksat, yapılması haram olan şeyleri ve işleri nakil, rivayet ve hikâye etmektir. Bu tıpkı, zinadan ve zina edenlerden bahsetmek, fâsıkların yaptıkları gayr-i meşru işleri anlatmak, haramları akla ge­tiren ve özendiren sözler söylemek ve bâtılı tasvir etmektir. Bu türlü şeyleri konuşmak haramdır. Çünkü bu konuşma­lar haramları teşvik anlamını taşır. Gelişi güzel üsluplarla haramları eleştirmek de helâl değildir. Çünkü çoğu eleştiri­ler; kötülükleri öğretmek, onlara revaç kazandırmak ve iti­bar sağlamak hükmüne geçer.

Allah Rasûlü (as) sözün önemini belirtmek için şunları söylemiştir: "Bazen olur ki bir kimse, Allah Teâlâ’nın emrettiği bir fiil lehinde bir söz söyler ve bu sebeple hiç tahmin etmediği bir şekilde Allah Teâlâ onun derecesini yükseltir ve kıyâmete kadar kendisinden razı olur. Bazen de bir kimse Allah Teâlâ’nın haram ettiği bir fiil lehinde bir söz söyler ve bu yüzden, hiç tahmin etmediği bir şekilde Allah Teâlâ onun değerini düşürür ve kıyâmete kadar ona dargın durur." (Tirmizî), "Bazen olur ki, bir kimse o ka­dar kötü olduğunu tahmin etmediği bir kelimeyi söyler de o yüzden baş aşağı cehenneme atılır; bir kimse de o kadar iyi olduğunu tahmin etmediği bir kelimeyi söyler de o se­beple cennetin en yüksek derecesine çıkarılır.", "Bazen olur ki, bir kimse dinleyenleri güldürmek için bir kelime söyler, önemsemediği bu kelime yüzünden Süreyyadan daha yük­sek bir irtifadan (Bir rivayette de, yetmiş mevsimlik bir me­safeden) cehenneme atılır." (Tirmizî, İbnu Ebid-Dünya), "Kıyâmet gününde günahla­rı en çok olanlar, bâtıl şeyleri en çok konuşanlardır." (Taberanî, İbnu Ebid-Dünya)

İbni Şirin (ra), bâtıl şeyleri konuşan insanları görünce onlara şöyle derdi: "Ağızlarınız ve dilleriniz necis olmuştur. Gidin onları yıkayın. Çünkü bâtılı konuşmak ab­dest bozmaktan daha çok kirleticidir."

Allah Teâlâ, kıyâmet sahnelerinden birini şöyle haber vermiştir: "Cennet ehli cehennemdekilere sorarlar: 'Sizi bu ateşe müstahak eden günahınız neydi?’ cehennemdekiler şu cevabı verirler: 'Biz namaz kılmazdık, fakiri doyurmaz­dık, zekât vermezdik, bir araya gelince hep birlikte bâtılı konuşurduk ve ceza gününü inkâr ederdik." (Muddessir, 41-46)

Kısacası; haram olan işleri vakit geçirmek ve lezzet al­mak için sohbet konusu yapmak da haramdır. Bid'aları, bo­zuk fikir ve ideolojileri, ashâb arasında cereyan eden ihti­lafları anlatmak da bu cümledendir.

4. Âfet: Mücâdele Etmek ve Tartışmaktır

Müslümanlar kendi aralarında mücâdele etmek ve tar­tışmaktan menedilmişlerdir. Allah Rasûlü (as) bu konuda şunları söylemiştir: "Din kardeşinle tartışma, onunla alay etme ve ona yerine getirmeyeceğin sözü verme." (Tirmizî), "Tartışmayı bırakın. Çünkü tartışmak fay­da sağlamaz, zararından da emin olunmaz." (Taberanî), "Haklı ol­duğu hâlde tartışmayı terk edene cennetin en yüksek ye­rinde, haksız iken onu terk edene de cennetin ortasında bir köşk verilir." (Geçti), "Allah Teâlâ’nın putlara tapmaktan ve içki içmekten sonra bana yasakladığı şey tartışmaktır." (Taberanî, Beyhakî), "Al­lah Teâlâ bir kavmi dalâlete sokarsa, onların kendi araların­daki mücâdele ve tartışmaları çok ve çetin olur." (Tirmizî), "Bir kimse haklı da olsa, tartışmaktan sakınmadıkça iman ke­mâlini kazanmaz ve şaka niyetiyle de olsa yalanı bırakma­dıkça iman etmiş olmaz." (Ahmed, İbnu Ebid-Dünya)

Müslim İbni Yesâr (ra) şöyle demiştir: "Tar­tışmaktan sakının. Çünkü tartışmak hiddet doğurur. Hid­det ise şeytanın ipidir, insanı onunla oynatır."

İmam Mâlik (ra) şöyle demiştir: "Tartışmak dini savunmak aracı değildir. O sadece kalpleri sertleştirir, inatları koyulaştırır ve müslümanlar arasında kin ve düş­manlığı arttırır."

Bilâl İbni Sa'd (ra) şöyle demiştir: "Bir kimse inatçı, tartışmacı ve kendi fikriyle övünen biri ise onun he­lâk ve hasarı tamamlanmış demektir."

İbnu Ebi Leylâ (ra) şöyle demiştir: "Bir fikri müzâkere ederken karşındakine, 'Yalan söylüyorsun; sap­mışsın.’ gibi kırıcı sözler söyleme." Bu o demektir ki, ilim ve fikir müzâkere eden kimseler sabırlı, nazik, terbiyeli ve iyi ahlâk sahibi olmak zorundadırlar. Barika-i hakikat an­cak bu vasıflara sahip olan kimselerin müsâdeme-i efkârın­dan doğar. Tartışmalarda kızmak ve hakaret etmeye kalk­mak mağlubiyeti kabul etmek anlamındadır. Çünkü kız­mak, çaresizliğin ifadesidir. Kibir za'fı, kızmak da çaresizli­ği örten örtülerdir.

Şöyle denilmiştir: "Tartışan insanın vakar ve mürüvve­ti düşer; yalan söyleyen insanın inandırıcılığı gider; ahlâkı kötü olanın da zararı önce kendine olur."

Müslim İbni Yesar'a, "Niçin kimseyle aran açık değil­dir?" diye sormuşlar. Kendisi şu cevabı vermiştir: "Çünkü mal için kimseyle kavga etmiyor, fikir için de kimseyle tar­tışmıyorum."

Nehyedilen ve dolayısıyla sakınılması gereken tartış­manın özellikleri şunlardır: 1- Kızmak;

2- Karşı tarafı dinlememek;

3- Kendi haksızlığını (veya yanlışlığını) kabul etme­mek;

4- Karşı tarafın haklılığını kabul ve tasdik etmemek;

5- Hakkın (veya doğrunun) ortaya çıkmasını değil, kendi fikrinin doğru çıkmasını istemek. İmam Şafiî (ra) ilmî tartışmalarıyla tanınır. Fakat o hep şunu söyler­di: "Maksadım hakkın ortaya çıkmasıdır. Onu benim veya rakibimin ortaya çıkarması benim için önemli değildir."

6- Haksız ve yanlış olduğunu bile bile sözü uzatıp dur­mak;

7- Kırıcı söz ve üslup kullanmak;

8- Kibir ve üstünlük taslamak;

9- Fikir tartışmasını sonunda şahsiyet ve haysiyet kav­gasına dökmek;

10- Karşı tarafın yenilmesine üzülmemek;

11- Dargın ayrılmak.

Bu şekilde tartışmak câiz değildir. Çünkü kendisiyle tartışılan kimse müslüman ise, müslümanlar dinin temel esaslarında anlaşmış vaziyettedirler. Bu sebeple, onların tartışmaları ancak ayrıntılarda olur. Ayrıntılarda ise ictihad etmek câizdir. ictihad etmek ise, ister istemez farklı görüş­lerin ortaya çıkmasına yol açar. Onun için bu görüşlerin bir kısmı yanlış bile olsa, onlara karşı yumuşak ve geniş olmak lâzımdır.

Allah Rasûlü’ne nisbet edilen bir sözde şöyle denilmiş­tir: "Allah o insana merhamet etsin ki, ehl-i kıbleye karşı dilini en yapıcı şekilde kullanır."

Kendisiyle tartışılan kimse münafık veya kökten inançsız bir kimse ise, buna sevgi göstermek câiz olmadığı gibi, kendisiyle tartışırken kızmak ve hırçınlık göstermek de câiz değildir. Çünkü Allah Teâlâ, "Onlarla en güzel şekilde tartış." (Nahl, 125) buyurmuştur. En güzel şekilde tartışmak ise, karşı tarafı ikna etmeye çalışmaktır. İkna etmek ise kızmak ve kabalık etmekle değil, delil getirmek ve inandırıcı ol­makla olur.

Hak ve haksızlıkla ilgisi bulunmayan, zararsız ve kişi­sel yanlışlar için tartışmak hiç bir suretle câiz değildir. Bu türlü yanlışları tartışmak, kendini göstermek niyetine ma­tuf riyakârca bir davranıştır. Riyanın karıştığı hiçbir amel de makbul değildir. Böyle bir durumda, eğer yanlışın sahi­bi uyarılmaktan hoşlanırsa, gizlice uyarılması tavsiye edi­lir. Fakat kendisi bundan hoşlanmaz ve hatta tepki göste­rirse, ona dokunmamak en iyisidir. Çünkü hem bir kimseyi bir yanlıştan kurtarmak, hem de karşılığında husumet ve soğukluk kazanmak hikmetli bir davranış değildir.

Ömer (ra) şöyle demiştir: "İlmi üç şey için öğrenme, üç şeyden dolayı da terk etme. Onu tartışmak, ki­birlenmek, riya ve gösteriş yapmak için öğrenme. Onu önemsememekten, cehalete razı olmaktan ve utanmaktan  dolayı da terk etme."

Nehyedilen tartışmanın temelinde biri nefsanî, diğeri hayvanî olan iki his vardır. Birinci his üstünlük taslama hissi, ikincisi ise karşısındakini ezme hissidir. Bu hislere mağlup olan bir kimse, tartışma çıkararak kendi kendisini tatmin etmeye çalışır.

5. Âfet: Husumet ve Kavga Etmektir

Müslümanlarla husumet ve kavga, etmek de zem ve menedilmiştir. Allah Rasûlü (as) şöyle buyurmuştur: "Allah Teâlâ’nın en çok buğzettiği kimse, hu­sumette inat ve ısrar eden kimsedir." (Buharî), "Haklı olduğunu bilmediği bir meselede husumet ve kavga eden bir kimse, Allah Teâlâ’nın gazabı altındadır." (İbnu Ebid-Dünya) Husumetin kötülüğü hakkında şunlar söylenmiştir:

"- Husumet ve kavgadan sakın. Çünkü husumet ve kavga dini (dindarlığı) mahveder."

"- Günahlardan korkan bir kimse, onlara yol açan hu­sumet ve kavgadan uzak durur."

"- Husumet ve kavga etmek kadar din (dindarlık) gi­derici, mürüvvet düşürücü, tat kaçırıcı, moral ve huzur bo­zucu bir şey yoktur."

Eğer desen ki, insanın bir hakkı elinden alınmak iste­nirse, onu savunmak ve korumak için husumet ve kavga etmesi gerekebilir. Bu durumda husumet ve kavga neden kötü olsun?

Bil ki, kötü olan husumet ve kavga haksız, bilgisiz, ge­reksiz ve ölçüsüz yapılanıdır. Çünkü haksız iken husumet yapmak zulümdür. Bilgisiz husumet, hak olup olmadığını bilmeden veya buna aldırmadan kavga etmeye kalkışmak­tır. Bu da haksız husumet gibidir. Gereksiz olan husumet, hak ve hukuku barışçı ve yumuşak bir yolla tahsil etmek mümkünken sertlik göstermektir. Bu da bir tür haksızlıktır. Ölçüsüz husumet ise, husumet ederken sözde ve fiilde meşru olan sınırları aşmaktır. Örneğin bir insana "ahmak!" demek yeterli iken, ona "eşek!" demek haddi aşmak ve gü­naha girmektir. Bunun gibi, onu itmek yeterli iken, ona tokat atmak tecavüz ve zulümdür. Bazı kimseler de, bir hak­kı bahane ederek kavgaya girişirler. Maksatları ise bu vesi­le ile hoşlanmadıkları kimseleri ezmek ve onlara zarar ver­mektir. Bunlar hem nehyedilen husumeti yaparlar, hem de hakkı buna perde ve paravan yaparlar.

(Bu tıpkı, dini siyasete âlet etmek gibidir. Çünkü bunu yapan da din kavgası yaptığı vehmini verir. Halbuki mak­sadı bu vesile ile bir yerlere gelmektir.)

Zulme uğramış bir kimse ise, hakkını kurtarmak için başka bir yol bulamazsa, zaruret miktarı husumet ve kav­ga edebilir. Ve bu durumda husumetin bütün günahı buna sebep olana ait olur. Ancak buna rağmen, husumet ve kav­gaya girmemek evlâdır. Çünkü mecburiyetten de olsa kav­gaya girince, sözlü ve fiilî taşkınlıktan ve ölçüyü aşmaktan sakınmak zordur. Hatta bazen kızgınlık o kadar artar ki, davanın aslı unutulur ve hasmı ezmek yegâne maksat hâli­ne gelir. Böyle olunca da haklı başlayan bir kavga haksız bir şekilde sonuçlanır.

Husumet, mahkemede dava açmak şeklinde ise, bu­nun verdiği huzursuzluk daha uzun sürer ve bu süre için­de hasımlar birbirine karşı zehir gibi kin ve intikam hisle­riyle dolarlar. Diyanetin ve vicdanın mağlup olduğu bu gergin dönemde sahte delil uydurma, yalan şahit tutma, if­tira etme gibi ciddî günahlar da işlenir.

Husumet fitne kapısıdır. O kapıdan giren bir kimse, din ve dünyasına ait ciddî şeyler kaybeder. Bundan dolayı Allah Teâlâ, beğendiği kullarının vasıflarını zikrederken "Câhil kimseler onlarla dalaşmak istedikleri zaman, 'Biz­den selâm!’ derler." (Furkan, 63) buyurmuştur. Allah Rasûlü (sa) da şöyle buyurmuştur: "Biriniz oruçlu iken, onunla dalaşmak isteyen olursa, 'Ben oruçluyum, ben oruçluyum!’ diyerek onu başından defetsin."

Kızgınlığın arttığı husumette yumuşak, tatlı ve okşayı­cı bir üslupla konuşmak terk edilir. Halbuki böyle konuş­mak emredilmiştir. Allah Teâlâ, "İnsanlara güzel söz söyle­yin." (Bakara, 83) buyurmuştur.

Allah Rasûlü (as) da şunları söyle­miştir: "Güzel söz sadakadır." (Müslim), "Verebileceğiniz bir yarım hurma ile de olsa kendiniz cehennem ateşinden kurtarın. Bunu da bulamazsanız, bir güzel söz söyleyin." (Müttefekun aleyh), "Cennet­te içi dışında, dışı içinde görünen şeffaf köşkler vardır. Al­lah Teâlâ onları yemek yediren ve yumuşak konuşan kim­seler için hazırlamıştır." (Tirmizî)

Kavgada ve davada karşılıklı olarak söylenen kırıcı sözler, kalplerde kolayca silinmeyen izler bırakır. Bir şâir şöyle demiştir:

Okların açtığı yaralar kapanabilir

Dilin açtığı yaralar ise hiç kapanmaz.

Bu suretle kalplerinde yara açılan müminler artık bir birlerini sevmez ve birbirlerinin iyiliğini istemezler. Bu da onların imanlarına zarar verir. Çünkü Allah Rasûlü (as) şöyle buyurmuştur: "Siz birbirinizi sevme­dikçe iman etmiş olmazsınız.", "Biriniz kendisi için istediği iyiliği din kardeşi için de istemedikçe iman etmiş olmaz."

Kötü sözlerin kalplerde açtığı yarayı yine ancak güzel sözler tedavi edebilir. Hz. Ömer (ra) şöyle de­miştir: "Şeytana uyma olayı olmazsa iyilik yapmak kolay bir iştir. O, güler yüz göstermek ve yumuşak söz söylemektir."

Hakimlerden birisi şöyle demiştir: "Allah Teâlâ’nın kız­gınlığına sebep olmadıkça, karşınızdaki insanı memnun et­mek için söyleyebileceğiniz en güzel sözleri söylemekten çekinmeyin."

Allah Rasûlü (as) şöyle buyurmuş­tur: "Allah Teâlâ, yumuşak sözlerle verdiği şeyi sert sözlerle vermez.", "Tatlı söz yılanı deliğinden çıkarır." denilmiştir.

6. Âfet: Sözü Süslemektir

Sözü mânayı bozacak veya anlaşılmaz hâle getirecek derecede edebî sanatlarla süslemek, mukaddimeler yap­mak, hüner göstermeye çalışmak doğru değildir. Çünkü sözde esas olan doğru ve kolay anlaşılması ve tabiî bir üs­lupla ifade edilmesidir. Sözün süslemesine fazla ağırlık ve­rilmesi hâlinde mânanın bundan zarar görmesi kaçınıl­mazdır. Ve bu hâl, kabiliyetin tabiî bir tezahürü değil de, kendini zorlamanın sonucu ise daha da çirkin ve münase­betsizdir. Buna tekellüf denir.

Tekellüf, insanın kendini gerekli olmayan bir işe zorla­ması demektir. Allah Teâlâ, Peygamberimize şunu söyleme­sini emretmiştir: "Ben tekellüf edenlerden değilim." (Sâd, 86) Pey­gamberimiz de kendi ifadesiyle, "Ben ve ümmetimin mut­taki kısmı tekellüften uzağız." demiştir. Bundan dolayı, kendisi konuşurken sözünü süslemek için bir çaba göstermezdi. İçinden geldiği veya kendisine ilham edildiği gibi konuşurdu. Şiir gibi zorlu bir çaba ile yazılmış sözleri de bozar, düz ve mânası kolay anlaşılır bir hâle getirirdi. Söz­leri kısaydı. İletmek istediği mânaları iki üç cümle içine sı­kıştırırdı. "Bana sözlerin özleri ve çok manalı olanları veril­miştir." derdi. Yanında konuşan hatip'leri de sözü gereksiz mukaddimelerle uzatmamak ve mânayı gizleyecek veya değiştirecek sanatlardan kaçınmak konusunda uyarırdı.

Cuma hutbesini okuyanlar için de şöyle buyurmuştur: "Hutbeyi kısa okumak ve namazı uzatmak hatîb'in fakîh (din âlimi) olmasındandır."

"Sözün en iyisi hemen maksada geçen ve onu tam ola­rak yansıtan sözdür." denilmiştir.

Ancak bu, hiç sanat kullanmamak, fesahat ve belagate önem vermemek demek değildir. Çünkü, Kur’ân-ı Kerim'in en öndeki meziyeti ve mucizesi onun erişilmez derecede üstün olan fesahat ve belâgatidir. Ayrıca, Allah Teâlâ, kendi kendisini tanıtırken, "O insanı yaratan, insana okuma kabiliyeti veren ve insana beyan öğretendir." (Rahman, 1-3) buyurmuştur.

Beyan, mâna ve maksadı açık ve net bir şekilde ifade edebilmektir. Buna göre, mâna ve maksadın daha iyi ifade edilmesine yardımcı olan sanat ve belâgat iyidir. Onun için, sözü süslemenin âfet sayılması, söz ve ifadenin kalitesiz, sanatsız, kuru ve donuk olması gerektiği anlamında değil­dir. Nitekim, Allah Rasûlü (as), kendisi­nin Arapların en fasihi olduğunu söylemiş ve bununla bir anlamda övünmüştür.

 (Allah Rasûlü (as), bunu söylemek­le bir taraftan fesahati teşvik etmiş, bir taraftan da ileride kendi sözlerinin tanınması için bir ölçü vermiştir. Buna gö­re, fesahat ve belagati eksik olan hadisler onun kendi ifade­leri değildirler. Bunlar ya uydurulmuşlardır veya lafızları değiştirilmiştir.)

Kendisi fasih olunca da, fesahat onun sünnetlerinden olmuş olur. (Hanefîler bu türlü sünnetlere "sünnettüz-zevâid" demişlerdir.) O hâlde kötü olan, tıpkı makyaj yapar­ken yüzünü boya küpü hâline getirmek gibi sözü sanatlar­la aşırı şekilde süslemek ve şişirmektir. Çünkü bu yapılır­sa, lafız ve edâ şekli esas maksat hâline gelir, mâna ise ikin­ci plana düşer. Halbuki konuşmaktan ve söz söylemekten maksat mânadır. Lafız öne çıkarılınca, muhatap da mâna ve maksadın ne olduğunu anlamakta zorlanır, bazen de bunu hiç anlamaz.

Sözü mukaddime ve önsözlerle lüzumundan fazla uzatmak da, hem zaman israfıdır, hem de dikkatin dağıl­masına sebeptir.

(Her konuşmanın başında Besmele çekmek, Allah Teâlâ'ya hamd etmek ve salavat okumak ise sünnettir.)

Konuşurken mekruh olan diğer bir husus da, harf ve kelimeleri mahreçlerinden çıkarmak için gayr-i tabiî bir şe­kilde dudak, dil, ağız ve gırtlağı zorlamak ve acayip sesler çıkarmaktır. Bu mekruh olduğu için, Kur'ân'ı da tecvidle okurken ağır kalkale yapmaktan ve mahreçleri zorlamak­tan sakınmak lâzımdır.

Kısacası; kalıcı bir metin yazarken veya kültür seviye­si yüksek olan kimselere yönelik bir hitabette bulunurken kendini zorlamamak, tesannu' ve tekellüf yapmamak şartıyla sözün kalitesine özen göstermekte sakınca yoktur ve hatta bu, Allah Rasûlü’nün, "Bir şey yaptığınız zaman onu muhkem yapınız." emir ve tavsiyesine de uygundur. An­cak, tabiî ortamlardaki konuşmalarda bilgiçlik taslamak ve hüner sahibi olduğunu göstermek için sözü teşbih, istiâre, seci' gibi sanatlarla ağırlaştırmak doğru değildir. Bu her şeyden evvel riyadır. Riya ise hangi işe karışırsa onu çirkinleştirir ve değerden düşürür.

(Seci', cümlelerin durak yerlerindeki kelimelerin birbirine ben­zemesidir. Eskiden kâhinler seci'li konuşurlardı. Allah Rasûlü (as), bunlara benzememek için sözünde seci' yapmaktan kaçınırdı. Ancak seci' tekellüf ve özenti sonucu olmazsa, sözde bulun­masında bir sakınca yoktur. Nitekim, Kur’ân-ı Kerim'in üslubu da bir seci' üslubudur.)

7. Âfet: Fuhuş Konuşmak ve Sövmektir

Fuhuş konuşmak, cinsiyetle ilgili mahrem ve ayıp şey­leri konuşmak veya bunlarla sövmektir. Buna ağız bozmak da denir. Fuhuş konuşmanın iki sebebi vardır. Birincisi, fâsık kimselerle sohbet ve ülfet etmektir. Çünkü fâsıklar sıkça fu­huş konuşurlar, ayıp kelimeleri söylerler ve sövüp sayarlar. Dinlemek yoluyla bu pis huy onlardan temiz insana da bu­laşır, ikincisi ise, kişinin ruh ve karakterinin bozukluğu ve cıvıklığıdır. Ancak irade göstermek ve gerekli önlemleri al­mak suretiyle bu kötü huydan kurtulmak mümkündür.

Allah Rasûlü (as) şunları söylemiş­tir: "Fuhuş konuşmaktan sakının. Çünkü Allah Teâlâ sözde ve fiilde fuhuş yapanları (ayıp olan bir işi konuşan ve ya­pan kimseleri sevmez." (Nesaî/ El-Kübra, İbnu Hibbân, Hâkim), "Fuhuş konuşmak ve fuhuş yapmak (ayıp olan şeyleri konuşmak ve yapmak), İslâm’da ye­ri olmayan çirkinliklerdir." (Ahmed), "Mümin kimse ayıpları söy­leyen, lanet eden, fuhuş konuşan kimse değildir." (Tirmizî), "Cen­net fuhuş konuşan ve fuhuş yapan (ayıp şeyleri konuşup yapan) kimselere haramdır." (İbnu Ebid-Dünya), "Cehenneme atılan fuhuş konuşmacılarının ağızlarından cehennem ehlini bile iğren­diren pis kanlar ve irinler akar." (İbnu Ebid-Dünya), "Ağız bozukluğu ve ayıp şeyleri konuşmak münafıklık huylarındandır." (Tirmizî)

İbrahim İbni Meysere şöyle demiştir: "Duyduğumuza göre, fuhuş konuşan ve ayıp hareketleri yapan kimseler, kıyâmet gününde köpek suretinde haşredilirler."

Ahnef İbni Kays şöyle demiştir: "Size en kötü hastalık­ları söyleyeyim mi? Bunlar ağız bozukluğu ve ahlâk kötü­lüğüdür."

Abdullah İbni Abbas (ra) şöyle demiştir: "Hayâ, kerem ve affı Allah Teâlâ'dan öğrenin. O, hayasın­dan dolayı cinsî ilişkiyi kadına dokunmak, abdest bozma­yı da araziden gelmek lâfızlarıyla ifade etmiştir. Onun için, mümin bir kimse, gizli tutulan ve utanılan şeyleri keyf ve zevk için ağzına almaktan kaçınmalı, mecburiyet hâsıl olduğunda da kinaye (kapalı) lafızlar kullanmalıdır. Bir er­kek ile konuşurken onun eşi için, "Çocuklarınızın annesi" denilmesi de yerleşmiş güzel âdetlerdendir. Erkeğin eşi için, "çocukların annesi", kadının eşi için "çocukların baba­sı" gibi ifadeler kullanmaları da böyledir. Hayâ ve edepten hiçbir zaman zarar gelmez.

(Zamanımızda bir çok ayıpların üzerindeki örtüler atı­lırken, bazı şeyler üzerindeki nezaket örtüsü gösteriş kabi­linden de olsa korunmaktadır. Bu cümleden olarak, kör, sa­ğır gibi sakatlar için "görme özürlüsü", "beyaz bastonlu", "işitme özürlüsü" gibi hoş kinayeler kullanılmaktadır. Çünkü insanların söylenmesinden hoşlanmadıkları ve duydukları zaman üzüldükleri veya kızdıkları isim ve sı­fatları açıkça kullanmak fuhuş, kabalık ve nezaketsizliktir. İslâm’ın ilk dönemlerinde körlere "gören", sakatlara da "sağlam" isimleri kullanılmıştır. Bu isimlerin kullanılma­sında daha büyük bir nezaket mevcuttur.)

Sövmek de ya fuhuş ya da hakaret sözleriyle olur. Bu yüzden İslâm dini sövmeyi de haram etmiştir. Allah Rasûlü (as) şöyle buyurmuştur: "Müslümana sövmek fısk (fâsıklık), onunla savaşmak ise küfürdür." (Müttefekun aleyh) Bir bedevî, "Ya Rasûlullah ! Bana bir tavsiyede bulun." de­di. Allah Rasûlü (as) ona şunu söyledi: "Allah Teâlâ'ya karşı takva gözet (O'ndan kork ve emirlerine muhalefet etmekten sakın), başkası senin ayıplarını söy­lese bile sen onun ayıplarını söyleme, günahı onun üzerin­de bırak ve kimseye (bir rivayette de, hiçbir şeye) sövme." (Ahmed)

Sövmek, beddua etmek şeklinde veya fuhuş taşımayan sözlerle olursa, ona karşılık verilebilir. Ancak bu durumda da misli ile mukabele miktarının aşılmaması lâzımdır. Bu sebeple, örneğin birisi, "Allah senin belânı versin!" veya, "Ahmak!" dediği zaman, "Allah senin sülâlenin belâsını versin." veya, "Ahmak oğlu ahmak!" demek câiz değildir.

Allah Rasûlü (as) şöyle buyur­muştur: "Mazlum olan, misli ile mukabeleyi aşmadığı sü­rece onun sövmesinin vebali de sövmeyi başlatanın üze­rindedir." (Müslim)

Ölülere sövmek, ne şekilde olursa olsun, nehyedilmiştir. Bazı müslümanlar, Bedir savaşında öldürülen Ebu Ce­hil gibi kâfirlere sövmek isteyince, Allah Rasûlü (as) onları bundan nehyetmiştir. Onun için, Ehl-i Sünnet akidesinde tarihte geçmiş zâlim ve kâfirlere küfret­mek ve sövmek yoktur.

Hatta şöyle bir menkıbe anlatılmıştır: İblis bir zata gö­rünmüş ve ona, "Hayret ediyorum, bana çok kızdığın hâl­de hiç beddua etmiyorsun." demiş. Bu zat, "Sen bedduayı haketmişsin. Fakat sana beddua ederek dilimi müstahak olmayanlara da beddua etmeye alıştırmak istemiyorum." demiştir.

Bir şeye sebep olmak o şeyi yapmak gibidir. Hayır işle­rinde de, günah işlerinde de bu böyledir. Onun için, Allah Teâlâ müşriklerin putlarına sövmeyi nehyetmiştir. Çünkü onlar da buna karşılık Allah Teâlâ'ya sövebilirler. Bu konu­daki âyet şöyledir: "Onların Allah dışında taptıkları şeyle­re sövmeyin, sonra onlar da taşkınlıkla ve bilgisizce Allah'a söverler." (En'âm, 108)

Allah Rasûlü (as) da şöyle buyur­muştur: "Kendi anne ve babasına söven melundur." Ashâb, "Kimse kendi anne ve babasına söver mi?" diye so­runca da şöyle demiştir: "O birisinin anne ve babasına sö­ver; bunun üzerine sövülen de bilmukabele onun anne ve babasına söver." (Müttefekun aleyh)

Sövme bir şeytan dürtmesi olduğu için, o insanlara bu­nun en ağırını yaptırmaya çalışır. En ağırı ise, din ve mu­kaddesata sövmektir. Çünkü bu sövmek yalnızca günah değil, aynı zamanda en şiddetli bir küfürdür.

8. Âfet: Lanet Etmektir

Lanet etmek, lanet edilen şeyin Allah Teâlâ’nın rahme­tinden, hayır ve bereketten mahrum kalmasını dilemektir. Bu sebeple ne insan, ne hayvan, ne de cansız şeylere bed­dua etmek câiz değildir.

Allah Rasûlü (as), mümini tarif ederken, "O, lanet edici değildir." buyurmuş(Geçti) ve şunu söy­lemiştir: "Allah sana (veya, ona) lanet etsin. Allah’ın gaza­bına uğrayasın (veya, uğrasın). Yerin (veya, yeri) cehennem olsun! şeklinde beddua etmeyin." (Tirmizî)

Ebud-Derdâ (ra) şöyle demiştir: "Bir kim­se yere lanet ettiği zaman, yer, "Hangimiz kendisine karşı isyankâr ise Allah ona lanet etsin." diye karşılık verir.

Enes (ra) şunu söylemiştir: "Bir yolculukta bir adam, binmekte olduğu deveye kızıp lanet etti. Allah Rasûlü (as) ona, 'Lanet edilmiş bir deve üs­tünde bizimle gelme.’ diyerek adamı topluluktan ayırdı." (İbnu Ebid-Dünya)

Lanet hiçbir zaman sevap getiren bir hareket olma­makla birlikte, üç şekilde câizdir.

Birincisi, genel vasıflarıyla kâfir, zâlim ve fâsıklara la­net etmek ve meselâ, "Allah kâfirlere veya zâlimlere lanet etsin" demektir. Allah Teâlâ, Kur'ân-ı Kerim'de bu insanla­ra bu şekilde lanet etmiştir.

İkincisi, küfür üzerinde öldüğü nasslarla sabit olan belli şahıslara lanet etmektir. Firavun ve (artık rahatsızlık duyacak akrabası kalmayan) Ebu Cehil gibi kâfirlere lanet etmek bu kabildendir. Çünkü bunların küfür üzerinde öl­dükleri Kur’ân ve hadisle sabittir.

Üçüncüsü, küfür üzerinde öleceği bilinen belli şahısla­ra lanet etmektir. Bunu da ancak vahye mazhar olan pey­gamber bilir. Onun için, Peygamberimiz, bazı şahıslara la­net etmiştir ve bu şahıslar daha sonra küfür üzerinde öl­müşlerdir. O, bunların dışında kimseye lanet etmemiş ve, "Ben lanet için değil, rahmet için gönderildim." demiştir. Ancak Bi'r-i Mauna denilen yerde seçkin ashâbtan yetmiş kişi hile ile tuzağa düşürülüp hunharca öldürülmüştü. Bu büyük katl-i am bütün ashâb gibi, Allah Rasûlü’nü da de­rinden sarsmış ve üzmüştü. Bu sebeple, onların katillerine (bunlar Riil, Zekvân ve Lihyân kabileleriydi) bir ay boyun­ca sabah namazı kunut'unda lanet etmiştir. Fakat sonunda Allah Teâlâ'dan şu uyarıyı almış ve bundan vazgeçmiştir:

"Bu iş (lanet okumak veya suçluları cezalandırmak) senin işin değildir. Allah isterse onlara tevbe nasip eder, is­terse onları cezalandırır. Çünkü onlar zulmetmişlerdir." (Al-i İmrân, 128)

Bu ayet, küfür üzerinde öleceği bilinmeyen kimselere lanet etmenin câiz olmadığını ortaya koymuştur. Çünkü bir kimseye lanet etmek, onun iman etmekten, hidayet bul­maktan, rahmet ve affa uğramaktan mahrum kalmasını di­lemektir. Halbuki müminin görevi insanları iman ve hida­yete davet etmek, rahmet ve af bulmalarına vesile olmaya çalışmaktır.

Bir kimsenin melun olduğunu söylemek ise, Allah Teâlâ adına bilmeden konuşmaktır. Çünkü Allah Teâlâ’nın o kimseye lanet ettiğini bilmek mümkün değildir. Allah Teâlâ adına bilmeden konuşmak ise, Allah Teâlâ'ya iftira etmek­tir. Bu da en büyük günahlardandır.

Lanete uğrayan ilk varlık İblis'tir. Allah Teâlâ ona lanet etmiş ve onu ebediyyen hidayet ve rahmetten mahrum et­miştir. Bu sebeple o, insanların birbirlerine lanet etmelerin­den hoşlanır ve kendisinin düştüğü duruma düşmelerine sevinir.

Allah Rasûlü döneminde bir adam birkaç kere içki iç­miş ve kendisine içki cezası tatbik edilmişti. Bir kere daha içip cezalandırılınca ashaptan birisi ona, "Allah sana lanet etsin! Ne kadar arsız adamsın!" dedi. Allah Rasûlü (as) bu sahabiyi lanet etmekten nehyetti ve "Bununla şeytanı sevindirme!" buyurdu. (Buharî)

(Not: Allah Rasûlü (as), bu sözüyle şu hususları da bildirmek istemiştir. Birincisi şudur: Şer'î cezalan Allah tayin etmiştir. Onun için, kimsenin kendi tarafından bunlara bir şey ilâ­ve etme hakkı yoktur. İkincisi şudur: "Şeriatın kestiği parmak acımaz." Fakat, kişilerin kişisel müdahalesi suçlunun kalbinde kin ve kızgınlık hâline gelir. Üçüncüsü de şudur: Haksız müdahale inat ve ısrara sebep olur.)

Kur'ân’ın açık nassıyla İblis Allah Teâlâ’nın lanetine uğramış olduğu hâlde, ona bile lanet etmek emredilmemiş­tir. Bu sebeple, küfür üzerinde ölüp ölmedikleri belli olma­yan bazı tarihî şahsiyetlere lanet etmenin gerekli olduğunu zannetmek fâsit bir zandır. Eğer denilse ki, Yezid, Hz. Hu­seyn'i katletmiş veya katledilmesini istemiştir. Bu duruma göre ona lanet etmek câiz değil midir? Biz (İmam Gazali) de deriz ki, Yezid'in Hz. Huseyn'i katlettiği veya katlini is­tediği sabit olmamıştır. Onun için, Yezid'e yalnız lanet et­mek değil, bu fiili isnat etmek de câiz değildir. Çünkü delil bulunmadan bir müslümana küfür veya fısk nisbet edil­mez. Allah Rasûlü (as) şöyle buyurmuş­tur: "Bir kimse bir kimseye küfür veya fısk nisbet ederse, eğer dediği doğru ise doğrudur, fakat dediği doğru değil­se, kendisi kâfir veya fâsık olur." (Buharî)

Üstelik, Allah Rasûlü (as) şu tavsi­yelerde bulunmuştur: "Ölülere sövmeyin. Çünkü onlar ne­ye müstahak olmuşlarsa onu bulmuşlardır." (Buharî), "Kâfir bile olsalar, ölülere sövmeyin. Çünkü onların akrabaları bun­dan eziyet duyarlar." (Tirmizî), "Ölülerinizin iyiliklerini açıklayın, kötülüklerini gizleyin." (Ebu Dâvûd, Tirmizî), "Ölülerinizi hayırla anın." (Nesaî), "Ashabıma sövmeyin. Siz Uhud dağı kadar hayır yapsa­nız, onlardan birinin bir avuçluk hayrına ulaşamazsı­nız." (Müttefekun aleyh), "Ashabım konusunda Allah'tan korkun ve benden sonra onları eleştiri hedefi hâline getirmeyin. Kim onları severse beni sevdiği için sever ve kim onlara buğz ederse bana buğz ettiği için buğz eder. Onlara eziyet veren bana eziyet vermiş olur. Bana eziyet veren Allah'a eziyet vermiş olur. Allah'a eziyet vereni de Allah yakaladı yakalar." (Tirmizî, İbnu Hibbân)

Eğer denilse ki, Yezid ismi belirtilmeksizin "Huseyn'i katleden veya katlini emreden kim ise, Allah ona lanet et­sin!" demek câiz değil midir? Biz (İmam Gazali) de deriz ki, bu söz de bu şekilde câiz değildir. Câiz olan söz şudur: "Huseyn'i katleden veya katlini emreden kimse, tevbe et­meden ölmüşse Allah ona lanet etsin!" Çünkü bu kimsenin tevbe etmiş olması mümkündür.

Nitekim, Allah Rasûlü’nün amcası Hz. Hamza'yı katle­den Vahşi adındaki şahıs da daha sonra müslüman olmuş ve tevbe etmiştir. Bu sebeple, ona da lanet etmek câiz değildir.

(Uzak geçmişteki olaylar hakkında kesin bilgi edin­mek zordur. Çünkü bunlarla ilgili rivayetler birbirini nak­zeden çelişkilerle doludurlar. Onun için, tarihin karanlığın­da kalmış bazı kimselere lanet etmek değil, kötü demek bi­le doğru değildir. Doğru olan, bunları Allah’ın hüküm ve adâletine bırakmaktır. Meşhur mülakatta Firavun Musa (as)’a, "Önceki nesillerin durumu nedir?" diye sormuş, Musa (as), "Onlar hakkındaki bilgi Rabbimin yanında ve O'nun kitabındadır. Rabbim şaşırmaz ve unutmaz." diye cevap vermiştir. (Tâhâ, 51, 52) Allah Teâlâ, genel olarak geçmişlerle ilgili olarak bize şunu söylemiştir: "Onlar geç­miş bir topluluktur. Onların amelleri onlara, sizin amelleri­niz sizedir. Siz onların amellerinden sorumlu değilsiniz.") (Bakara, 134)

Geçmiş müslümanlarla ilgili olarak da şu dersi vermiş­tir: "Daha sonra gelenler şöyle duâ ederler: 'Rabbimiz! Bi­ze ve bizden önce iman ile geçmiş kardeşlerimize mağfiret et. Rabbimiz! İman edenlere karşı kalbimizde kin bırakma. Sen şefkatli ve merhametlisin." (Haşr, 10)

(Not: Bu mevzuu konuşur veya yazarken Şiileri hatır­lamamak mümkün değildir. Çünkü Şiiler geçmiş müslümanlara ve en başta da Allah Rasûlü’nün mübarek ashâbına karşı haddinden fazla olumsuz bir tavır içindedirler. Bunlar Hz. Ali ve ailesi dışındaki ashâ­bın hemen hemen hepsini ve onlardan sonra gelen diğer Sünnî müslümanları küfür ve mürtedlikle itham eder ve onlara karşı şiddetli bir kin ve düşmanlık beslerler. Hz. Hüseyin'in katillerine karşı düşmanlıkları da din ve akıl ölçülerinin dışındadır. Dinî bir renk verilmeye çalışılan bu menfi tavır, başta siyasî bir ta­vır olarak ortaya çıkmıştır. Sünnî müslümanlığın devlet olduğu dö­nemlerde yönetime karşı olan bir takım insanlar bu tavrı bir muhalefet stratejisi olarak benimsemiş, bir dal gibi ona tutunmuş ve onun gölge­sinde varlık göstermeye çalışmışlardır. Fakat yeni dönemde Şiiler bağı­msız ve büyük bir devlete sahip olmuşlardır. Bu sebeple, artık bir mu­halefet stratejisi olarak kendilerine intikal eden eski tutum ve husumet­leri bırakmaları ve İslâm’ı kin ve his üzerine değil, din ve akıl üzerine bina etmeleri lâzımdır. Bunun zamanı gelmiştir. Şiilerden bu hayırlı fır­satı iyi kullanmaları beklenir.)

Bir adam Allah Rasûlü’ne, "Bana tavsiyede bulun." dedi. Allah Rasûlü (as) ona, "Sana lanet edici olmamayı tavsiye ederim." dedi. (Ahmed, Taberanî)

Abdullah İbni Ömer (ra) şöyle demiştir: "Allah Teâlâ’nın en çok buğzettiği kimse, müminlerde ku­sur arayan ve lanet edici olandır."

Abdullah İbni Avn (ra) şöyle demiştir: "Ben dilimi çalıştırınca 'lâ ilâhe illallah' da diyebilirim, 'Allah fa­lana lanet etsin' de diyebilirim. Fakat birincisini söylemek, kıyâmet gününde beni daha çok sevindirecektir."

9. Âfet: Şiir Söylemektir

Şiiri nağme ile söyleyip dinlemenin hükmünü daha önce zikrettik. Nağmesiz olarak şiir söylemenin hükmü ise, onun konusuna göre değişir.

Allah Rasûlü (as), konusu iyilik olan şiirler için, "Şiirin bir çeşidi hikmettir." (Geçti) derken; konusu kö­tülük ve ahlâksızlık olan şiirler için de, "Birinizin içi irinle dolsa şiirle dolmasından daha hayırlıdır." (Müslim) demiştir.

Cahiliyet devrindeki şiirlerin büyük çoğunluğu düş­manlığı kışkırtmak, edepsizliği tasvir etmek ve günahlara teşvik etmek şeklindeydi. Onun için, İslâmiyet o dönemde şiire karşı olumsuz bir tavır almıştır. Bu yüzden Allah Rasûlü (as), mânasını doğru bulduğu bir şiiri bile okurken onu bozar ve nesir hâline getirirdi.

Kur’ân-ı Kerim bu olumsuz tavrın sebebini şöyle açık­lamıştır: "Şâirlere sapık kişiler uyarlar. Görmez misin, bunlar her vadide dolaşırlar ve bunlar yapmadıkları şeyleri (yani, uydurma, hayâlî ve yalan şeyleri) söylerler?" Bu âye­tin ifadesine göre, şâirler sapık kimselerin hoşuna giden şeyler söylerler, sınır tanımadan her yere dillerini uzatırlar ve gerçek olmayan şeyler söylerler. Müşrik ve münafıklar­dan oluşan bu şâirler, Allah Rasûlü’ne, onun ashâbına ve İslâm dinine saldırıyor ve edebiyatın sihir gücüyle kitleleri aldatıp imandan uzaklaştırmaya çalışıyorlardı. Bu durum karşısında Allah Teâlâ, müdâfaa-i nefs etmek ve düşmana kendi silahıyla mukabele etmek için müslümanlara da şiir söyleme iznini vermiş ve geçen âyetin devamında bunu şöyle bildirmiştir: "Ancak iman edip sâlih amel işleyen, Allah'ı çokça zikreden ve saldırmaya karşı kendilerini sa­vunanlar bu hükmün dışındadırlar. Zâlimler nasıl bir akıbete uğradıklarını yakında göreceklerdir." (Şuarâ, 224-227) Bunun üzerine şiir kabiliyeti olan sahâbiler de onlara mukabele etmeye başlamış ve onların küfür ve dalâletlerini ayıplayıp onları susturmaya çalışmışlardır.

Bu sahabilerin en meşhuru Hassan İbni Sabit'tir. Bu zat, cahiliyet döneminde de hatırı sayılan bir şâirdi. Müslü­man olunca, Allah Rasûlü (as), ona, "Müşriklere söv (hicvet), Cebrail de seninle beraberdir." demiştir. (Müttefekun aleyh) Geçen âyette de işaret edildiği gibi, şiir genellik­le hayâle dayanır. Onun malzemesi hayâlî şeylerdir. Halbu­ki insanın gerçekçi olması lâzımdır. Kaldı ki İslâm’ın getir­diği gerçekler, şâirlerin uydurdukları hayâllerden çok daha güzeldirler.

Şiirde abartma da vardır. Abartma ise bir çeşit yalan­dır. Ancak şiirdeki abartma yanıltıcı ve hepten uydurma ol­madığı takdirde, müsamaha ile karşılanır. Örneğin bir şâir, övdüğü bir zat için şöyle demiştir: "Ruhundan başka bir şeyi bulunmasa onu da verir. Kendisinden bir şey isteyen çokça üstüne varmasın." Bu şiirde sözü edilen zat, eğer cö­mert değilse, bu söz yanıltıcı ve yalandır. Fakat, eğer cömertse cömertliğinin bu şekilde abartılması şiirin bir özel­liği olarak kabul edilir.

Hz. Aişe (ra)’a şunu anlatmıştır: "Bir gün evde Allah Rasûlü (as) ayakkabısını ta­mir ediyor, ben de yün (veya pamuk) eğiriyordum. Bir ara başımı kaldırıp onun yüzüne baktım ve gördüm ki, sıcak­lıktan dolayı alnında ter taneleri oluşuyor ve nur olup parlıyorlar. Bunun üzerine Ebu Bekir el-Hüzelî'nin şu dizeleri­ni seslice okudum: 'O; hayız kanından, emziren kadının bozukluğundan, hâmile kadının hastalığından iz taşımamıştır. Onun yüzü güneş altındaki saf ve beyaz bulut gibi parlar.’ Allah Rasûlü (as), 'Bu dizeleri niye okudun?’ diye sordu. Ben, 'Ya Rasûlullah! Bu dizeler sana daha çok yakıştığı için okudum.’ dedim." (Beyhakî) İlk muha­tabı itibarıyla bu şiirde abartma bulunmasına rağmen, Al­lah Rasûlü (as) onu eleştirmemiştir.

10. Âfet: Şaka Yapmaktır

Çok şaka yapmak zem ve menedilmiştir. Allah Rasûlü (as) şöyle buyurmuştur: "Din kardeşin­le tartışma ve ona çok şaka yapma." (Tirmizî)

Eğer denilse ki, tartışmakta eziyet vermek vardır. Çün­kü onun mahiyeti, tartışılan kimsenin yalancı ve câhil ol­duğunu iddia etmektir. Şaka yapmakta ise, bunun aksine, hoşnutluk vermek ve insanlara açılmak vardır. Hâl bu iken, neden şaka yapmak da nehyedilmiştir?

Bil ki, nehyedilen şey şaka yapmanın aslı değil, onun çokluğu ve devamlılığıdır. Çünkü çokça ve devamlılıkla şaka yapmak, çokça gülmeye, gafletin artmasına ve kalbin ölmesine sebep olur. Bu aynı zamanda, yanlış anlaşılmaya, kırılmaya ve kötü tepki alınmasına da yol açar. Bu olum­suzlukların yanında, çokça şaka yapmak ve gülmek kişinin vakar ve heybetini de düşürür.

Çok gülmek hakkında Allah Teâlâ şöyle buyurmuştur: "Yaptıkları kötü işlerden dolayı az gülüp çok ağlasınlar." (Tevbe, 82)

Allah Rasûlü (as) da şunu söyle­miştir: "Ahiretteki durum hakkında benim bildiklerimi bil­seydiniz, az güler, çok ağlardınız." (Müttefekun aleyh)

Bir adam, gülen bir arkadaşına, "Ahirette cehennem azabı olduğuna inanıyor musun?" diye sormuş. Arkadaşı, "Evet, inanıyorum." demiş. Adam, "O azaptan kurtulaca­ğına dâir bir teminâtın var mıdır?" diye sormuş. Arkadaşı, "Hayır, yoktur." demiş. Adam, "Önünde böyle bir azaba düşme ihtimali varken nasıl gülebiliyorsun?" demiş ve on­dan sonra arkadaşı ölünceye kadar hiç gülmemiştir.

Allah Teâlâ, cehennem azabının korkunçluğunu anlat­tıktan sonra şöyle buyurmuştur: "Allah bu azapla kullarını korkutuyor. Ey bana inanan kullarım! Benden korkun." (Zümer, 16)

Hasan el-Basrî (ra), otuz sene hiç gülmemiş­tir. Atâ es-Sulemî (ra) kırk sene gülmemiştir.

Vuheyb İbnil-Verd, bir bayram günü gülmekte olan bir topluluk görmüş ve hayret ederek şunu söylemiştir: "Eğer bu insanların günahları bağışlanmışsa, onlara gülmek de­ğil, şükretmek düşer. Ve eğer günahları bağışlanmamışsa o zaman da onlara gülmek değil, ağlamak yakışır."

Abdullah İbni Ebu Ya'lâ şöyle demiştir: "Nasıl gülersin ki, ihtimal kefenin tezgâhta dokunup hazırlanmıştır?"

Abdullah İbni Abbas (ra) şöyle demiştir: "Gülerek günah işleyen, ağlayarak ateşe girer."

Muhammed İbni Vâsih şöyle demiştir: "Bir insanın Cennete gittikten sonra ağlaması ne kadar şaşılacak şey ise, cennete gidip gitmeyeceği belli değilken gülmesi de o ka­dar şaşılacak şeydir."

Dolu ağızla, sesli ve kahkahalı gülmek şiddetle mek­ruhtur. Onun için, Allah Rasûlü (as) hiç böyle gülmemiştir. Onun gülmesi yüzünün aydınlanması ve dudaklarının aralanması şeklinde ve tebessüm tarzında olmuştur.

Çok şaka yapmak da çok gülmeye sebep olduğu için nehyedilmiştir. Ancak ara sıra yapılan ve mânasında yalan, fuhuş ve haksızlık bulunmayan şaka ve mizah câizdir. Hat­ta müstehabtır. Çünkü Allah Rasûlü (as) bu ölçüler dahilinde şaka etmiş ve mizah yapmıştır. Bir hadiste şöyle buyurmuştur: "Ben şaka ve mizah yaparım. Fakat sadece hak (doğru ve gerçek) olanı söylerim." (Tirmizî)

Allah Rasûlü’nün yaptığı bazı şaka ve mizahlar şöy­ledir:

* Kendisi hanımlarından birisine bir elbise almıştı. Ka­dın onu giydi; elbise vücuduna çok uzun geldi. Bunu gören Allah Rasûlü (as) kadına, "Varsın uzun olsun; sen de onu gelinlik niyetine giy." dedi.

(Allah Rasûlü (as) bu latife ile ka­dının gönlünü almak istemiştir. Çünkü kadınlar gelinlik sözünden hoşlanırlar.)

* Evine tanıdık yaşlı bir kadın gelmişti. Kadın, kendisi­nin cennete gidip gitmeyeceğini sordu. Allah Rasûlü (as) ona, "Yaşlı kadınlar cennete gitmezler." dedi. Kadın, bu sözü duyunca ağladı. Allah Rasûlü (as) tebessüm etti ve şöyle dedi: "Yaşlı kadınlar cennete yaşlı olarak değil, gençleşerek giderler. Çünkü Al­lah Teâlâ şöyle buyurmuştur: "Biz onları yeniden inşâ ede­riz ve bakireleştiririz." (Vakıa, 35, 36)

(Allah Rasûlü (as) bu latife ile ka­dının cennete gitmek için duyduğu iştiyak derecesini öğ­renmek istemiştir.)

* Evine bir kadın gelmiş ve kocasıyla ilgili bir şey sor­muştu. Allah Rasûlü (as), onun kocası­nın kim olduğunu sordu. Kadın kocasını tanıtınca, Allah Rasûlü (as), "Haa, gözlerinde beyazlık olan adam mı?" dedi. Kadın, bu sözden körlük mânasını anlayarak, "Hayır, o kör değildir." dedi. Allah Rasûlü (as) tebessüm etti ve, "Her insanın gözlerin­de beyazlık vardır." dedi.

(Allah Rasûlü (as) bu latife ile, ko­casından şikâyetçi olan kadının onu sevip sevmediğini öğ­renmek istemiştir.)

* Bir bedevî yolda kaldığını söyleyerek köyüne gitmek için kendisinden bir deve istedi. Allah Rasûlü (as), "Sana bir deve yavrusu vereceğiz." dedi. Bedevî, "Ben deve yavrusunu ne yaparım? Bana binebileceğim bir deve lâzımdır." dedi. Allah Rasûlü (as), "Her deve bir devenin yavrusu değil midir?" dedi.

(Allah Rasûlü (as) bu latife ile be­devinin doğru söyleyip söylemediğini anlamak istemiştir.)

Allah Rasûlü’nün şaka ve mizahları hem seyrekti, hem de zayıfların ve ihtiyaç sahiplerinin kalplerini onarmak ve onları hoşnut etmek amacına yönelik masum sözlerdi. Bu sebeple, "Allah Rasûlü da mizah ve şaka yapmıştır." diye­rek sıkça ve her türlü mizah ve şakayı yapmak doğru de­ğildir.

Tıpkı bunun gibi, "Allah Rasûlü da bir bayram günü Habeşlilerin oynadığı kılıç kalkan oyununu (bir kaç daki­kalık) seyretmiştir." diyerek her türlü oyun ve eğlencelere katılmak da yanlıştır. Çünkü bir olayın keyfiyet ve kemiye­ti onun hükmünü etkiler. Bu sebeple, azı mubah olan bazı şeyler çok olunca günah olurlar ve küçük sayılan günahlar ısrarla işlenince büyük günah hâline gelirler, ilaçlardaki ze­hir az olduğu için zarar vermez. Fakat, çok miktarda alınan zehir öldürücüdür.

Çok şaka vakar düşürücüdür. Hz. Ömer (ra) şöyle demiştir: "Çok gülenin heybeti azalır; çok şaka edenle alay edilir; çokça bir işi yapan o işle tanınır."

Muhammed İbni Munkedir şöyle demiştir: "Ben henüz çocukken annem bana, 'Çocuklarla şakalaşma, gözle­rinde küçülürsün.’ derdi."

Yersiz ve münasebetsiz şakalar kırılmaya (kalb kırıl­masına ve darılmaya) sebep olurlar. Ömer İbni Abdulaziz (ra) şöyle demiştir: "Şaka yapmaktan sakının. Çünkü o, kırılmaya sebep olur ve kötü sonuçlar doğurur."

Şöyle denilmiştir: "Şaka yapmak, dostlukları koparır.", "Şaka düşmanlığın tohumudur."

11. Âfet: İstihzâ ve Alay Etmektir

İstihzâ ve alay etmek, gülmek maksadıyla bir kimseyi küçük düşürmek ve onun bir ayıbına dikkat çekmektir. Bu sözle yapılabildiği gibi, fiil, işaret ve taklit etmek şeklinde de yapılabilir. İstihzâ etmek de, buna gülmek de haramdır.

Allah Teâlâ şöyle buyurmuştur: "Ey iman edenler! Bir kısmınız diğer bir kısmınızla alay etmesin. Olabilir ki, alay ettikleriniz sizlerden daha hayırlıdırlar. Bazı kadınlar da bazı kadınlarla alay etmesinler. Olabilir ki, alay ettikleri kendilerinden daha hayırlıdırlar. Bir birinizi ayıplamayın ve bir birinize kötü lakaplar takmayın. Mümin bir kimseye "fâsık" lâkabını takmak ne kötü şeydir! Bu şeylerden tevbe etmeyenlerin kendileri fâsıktırlar." (Hucurât, 11)

Abdullah İbni Abbas (ra), Kur’ân-ı Kerim'deki, "Vay bizim hâlimize! Bu kitap ne küçük, ne büyük hiçbir günahı bırakmamış, hepsini kaydetmiştir." (Kehf, 49) âyetini tefsir ederken şöyle demiştir: "Burada sözü edilen küçük günah bir müslümanla alay edilirken tebessüm et­mek, büyük günah ise buna gülmektir."

Allah Rasûlü’ne nisbet edilen bir sözde şöyle denilmiş­tir: "Din kardeşini tevbe etmiş olduğu bir eski günahtan veya elinde olmayan bir eksikliğinden dolayı ayıplayan bir kimse, ölmeden evvel benzer bir akıbete uğrar."

Birisi Allah Rasûlü’nün yanında bir başkasının taklidi­ni yaptı. Allah Rasûlü (as) bundan ra­hatsız oldu ve şöyle dedi: "Allah'a yemin ederim, bütün dünya bana verilse, bir kimseyi küçültücü mahiyette taklit etmek istemem." (Ebu Dâvûd, Tirmizî) Daha önce geçen bir hadis-i şerifte de Allah Rasûlü (as) şöyle buyurmuştur: "Bazen olur ki, bir kimse gülmek veya güldürmek için bir kelime söyler ve onun yüzünden Süreyya yıldızı kadar bir irtifadan (diğer bir rivayette, yetmiş sene derinlikteki) ce­henneme atılır." Bu hadis-i şerifteki "bir kelime" yalan, gıybet, iftira, haksızlığı savunma, şaka, alay, taklit gibi günah olan bütün sözleri kapsar.

İnsanların yaratılışıyla alay etmek, aslında Allah Teâlâ’nın kudret ve hikmetiyle alay etmektir. Çünkü bu şe­kilde yaratmayı O uygun bulmuş ve insanları bu şekilde kendisi yaratmıştır.

Bu sebeple, bir adam, küçültücü ve alaycı bir bakışla bir zencinin yüzüne bakınca, zenci şöyle demiştir:

"Ne o, boyayı mı, boyacıyı mı beğenmedin?" Boyacı Allah Teâlâ, boya O'nun sanatıdır.

12. Âfet: Sırrı İfşa Etmektir

Gizli tutulması istenen veya açıklanmasından rahatsız­lık duyulan sırları ifşa etmek haramdır.

Özel konuşmalar da sırdır. Allah Rasûlü (as) şöyle buyurmuştur: "İki kişinin veya belirli sayı­daki bir topluluğun kendi aralarındaki konuşmaları, gizli tutulması gereken bir emanettir." (Ebu Dâvûd, Tirmizî), "Gizlice söylenmiş söz emanettir." (İbnu Ebid-Dünya)

Hasan el-Basrî (ra) şöyle demiştir: "Din kar­deşinin sırrını (gizli kalmasını istediği hâl, söz ve işini) ifşa etmek hıyanettir."

Muâviye (ra), Velid İbni Utbe'ye gizlice bir söz söylemişti. Velid, eve gelince babasına, "Emîr’ul-müminîn bana bir söz söyledi. Onun bana söylediği bir sözü sen­den gizleyeceğini sanmadığım için sana açmak istiyorum." dedi. Babası (Utbe), "Hayır yavrum, yanılıyorsun. O söz sana söylenmiş bir emanettir. Sakın bana açma!" dedi. Ve­lid, "Peki ama, baba ile oğul arasında sır olur mu?" diye sordu. Babası, "Kendi sırları olmaz, fakat başkasının sırrı olur." diye karşılık verdi.

Sırları ifşa etmek hıyânet ve denâettir. O bir huy ve terbiye bozukluğudur. Bu sebeple, "Başkasının sırrını sana açan, bu bozukluğundan dolayı senin sırrını da başkasına açar."

13. Âfet: Yalan Vaatte Bulunmaktır

Vaat ve taahhütleri yerine getirmek vaciptir. Allah Teâlâ, "Vaadi yerine getirin; vaatten sorumlusunuz." (İsrâ, 34) buyurmuş ve müminleri, "Söz verdikleri zaman sözlerini yerine getirirler." (Bakara, 177) Şeklinde tarif ve medhetmiştir. Allah Rasûlü (as) da, "Va'detmek vermek­tir." (Taberanî), "Va'detmek borçtur." (İbnu Ebid-Dünya) demiştir.

Gelecekteki durumu önceden kestirmek mümkün ol­madığı için, en iyisi, hiç söz vermemek veya "İnşâallah", "Allah kısmet ederse", "Allah yardımcı olursa" gibi sözler­le ihtiyat kaydı koymaktır. Bunun için, Allah Teâlâ şöyle buyurmuştur:

"Allah’ın dilemesine bağlamadıkça (İnşâallah deme­dikçe) hiçbir şey için, 'Bunu yarın yapacağım.’ deme." (Kehf, 23)

Yerine getirmeyeceğini bile bile söz vermek ise müna­fıklıktır. Allah Rasûlü (as) şöyle buyur­muştur: "Kimde dört sıfat bulunursa o tam bir münafıktır. Bu sıfatlar; yalan söylemek, yerine getirmeyeceği sözü ver­mek, barıştıktan sonra intikam almak, kavga ederken sınır tanımamaktır." (Müttefekun aleyh)

Sözünü yerine getirmemek için mazeretlere sığınmak makbul bir davranış değildir. Fakat aşılamayan bir mâni çı­karsa, sözü yerine getirme sorumluluğu ortadan kalkar. Al­lah Rasûlü (as) şöyle buyurmuştur:

"Vaatte bulunurken kararlı olan, fakat bir engel yü­zünden sözünü yerine getiremeyen kimse sözünden dön­müş sayılmaz." (Ebu Dâvûd)

İlk müslümanlar, niyet etmeyi de söz vermek olarak görürlerdi. Abdullah İbni Ömer (ra) vefat ede­ceği zaman şöyle demiştir: "Falan genç kızıma talip olmuş­tu. Ben kendisine açıkça söylemedim, fakat içimden talebi­ni kabul ettim. Sözünü yerine getirmemiş bir münafık ola­rak Allah Teâlâ’nın huzuruna çıkmamak için, sizi şahit tu­tarım ki, kızımı o gençle evlendirdim."

İmam Buharî (ra), evini satmak istiyordu. Bu­nun haberi duyulunca çok sayıda alıcılar geldiler ve birbi­rinden fazla fiyatlar teklif ettiler. Fakat İmam, başka bir adam çağırdı ve evini daha düşük bir fiyatla ona sattı. Bunu niçin böyle yaptığı sorulunca da şöyle dedi: "Evimi satmaya karar verince, alıcı olarak yalnızca bu adam aklıma geldi ve ben içimden, 'Evi ona satacağım.’ diye düşündüm."

Allah Rasûlü (as) Havazin ganime­tini dağıtırken bir bedevî geldi ve kendisine, "Ya Rasûlullah! Sen bana bir şey vereceğini vadetmiştin." dedi. Allah Rasûlü (as), "İyi öyleyse, iste vereyim." dedi. Bedevî, "Bana seksen tane koyun ve bir köle ver." de­di. Allah Rasûlü (as), "Bunlar senin ol­sun." dedi ve şunu ekledi: "Fakat sen az bir şeye razı ol­dun. Musa (as)'a Yûsuf peygamberin mezarını gösteren kadın senden daha çok istemesini bilmişti. Çünkü Musa (as) ona, "Bu hizmetinin karşılığı­nı iste, vereyim." dediği zaman, kadın, "Ben cennet iste­rim." demiştir.

Bir kadın, "Ya Rasûlullah! Ben sar'a hastasıyım; sık sık düşüp bayılıyorum. Allah'a duâ et, bana şifâ versin." dedi. Allah Rasûlü (as) ona, "İstersen şifâ bul­man için, istersen de cennete gitmen için duâ edeyim." de­di. Kadın biraz düşündü ve şöyle dedi: "Ya Rasûlullah! Cennete gitmem için duâ et. Ancak düşerken üstüm açılı­yor. Üstümün açılmaması için de duâ et." dedi ve Allah Rasûlü (as) onun için bu iki duâyı yaptı. Ondan sonra kadın düşmeye devam etti. Fakat artık düşer­ken üstü açılmıyordu.

14. Âfet: Yalan Söylemek ve Yalan Yere Yemin Etmektir

Yalan söylemek en çirkin günahlardan ve en iğrenç ayıplardandır. Allah Rasûlü (as) bu mevzuda şunları söylemiştir:

"Yalan söylemek, münafıklık huylarından bir huy­dur." (Müttefekun aleyh), "Yalancılıktan uzak durun. Çünkü o diğer günah­lara da vesiledir. Ve bunların hepsinin yeri cehennemdir. Doğruluktan da ayrılmayın. Çünkü doğruluk diğer iyilik­lere de beraberdir. Bunların yeri de cennettir." (Nesaî, İbnu Mâce), "Din kar­deşin senin doğru söylediğini düşündüğü hâlde ona yalan söylemen büyüklüğü tarifi edilemeyen bir hainliktir." (Buharî),

"Yalan söylemek bereketi azaltır." (Eb'uş-Şeyh), "Başkalarını güldür­mek için yalan uyduran kimseye yazıklar ve yazıklar ol­sun!" (Ebu Dâvûd, Tirmizî, Nesaî), "Yalancı kimseler kabirlerinde azap çekerler ve bunların dilleri kerpetenle aralıksız bir şekilde sağ ve sol omuzlarına kadar çekilip uzatılır." (Buharî), "Mümin yalan söyle­mez. Çünkü Allah Teâlâ, 'Yalanı ancak Allah’ın âyetlerine iman etmeyenler uydururlar.’ buyurmuştur." (Nahl, 105, İbnu Ebid-Dünya) "Dört has­let sende varsa dünya ile ilgili hiçbir kaybına üzülme. Bu hasletler; doğru konuşmak, emanete riâyet etmek, yumu­şak huylu olmak ve helâl yemektir." (Hâkim), "Bana altı hususta söz verin; ben de sizin cennetlik olduğunuzu söyleyeyim. Yalan konuşmayın; sözünü bozmayın; hâinlik etmeyin; eli­nizi, belinizi, gözünüzü haramdan koruyun." (Hâkim), "Kul ya­lan söylediği zaman, melekler onun pis kokusundan bir mil uzaklaşırlar." (Müttefekun aleyh), "Allah'ım! Kalbimi nifaktan, uzvumu zinadan, dilimi yalandan ve amelimi riyadan koru." (Hâtib/Tarih)

Muâz (ra) şöyle demiştir: Allah Rasûlü (as) bana şunu söyledi: "Ey Muâz! Sana Allah takvasını, doğru konuşmayı, emaneti korumayı, va'de vefa göstermeyi (sözü yerine getirmeyi), selâm ver­meyi ve kanadını indirmeyi (mütevâzi olmayı) tavsiye edi­yorum." (Geçti)

Abdullah İbni Âmir şöyle demiştir: "Bir kadın çocuğu­nu çağırırken ona, 'Gel sana bir şey vereceğim.’ dedi. Allah Rasûlü (as) kadına, 'Ona ne verecek­sin?’ diye sordu. Kadın, 'Hurma vereceğim.’ dedi. Allah Rasûlü (as), 'Haberin olsun. Ona bir şey vermezsen yalan söylemiş olursun.’ dedi." Çocuklara karşı yalan söylememek, onların eğitiminde de çok önemli bir yere sahiptir.

Hz. Aişe (ra)’a şöyle demiştir: "Allah Rasûlü’nü en çok rahatsız eden günah yalan söylemekti. Bu sebeple, bir kimse bir yalan söylemişse, onun bundan tevbe ettiğini öğrenmedikçe, kendisi o kimseye yüz ver­mezdi." (Ahmed)

Allah Rasûlü (as), bir kere yalan söylemiş olan bir kimsenin davalarda şâhidliğini kabul et­mezdi. (İbnu Ebid-Dünya)

Hz. Ali (ra) şöyle demiştir: "Allah yanında en büyük hata yalan söylemek, en acı pişmanlık da ahiret pişmanlığıdır."

Hasan el-Basrî şöyle demiştir: "Nifak insanın iç ile dı­şının, söz ile fiilinin, giriş ile çıkışının bir olmamasıdır."

En kötü yalan, Allah ve Rasûlü hakkında söylenen ya­landır. Bu, onların söylemedikleri bir sözü ve hükmü onla­ra isnat etmektir. Allah Teâlâ şöyle buyurmuştur: "Allah hakkında yalan söyleyenden daha zâlim kim vardır?" (Zümer, 32)

Allah Rasûlü (as) da şunu söylemiştir: "Kim bilerek benim hakkımda yalan uydurursa ce­hennemdeki yerine hazırlansın." (Müttefekun aleyh)

Yalan söylemek gibi, yalanı nakletmek de haramdır. Allah Rasûlü (as) şöyle buyurmuştur: "Kim bir sözün yalan olduğunu bildiği hâlde, onu nakle­derse kendisi de yalancı olur." (Müslim)

Yalan yere yemin etmek ise iki katlı bir günahtır. Allah Rasûlü bunun "kebâir" günahlardan olduğunu belirtmiş ve şunları söylemiştir: "Allah Teâlâ kıyâmet gününde üç sı­nıf insana merhametle bakmaz. Bunlar; yaptıkları iyiliği başa vuranlar, yalan yeminle alış veriş yapanlar ve elbise­lerini uzatıp yerde sürükleyenlerdir." (Müslim) Diğer bir rivayette bu sınıflara "yalan söyleyen sultanlar" da eklenmiştir. (Müslim), "Mallarım satarken yalan söyleyen ve bunun üstüne yalan yemin edenler, fâsık kimselerdir." (Ahmed, Hâkim), "Kişinin kendisini ba­basından başkasına nisbet etmesi (ben onun oğluyum, de­mesi) ve rüyada görmediği şeyi gördüğünü söylemesi bü­yük iftiralardandır." (Buharî)

Yalan Söyleme Ruhsatı

Bil ki, yalan söylemenin haram olması, sebep olduğu zararlardan dolayıdır. Çünkü yalan söylemek, dinleyenin yanlış bilgi edinmesine sebep olur. Yanlış bilgi ise çoğu za­man hiç bilmemekten daha kötüdür. Yalan söyleyen kimse din kardeşini şaşırtmış ve öğrenmek istediği şeyi bazen ters, bazen de fazla veya eksik algılamasına sebep olmuş olur. Bu ise, onun yakın veya uzak vadede, doğrudan veya dolaylı olarak yanlış işler yapmasına ve çeşitli zararlar gör­mesine yol açar. Fakat bazen olur ki, bir şeyin hiç bilinme­mesi veya yanlış bilinmesi doğru bilinmesinden daha az zararlıdır. Bu gibi durumlarda yalan söylemek, ehven-i şer olduğu için câizdir.

Bazen de doğru söylemek haram fiillerin işlenmesine sebep olurken, yalan söylemek bu haramlardan sakınılmasına, meşru olan hak ve hukukun korunmasına vesile olur. Bu durumlarda ihtiyaç miktarı yalan söylemek ise câiz ol­manın ötesinde vaciptir. Bunun için, örneğin, yalan söyle­mek suretiyle saldırgan düşmanı etkisiz hâle getirmek, dargın duran müminleri barıştırmak ve kırılmış olan kim­senin kalbini onarmak câiz görülmüştür.

Allah Rasûlü (as) şunları söylemiş­tir: "İki mümini barıştırmak için hayır söyleyen veya hayır­lı bir söz uyduran yalancı değildir." (Müttefekun aleyh), "Her türlü yalan sa­hibine günah olarak yazılır. Ancak savaş hâlinde düşmanı etkisiz kılmak, birbirine husumet besleyen iki mümini ba­rıştırmak ve eşleri birbirine ısındırmak için yalan söylemek günah sayılmaz." (Müslim, Taberî)

Bu ve benzeri hususlar, "Zaruretler mahzurlu olan şey­leri mubah kılar." kuralına dâhildirler. Bu sebeple de, ortada zaruret bulunup bulunmadığını doğru tespit etmek ve zaruret miktarı yalan söylemekle yetinmek şarttır.

İbnu Ebi Uzre eşine, "Beni seviyor musun?" diye sor­muş, eşi, "Hayır! Seni sevmiyorum." diye karşılık vermiş. Bu adam kızarak Hz. Ömer'e gitmiş ve eşinden şikâyetçi olmuş. Hz. Ömer (ra) kadını çağırmış ve niçin böyle konuştuğunu sormuş. Kadın: "Ey Emîrel-müminîn! Ben kalbimde olanı söyledim. Yoksa yalan mı söyleseydim?" demiş. Hz. Ömer (ra) ona şunu söyle­miştir: "Evet, madem ki, boşanmak niyetinde değilsin, ya­lan söylemeliydin. Çünkü birbirini gerçekten seven eşler azdır. Çoğunluk, birbirini sevdiklerini söyleyerek durumu idare etmek zorundadırlar."

Sevbân şöyle demiştir: "Bütün yalanlar haramdır. An­cak bir müslümana meşru bir fayda sağlayan veya ondan hak etmediği bir zararı defeden yalan günah değildir."

Bu fayda ve zarar mülahazaları, yalan söyleyenin ken­disi için de geçerlidir. Bu sebeple, bir kimse başkasının ol­duğu gibi, kendisinin de malını, canını, ırz ve haysiyetini haksız taarruz, tasallut ve zararlardan korumak için mec­bur kalırsa yalan söyleyebilir. Kimseyi ilgilendirmeyen ki­şisel günahlarını inkâr etmek de câiz ve hatta vaciptir.

Allah Rasûlü (as) şöyle buyurmuş­tur: "Bu kazuratlardan (günahlardan) sakının; onlardan bir şey irtikâp eden olursa, o da kendisini Allah Teâlâ’nın setriyle setretsin." (Hâkim)

Tahsilinde zaruret bulunmayan çıkarlar ve daha iyi imkânlar elde etmek veya müstahak olduğu ceza ve zarar­lardan kurtulmak için yalan söylemek ise câiz değildir.

Yalan söylemenin câiz olduğu yerlerde tariz de câizdir. Hatta tariz mümkünse, yalan söylemek câiz olmaktan çı­kar. Çünkü "tarizler, yalan söylemeye ihtiyaç bırakmazlar." Tariz, iki manalı söz demektir. Konuşan, bu mânalardan daha kapalı olanı kasdederken, genellikle dinleyen daha açık olan diğer mânayı anlar. Birkaç tariz örneği şöyledir:

* Vali Zeyyâd, Mutrif i sarayına çağırır. Bu zat, zâlim olan valinin davetine icabet etmekten hoşlanmaz ve bu yüzden de geç gider. Zeyyâd, kızarak niçin hemen gelme­diğini sorar. Mutrif haksız bir cezaya çarpılmamak için şöyle der: "Emir'in davetini aldığımdan bu yana Allah Teâlâ’nın beni kaldırdığı zamanlar dışında hep yataktay­dım." Zeyyâd, bu tarizden onun hasta olduğunu anlar ve yatışır.

* Muâz İbni Cebel (ra), Hz. Ömer tarafın­dan zekât ve haraçları toplamakla görevlendirilir. Bu göre­vi ifâ ettikten sonra evine döner. Görevi Allah için yapmış ve eve eli boş dönmüştür. Eşi sızlanarak, "Sen bu kadar pa­ra topladın, eve niye boş geldin?" der. Muâz, eşinin kalbini onarmak için şöyle der: "Üstümde murakıp vardı. Topladı­ğım paralara dokunamadım." Eşi, "murakıp" sözünden kontrol memuru mânasını anlar ve şöyle der: "Yazık Ömer'e! Allah Rasûlü ve Ebu Bekir sana güvenirlerken, Ömer senin üstüne kontrol memuru koymuş." Bu söz, Hz. Ömer'e ulaşır ve kendisi Muâz'ı çağırıp bunun ne demek olduğunu sorar. Muâz şöyle der: "Ey Emîr'el-mümînin! Kadının dilini kesmek için bu sözü söyledim. Murakıptan maksadım da Allah Teâlâ'ydı." Hz. Ömer (ra), tebessüm eder ve eşini sevindirmesi için ona bir miktar pa­ra verir.

* İbrahim en-Neha'î (ra), ziyaretçi kabul ede­cek durumda olmadığı zaman, kapıya gelen olursa, hiz­metçisine, "Ona söyle, beni mescitte arasın." derdi. Ziya­retçi, bu sözden onun mescitte olduğunu anlar ve kırılma­dan geri dönerdi.

Adette câri olan abartmalar da yalan sayılmazlar. Özellikle sayılarda bu böyledir. Bu sebeple, bir kimse, biri­sini bir çok yerde arayıp bulamadığı zaman, "Onu her yer­de aradım.", "Aramadığım yer kalmadı." demesi; birisine bir şeyi bir çok kere söyledikten sonra, "Ona bin kere söy­ledim." demesi yalan sayılmaz. Fakat eğer onu sadece bir iki yerde aramış ya da ona bir iki kere söylemişse bu şekil­de konuşmak yalan olur.

15. Âfet: Gıybettir

Gıybet, zevk almak için bir kimsenin bilinmesinden ve bildirilmesinden rahatsızlık duyduğu bir ayıbını, bir sırrı­nı, bir hâlini söylemektir. Bu şeyler ister onun dini ve ahlâkıyla, ister onun dünyası, vücudu, nesebi, işi, evi, atı ve elbisesiyle ilgili olsunlar, onların keyf ve sohbet konusu edilmeleri gıybettir. Gıybet edilenin ölmüş olması, gıybet günahını azaltmaz, aksine arttırır. Allah Rasûlü (as) gıybeti tarif ederken, "Gıybet, din kardeşini hoşlanmadığı bir şeyle zikretmektir." demiş. Ashâb, "Bu şey onda varsa?" demişler. Allah Rasûlü (as), "Bu şey onda varsa, bu gıybettir. Onda yoksa, iftira­dır." demiştir. (Müslim)

Allah Teâlâ, Kur'ân-ı Kerim'de gıybeti nehyetmiş ve onu ölü eti yemeye benzeterek kötülemiştir. İlgili âyet şöy­ledir: "Ve biriniz birinizi gıybet etmeyin. Biriniz ölmüş din kardeşinin etini yemekten hoşlanır mı? Elbette ki bundan tiksinirsiniz. Öyleyse, Allah’ın emir ve yasaklarını çiğne­meyin." (Hucurât, 12) Bir âyet de şöyledir: "Humeze ve lumeze'nin vay hallerine!" (Humeze, 1) Mücâhid, bu kelimeleri tefsir ederken, "Humeze, insanlarla alay edendir, lumeze ise onları gıybet edendir." demiştir.

Allah Rasûlü (as) da şunları söyle­miştir: "Bir müslümanın her şeyi; kanı, malı, ırzı ve haysi­yeti diğer müslümanlar için haramdır." (Müslim), "Birbirinizi kıs­kanmayın; birbirinize buğz etmeyin; birbirinizin menfaati­ne, alış verişine zarar vermeyin; birbirinize sırt çevirmeyin; birbirinizi gıybet etmeyin. Ey Allah’ın kulları! Birbirinize kardeş olun." (Müttefekun aleyh), "Gıybetten sakının. Çünkü gıybetin mağ­duru hakkını helâl etmedikçe Allah Teâlâ gıybetçiyi affet­mez." (İbnu Ebid-Dünya), "Gıybet edenler, kabir ve kıyâmette yüzlerini tır­naklarıyla kaşıyıp kanatırlar." (Ebu Dâvûd), "Yapabileceğin her hangi bir iyiliği önemsiz bulup yapmamazlık etme; din kardeşini güler yüzle karşıla ve onu hiçbir şekilde gıybet etme." (Ahmed), "Ey dilleriyle müslüman olduklarını söyleyen, fakat kalp­lerine iman girmeyenler! Müslümanları gıybet etmeyin ve onların gizli hâllerini araştırıp teşhir etmeyin. Bilin ki, kim din kardeşinin gizli bir hâlini (ayıp ve kusurunu) araştırıp teşhir ederse, Allah Teâlâ'da onun gizli hâllerini teşhir eder ve onu evinin içinde de gizlense rezil eder." (İbnu Ebid-Dünya), "Gün boyu gıybet edip müslümanların etini yiyenler, oruçlu da olsalar oruç tutmuş sayılmazlar. Çünkü bunlar, helâl şeylerden (yiyeceklerden) oruç tutarken haram şeyle (müslümanın etiyle) iftar ederler." (İbnu Ebid-Dünya)

Denildiğine göre, Allah Teâlâ Musa (as)’a şunu vahyetmiştir: "Gıybetçi gıybetten tevbe ederse cennete en son gider; tevbe etmeden ölürse cehenneme en evvel girer."

Câbir (ra) şunu anlatmıştır: "Bir yolculuk­ta Allah Rasûlü ile beraberdik. Kendisi yol kenarında iki mezar görünce durdu ve şöyle dedi: "Bu iki mezarın sahip­leri azap çekiyorlar. Onlardan birisi gıybet ederdi, diğeri de kendini idrardan korumazdı." Ondan sonra, mezarlardan her birinin üzerine bir yeşil dal dikti ve, "Bu dallar yaş kal­dıkça onların azapları hafifletilecektir." dedi." (Müttefekun aleyh)

"Allah Rasûlü’nün ashâbı birbirini güler yüzle karşılar ve birbirinin arkasından hiç gıybet etmezlerdi. Bu şekilde davranmayı en faziletli amellerden sayarlardı. Münafıklar ise, herkesi arkasından çekiştirirlerdi." Bir zat bu rivayete dayanarak şöyle demiştir: "Ashâb sevabı fazla oruç ve na­mazda değil, insanların hak ve hukukuna karşı saygılı dav­ranmakta ararlardı."

Ebu Hureyre (ra) şöyle demiştir: "Kıyâmet gününde, müslüman kardeşini gıybet etmiş olan kimsenin önüne bir leş bırakılır ve kendisine, 'Dünyada kardeşini gıybet ettin, şimdi de onun etini ye!’ denir."

Atâ, gıybet eden kimsenin namaz ve orucunu kaza et­mesi gerektiğini söylerdi.

Hasan şunları söylemiştir: "Allah'a yemin ederim, gıy­betin dine zararı kanserin vücuda zararından fazladır."

"Gıybet, iftira ve ifk Allah'ın âyetleri ve açık sözleriyle nehyedilmişlerdir. Gıybet, olan bir ayıbı söylemektir. İftira, bunu uydurmaktır. İfk, başkasının uydurduğu iftirayı nak­letmektir."

"Ey Âdemoğlu! Sen kendi ayıplarını bırakıp başkası­nın ayıplarıyla meşgul olduğun sürece imanın hakikatini kazanamazsın. Kendi ayıplarını görebilirsen, kendi ken­dinle meşguliyetten başkasıyla meşgul olmaya vakit bula­mazsın. Allah Teâlâ'da senin kendi ayıplarının ıslahıyla meşgul olmanı ister."

Abdullah İbni Abbas (ra) şöyle demiştir: "Din kardeşinin ayıplarını söylemek istediğin zaman ken­di ayıplarını hatırla."

Ebu Hureyre (ra) şöyle demiştir: "Kendi gözündeki merteği görmeyip başkasının gözündeki çöpü gören şaşkınlardan olmayın!"

Zeynulâbidin Ali (ra), gıybet eden bir adamı şöyle uyarmıştır: "Gıybeti bırak. Çünkü o, köpek tabiatında olan kimselerin katığıdır."

Hz. Ömer (ra) şöyle demiştir: "Allah Teâlâ'yı zikredin (O'nun büyüklüğünü ve iyiliklerini anın ve anlatın). Çünkü O'nu zikretmek şifadır. İnsanları zikret­meyin (onların hâllerini anıp anlatmayın). Çünkü bunları zikretmek hastalıktır. (İnsanların huy ve hâlleri sevinç ver­mekten çok, hüzün ve keder vericidirler.)"

Hz. Aişe (ra) şöyle demiştir: "Bir kimse­den bahsedince çok dikkatli olun. Ben bir sefer, "Falan ka­dının eteği uzundur." dedim. Allah Rasûlü (as), "Onu gıybet ettin." dedi ve beni bir daha böyle bir söz söylemekten nehyetti. (İbnu Ebid-Dünya)

Muhammed İbni Şirin (ra), bir adamı tarif ederken, "Yüzünün rengi siyah olan adam." dedi ve he­men durup, "Galiba, onu gıybet ettim." dedi ve üzülüp is­tiğfar etti.

İsâ (as), havârileriyle yoldan geçer­ken ölmüş bir köpek leşiyle karşılaşmışlar. Havariler, "Bu köpek ne pis kokuyor!" demişler. Hz. İsâ (as), "Fakat onun dişleri ne güzel beyazdır." demiştir.

Bu o demektir ki, Allah Teâlâ’nın yarattıklarının iyi ta­raflarını görmek ve şer'î bir zorunluluk bulunmadıkça yal­nızca bunları düşünmek ve bunları konuşmak lâzımdır.

Bir kimse bahçeye girdiği zaman, oradaki çiçeklere ve yeşilliklere bakar ve sonra bunları anlatır. Oradaki gübre, çamur ve çerçöpü ne görür, ne de bunları anlatır. Her yara­tık da bir bahçedir. Özellikle mümin insanlar böyledirler.

Gıybetin Çeşitleri

Gıybet Sadece Dille Yapılmaz

Bir kimsenin gıyabında ayıp ve kusurunu (veya ifşa­sından hoşlanmadığı her hangi bir hâlini) bildirmek olan gıybet, dille yapıldığı gibi, el kol veya vücut hareketi, kaş göz işareti, yazı ve saire yollarla da yapılabilir. Taklit etmek ise hem gıybet, hem de alay etmektir.

Gıybet Her Zaman Açıkça Kötülemek Şeklinde Değildir

Ayıp ve kusur belirttiği takdirde, övmek şeklindeki sözler de gıybettir. Bu türlü sözlere, "Altında yermek bu­lunan övmek" denir. Ayıp ve kusur belirtici olması hâlinde, sözde üzüntü ifade etmek veya bir kimsenin düştüğü du­rumdan kurtulması için duâ etmek şeklindeki sözler de gıybettirler. Bir kimsenin ayıp ve kusurdan kurtulması için samimî olarak duâ etmek isteyen, bunu teşhir ederek baş­kası yanında değil, halvette yapmalıdır. Allah Rasûlü (as) şöyle buyurmuştur: "En makbul du­âlardan birisi, bir müslümanın bir müslümana gıyabında (halvette) yaptığı duâdır."

Bazen de sözde din hamiyyeti adına insanlar kötülenip gıybet yapılır. Halbuki, Allah Rasûlü’nden daha fazla din hamiyyeti taşıyan kimse olmadığı halde, kendisi şahısları isimleriyle söyleyip teşhir etmezdi. Bunun yerine, "Bazı in­sanlar neden şöyle yapıyorlar?" diyerek eleştirirdi. Onun için, din hamiyetiyle eleştiri yapılacaksa, bu genel bir şekilde yapılmalı veya ilgili kişiye gizlice nasihat edilmelidir.

Şeytan, mümkün olan bütün yollarla insana gıybet yaptırmaya çalışır. Fakat aldanmış gıybetçi, çoğu kere şey­tanın oyununa geldiğini fark etmez ve söylediği sözlerle gıybet yaptığını anlamaz.

Kalb İle Gıybet Etmek

Kalb ile gıybet etmek, bir müslüman hakkında kötü zan beslemektir. Çünkü kötü zan beslemek, o kimseyi ken­di nefsine gıybet etmektir. Allah Teâlâ bunu nehyetmiş ve, "Zandan çok sakının. Çünkü bazı zanlar günahtırlar." (Hucurât, 12) buyurmuştur.

Allah Rasûlü (as) da şunları söyle­miştir: "Allah Teâlâ müslümanın kanını, malını ve hakkın­da kötü zan edilmesini haram kılmıştır.", "Zandan sakının. Çünkü zan sözlerin en yalan olanıdır." (Beyhakî)

Zan, delile dayanmadan bir şeye inanmaktır. Delile da­yanmadıkları için de çoğu zanlar yanlıştır. Bir fâsık’ın bir şey söylemesi veya şâhidlik etmesi delil sayılmaz. Bu se­beple, Allah Teâlâ şöyle buyurmuştur: "Ey iman edenler! Bir fâsık size bir haber getirirse, onun doğruluğunu araştır­madan hemen inanmayın." (Hucurât, 6) Zanların çoğu ise, fâsıkların en fâsıkı olan şeytan tarafından kalbe getirilen vesveseler­den ibarettirler. Zan bir şeytan işi olduğu için de, kötü zan­ların çoğu iyi olan müslümanlara karşı oluşturulur. Onun için, şeytan, zahirî hâli iyi olan bir müslüman hakkında kötü bir vesvese getirdiği zaman, o müslümana duâ etmek ve onu övmek lâzımdır. Bu yapıldığı takdirde şeytan kızar ve vesvesesini keser.

Kötü zannın bir kötü yanı da, tecessüse yol açmasıdır. Çünkü kötü zan eden bir kimse, bu zannın hakikatini anla­mak ister ve böylece işi ve hakkı olmadığı halde bir müslümanı tarassut altına alır ve onun gizli hâllerini kurcalama­ya başlar. Ve bundan istediği sonucu elde edince, bu sefer de iyi bir iş başarmış gibi onu gıybet etmeye başlar. Bu üç günah birbirini çektikleri için, Allah Teâlâ üçünü de bir tek ayette (Hucurât, 12) birlikte nehyetmiştir.

Ancak, kötü zannın konusu insanın kendisine ait bir hak ve hukuk ise ve ortada bazı emareler de mevcut ise, bu durumda kimseyi peşinen suçlu görmeden ve onun aley­hinde menfi bir tutum almadan ve onun mahremiyetini de bozmadan konuyu mevziî olarak (kendi şartları içinde) in­celemek câizdir.

Gıybeti Dinlemek de Gıybettir

Gıybeti dinlemek de gıybet yapmak gibi haramdır. Al­lah Rasûlü (as), "Gıybeti dinleyen kim­se, iki gıybetçiden biridir." buyurmuştur. (Taberanî)

Gıybeti dinlemenin en kötü şekli ise, "Ya, öyle mi?", "Bunu bilmiyordum.", "Hayret doğrusu!" gibi sözlerle gıybetçinin iştihasını açmak ve onu daha çok konuşturmaktır. Çünkü bu, sadece gıybet dinlemek değil, aynı zamanda gıybet ettirmektir.

Gıybet Etmeye İten Sebepler

İnsanları gıybet etmeye iten sebepler çoktur. Biz bura­da bunların en yaygın olanlarını zikredeceğiz.

1- Kin ve kızgınlık. Bir kimseye karşı kin ve kızgınlık taşıyan insan, onu gıybet etmek ve küçültmek suretiyle ra­hatlamak ister. Bu ve benzeri zararlarından dolayı dinimiz kin tutmamayı ve kızgınlık anında da kendine hâkim ol­mayı emretmiştir.

2- Kıskançlık. Bir kimse bir kimseyi kıskanırsa, gıybet yoluyla onu kötülemek ve itibardan düşürmek ister. Dini­miz kıskançlığı da haram etmiştir.

3- Sohbet malzemesi yapmak. Sohbet konusu yapabi­lecek kadar ilim ve bilgi birikimi olmayan kimseler, gıybe­ti ucuz ve kelepir bir malzeme olarak kullanırlar.

Câhiller arasında gıybetin daha yaygın olması bu sebe­be dayanır. Fakat mümin kimse câhil de olsa, konuşabile­cek geniş bir dinî malzemeye sahiptir. Çünkü o, Rabbinin büyüklüğünü zikredip O'nu medh ve sena edebilir, Allah Rasûlü’ne karşı minnet ve muhabbetini belirtip ona salat ve selâm okuyabilir. Cennetin güzelliklerinden ve cehenne­min azaplarından bahsedebilir, amelinin eksikliğinden ya­kınıp tevbe ve istiğfar edebilir.

4- Sohbeti çeşitlendirmek ve tatlandırmak. Hasta mi­zaç sahipleri bal ve börek de yeseler, bunun yanında kok­muş ve kurtlanmış şeyleri de meze yapmak isterler. Gıybetçiler de aynı mizaca sahip oldukları için, ağızlarını ma­sum insanların kan ve iliğine batırmadıkça sohbetin zevki­ne varmazlar.

5- Gıybet yapan arkadaş veya arkadaşlarına ayak uy­durmak. Güçlü bir irade ve kişiliğe sahip olmayan kimse, sohbete yön vermekten âciz olduğu için onun havasına uyar. Bu sebeple, başkası gıybet yapıyorsa, hem onu dik­katle dinler, hem de ondan geri kalmamak ve soğuk karşı­lanmamak için kendisi de bir şeyler katar. Halbuki müslümanın görevi, böyle bir durumda gıybet yapanı uyarıp sus­turmak, susmazsa kalkıp gitmektir. Bu ikisinden de daha iyisi, gıybeti yapılanı savunmaktır. Allah Rasûlü (as) şunları söylemiştir: "Kim bir din kardeşinin haysiyetini korursa, Allah Teâlâ'da kıyâmet gününde onun haysiyetini korur (Diğer bir rivayette de, onu cehennem­den azat etmek Allah Teâlâ üzerinde bir hak olur.)" (Taberanî), "Bir kimsenin yanında bir müslüman haksız olarak küçük dü­şürülür ve kendisi ona yardım edebildiği hâlde bunu yap­mazsa, Allah Teâlâ'da kıyâmet gününde onu küçük düşü­rür ve yardımsız bırakır." (Taberanî)

6- Kendisini gıybet etmiş olan bir kimseden gıybet et­mek suretiyle intikam almak. Halbuki mümin bir kimsenin böyle bir durumda tavrı, gıybet konusu doğru ise hak ve­rip hatasını düzeltmek, doğru değilse bunun doğru olma­dığını söylemek ve kendini savunmaktır. Allah Teâlâ, "Kö­tülüğü iyilikle defet. Biz kimin ne yaptığını (ve ne söyledi­ğini) biliyoruz." (Mu’minûn, 96) buyurmuştur.

Gıybet edilmiş olmak, his ve nefse dokunsa bile, haki­katte sevinilmesi gereken kârlı bir iştir. Çünkü gıybet edil­mek sebebiyle bedavadan sevap kazanılır. Onun için, Ha­san el-Basrî (ra), bir kimsenin kendisini gıybet et­tiğini duyduğu zaman ona bir hediye gönderir ve, "Bana sevaplarını verdiğin için bu hediyeyi yolladım." derdi. Bi­risi ona, "Beni gıybet etmişsin." demiş. Hasan (ra) şu karşılığı vermiştir: "Sana sevaplarımı verecek kadar yanımda kıymetli değilsin. Ben bir kimseyi gıybet etsey­dim, annemi gıybet ederdim. Çünkü sevaplarıma en lâyık olan insan odur."

7- Rakibini yıpratmak. Müslümanlar arasında ise yıpra­tıcı rekabet yoktur. Bunun yerine, hayır ve fazilette yarışmak vardır. Allah Teâlâ, "Hayır işlerinde yarışın." ve " Aranızda­ki münasebetlerde fazileti unutmayın." (Bakara, 237) buyurmuştur.

8- Kötülük yapmak ve günah işlemekte yalnız olmadı­ğını göstermek. Kötülük yapan insanlar, kendilerine emsal icat etmekle teselli bulurlar. Çünkü kötülükte yalnız ol­mak, en bozuk vicdanları bile rahatsız eder. Lâkin, bu tesel­li aldatıcıdır. Çünkü kötülük yapanların çok olması, ne kö­tülüğü kötülük olmaktan çıkarır, ne de onun günah ve aza­bını azaltır. Allah Teâlâ kıyâmet gününde kötü insanlara şöyle hitap eder: "Siz kendinize ve başkalarına zulmettiği­niz için, bugün azapta ortak olmanız size bir fayda sağla­mayacaktır." (Zuhruf, 39)

9- Başkasını kusurlu göstermek suretiyle kendini bü­yütmek. Halbuki, kimse başkasının kusurlu olmasıyla bü­yümez. Bir yerde binlerce kör bulunsa, şaşı olan yine şaşı­dır. Kaldı ki, müslüman insan, hakikî değer ve cevheriyle de kendini büyütmekten ve büyük gösterip övmekten sakı­nır. Allah Teâlâ, "Siz kendinizi büyük göstermeye, övmeye, tezkiye etmeye kalkmayın. Çünkü hanginizin daha büyük olduğunu Allah daha iyi ve daha doğru bilir." (Necm, 32)

10- Hayretini gizleyememek. Bazı yanlış işler çok çarpı­cı ve hayret uyandırıcı olabilirler. Ancak bunları şahıs belirt­meden de anlatmak ve hayretini teskin etmek mümkündür.

Gıybetten Kurtulmanın Çaresi

Bil ki, bütün kötü ahlâk çeşitleri ilim ve amel macunuyla tedavi edilebilir. İlim, söz konusu olan kötülüğün mahiyetini bilmek, amel ise onu bırakıp zıddını yapmaktır. Bu yöntemi gıybete uyguladığımız zaman, önce gıybetin nasıl iğrenç ve ne kadar zararlı bir günah olduğunu anla­mak lâzımdır. Allah Teâlâ, gıybet etmeyi ölü eti yemeye benzetmiştir. Bu benzetme, gıybet etmenin ne iğrenç bir şey olduğunu bütün dehşetiyle gösterir.

Allah Rasûlü’ne nisbet edilen bir sözde de şöyle denil­miştir: "Gıybet, insanın sevaplarını ateşin kuru otu yakma­sından daha sür'atli yakar." Bu sözde gıybetin kuru ottaki ateşe benzetilmesi de onun büyük zararını gösterir. Kıyâmet gününde gıybetin bedeli, gıybetçinin sevaplarıyla öde­nir. Böylece, çok gıybet etmiş olan bir kimse, bütün sevap­larını hak sahiplerine verdikten sonra cehenneme gider; az gıybet etmiş olan bir kimse de cennetin yüksek derecelerini kazanmaktan mahrum kalır. Hak sahiplerinin gıybetçiyi dava etmeleri, onunla Allah Teâlâ’nın huzurunda mahke­meleşmeleri, ondan bunun hesaplarının sorulması ve ken­disinin cevapsız ve çaresiz kalması gibi kıyâmet hâlleri de önemli azaplardır. Allah Teâlâ'nın gıybetçi insanı sevme­mesi ve ona merhametle muamele etmemesi ise bütün bu geçenlerden daha büyük bir kayıptır.

Amele gelince, kişi önce kendi nefsinde ayıp ve kusur aramalıdır. Allah Rasûlü (as) şöyle buyurmuştur: "Kendi kusurları, kendisini başkasının ku­surlarını görmekten meşgul eden kimseye ne mutlu!" Ken­di kusurları varken bunları bırakıp, başkasının kusurlarını diline dolamak hem adaletsizlik, hem mantıksızlık, hem de utanmazlıktır. Ve şayet kendi kusuru yoksa, o zaman da bundan dolayı Rabbine şükretmek ve başkasını gıybet et­mek suretiyle kendine kusur icat etmekten sakınmak lâ­zımdır. Kaldı ki, insanın kendisini kusursuz zannetmesi büyük bir kusurdur. Çünkü bu kendini bilmemektir.

Allah Rasûlü (as) şöyle buyurmuş­tur: "Bütün insanlar hata sahibidirler. Bunların en iyileri hatalarını bilip bundan tevbe ve istiğfar edenlerdir."

Bu konuda kıyas-ı nefs yapmak da gıybet hevesini kı­rar. Çünkü başkası onu gıybet ederse kendisi üzülür. Bu o demektir ki, o gıybet ederse başkası da üzülür. Hem insan, kendi dost ve tanıdıklarından kendisini çekiştirmemelerini bekler. Öyleyse, onlar da kendisinden aynı beklenti içinde­dirler.

Gıybet konusu edilen husus eğer yaradılışla ilgili bir kusur ise, bu gıybetin vebali daha da büyüktür. Çünkü bu kusurda kulun hiçbir kabahati yoktur; o tamamen masumdur. Buradaki gıybet veya alaya almak Allah Teâlâ’nın kud­ret, hikmet ve sanatına yöneliktir ve O'nun kudretini acz, hikmetini cehl, sanatını beceriksizlikle itham etmektir. Bu ise küfürdür. Bir adam bir adama, "Ey çirkin yüzlü!" diye bağırmış. Beriki, "Yüzümü ben yaratmadım ki, beni bu­nunla suçluyorsun." demiştir.

Bu genel mülâhazalardan sonra gıybetin özel sebeple­ri üzerinde durmak ve bunların meşru sebepler olmadığı­nı, şeytandan gelen birer dürtü olduklarını ve onları gıy­betle beslemek yerine, kökten yok etmeye çalışmak gerek­tiğini düşünmek lâzımdır. Buna göre, gıybetin sebebi kız­gınlık ise, bir müslümana karşı kızgınlık duyan bir kimse, Allah Teâlâ’nın bunu nehyettiğini, onun buna rağmen kız­gınlığı sürdürmesi durumunda Allah Teâlâ’nın da kendisi­ne kızacağını düşünüp bundan vazgeçmelidir.

Allah Rasûlü (as) şöyle buyurmuş­tur: "Rabbinden korkan ve O'nun emirlerine saygılı olan bir kimsenin dili (gıybet gibi fenalıklardan) tutulur ve kız­gınlığı geçer." (Deylemî)

Hz. Ömer (ra) şöyle demiştir: "Allah'tan korkan bir kimse, kızgınlığını tatmin etmeye çalışmaz."

Eski semavî kitaplardan birinde şöyle denilmiştir: "Ey Âdemoğlu! Kızdığın zaman beni (Allah Teâlâ'yı) hatırla ki, ben de kızdığım zaman seni hatırlayayım."

Kur'ân-ı Kerim'de, cennet ehli şöyle tarif edilmişlerdir: "Yer ve gökler kadar geniş olan cennet muttakiler için hazırlanmıştır. Bu muttakiler bollukta da darlık­ta da hayır için masraf yaparlar, kızgınlıklarını yutarlar, insanları affederler. Allah, iyi olan ve iyilik yapan (bu) kim­seleri sever." (Al-i İmrân, 133, 134)

Hadis-i şerifte de şöyle buyurulmuştur: "Güçlü olduk­ları hâlde, kızgınlıklarını Allah için yutanları, Allah, kıyâmet gününde bütün mahşer halkının önünde şereflendi­rir." (Tirmizî)

Gıybetin sebebi kıskançlık ise, kıskançlığın haram ol­duğu ve Allah Teâlâ tarafından nehyedildiği düşünülmeli­dir. Allah Teâlâ şöyle buyurmuştur: "Allah’ın bazınıza faz­ladan verdiği bir şeyi kıskanmayın. Gönlünüzde olanı Allah'tan isteyin." (Nisa, 32) "Onlar, Allah’ın bazı kullarına verdiği şeyi mi kıskanıyorlar?" (Nisa, 54) Bunu hangi hakla yapıyorlar?

Kıskançlık, kimseye bir şey kazandırmaz; aksine, sahi­bine dünyada sıkıntı sebebi, ahirette de azap vesilesi olur. Kıskanç, kıskandığı insanı düşürmek ister, fakat Allah Teâlâ onu yükseltir. Bu hakikat, Yûsuf (as) ve onu kıs­kanan üvey kardeşleri hâdisesiyle tescil edilmiş ve Allah Teâlâ, kıskançlara şu sözü söyletmiştir: "Allah'a yemin ol­sun, O seni bize tercih etti. Biz hata ettik." (Yûsuf, 91) Bu dünyada olan şeydir. Allah Teâlâ, kıskancın sevaplarını kıskandığı kimseye vermek suretiyle ahirette de onu üstün kılar.

Gıybetin sebebi, sohbetin genel havasına uymak ve ar­kadaşlara ayak uydurmak ise, cehenneme atılanların söyle­diği şu söz düşünülmelidir: "Biz de günaha dalanlara ayak uydurup onlar gibi dalardık." (Muddessir, 45)

Sebep, sohbettekilerin hatırını kırmamak ise, Allah Teâlâ’nın hatırının bütün hatırlardan daha yüce olduğu ve her şeyin O'nun hatırına fedâ edilmesi lâzım geldiği düşü­nülmelidir. Kaldı ki, gıybet edenler zulmederler. Zâlimle­rin hatırını saymak ve onlara meyletmek ise onların azabı­na ortak edilmeye sebeptir.

Allah Teâlâ şöyle buyurmuştur. "Zulmedenlere meylet­meyin, sonra ateş sizi de tutar." (Hûd, 113) Müslümanın görevi zul­me, sefahate ve günahkârlığa katılmak değil, hâzır ve şâhid olduğu bu münker'leri önlemeye çalışmaktır.

Allah Rasûlü (as) şöyle buyurmuş­tur: "Sizden kim bir münker (günah veya çirkin) şey görür­se onu eliyle değiştirsin, buna gücü yetmezse diliyle değiş­tirsin, buna da gücü yetmezse kalbiyle nefret ve rahatsızlık duysun. Bu kadarlık tepkiyi de duymayan kimsede iman yoktur."

Gıybetin sebebi din gayreti ise, din gıybeti de haram etmiştir. Bu sebeple, dinin haram ettiği bir şeyle din gayre­ti gösterilemez. Haram ve günahları irtikâp ederek din gayreti göstermek, hakikatte din gayreti maskesi altında şahsî hesaplar yürütmek ve dini bunlara âlet etmektir. Di­ni nefse ve dünyaya ait şeylere âlet etmek ise, en büyük gü­nahlardandır.

Gıybetin diğer sebepleri de böylesine tutarsız ve geçersizdirler. Genel olarak, haram bir fiile yol açan sebeplerin hepsi şeytanın dürtmeleri ve tuzaklarıdır.

Gıybetin Kefareti

Gıybet etmiş olan bir kimse, bunun günahından kur­tulmak isterse, önce samimî bir pişmanlıkla tevbe etmesi ve Allah Teâlâ’nın kendisini affetmesi için duâ etmesi, ondan sonra da hak sahibinden helallik dilemesi ve onu bir şekilde razı etmesi lâzımdır.

Âlimlerin çoğu bu görüştedirler. Örneğin, Atâ şöyle de­miştir: "Gıybetin kefareti, gıybet ettiğin adama gidip 'Ben yalan söyledim; sana haksızlık ettim; hakkını helâl et, beni affet.’ demendir." Bu görüşün sahipleri şu hadis-i şerife da­yanmışlardır: "Kim din kardeşinin mal veya şerefine zarar vermişse, kıyâmet gününden önce ondan helallik dilesin. Çünkü o gün bunun bedeli gıybet edenin sevaplarıdır." (Müttefekun aleyh)

Hasan el-Basrî ise, gıybetin günahından kurtulmak için Allah Teâlâ'ya tevbe ve istiğfar etmek ve gıybeti yapılmış olan kişiye duâ etmek yeterlidir, demiştir. Aynı görüşte olan Mücâhid de şöyle demiştir: "Din kardeşinin etini yemenin (gıybet etmenin) kefareti onu övmek ve onun için hayır du­âsı yapmaktır. Muhtemeldir ki, bunlar da bunu söylerken şu hadis-i şerife dayanmışlardır: "Gıybet etmenin kefareti, gıy­beti yapılmış olan kişiye duâ ve istiğfar etmektir." (İbnu Ebid-Dünya)

 (Sıhhat dereceleri farklı olan bu iki hadisi ve onlara dayandırılan iki farklı görüşü üç şekilde birleştirmek mümkündür. Birincisi şudur: Eğer gıybeti yapılmış olan kimse bunu duymuşsa, o zaman kendisinden helallik iste­mek lâzımdır. Fakat bunu duymamışsa, ona duâ etmek ye­terlidir. İkincisi şudur: O kimse hayatta olup kendisine ulaşmak kolay ise, helallik dilemek gerekir. Ölmüş veya ona ulaşmak zorlaşmışsa ona duâ edilir. Üçüncüsü de şu­dur: Gıybet konusu yeni bir kırgınlık ve kızgınlığa sebep olmayacaksa, sahibine söylemek gerekir. Buna sebep ola­caksa, ehven-i şer kuralına göre, ona duâ etmekle yetinmek lâzımdır.)

Eğer desen ki, hakkını helâl etmek vacip midir?

Ben (İmam Gazali) derim ki, hayır! Bu vacip değildir, fakat müstehabtır. Onun için, "Özür dileyeni affetmeyen leîm'dir (kötü adamdır.)" denilmiştir. Affetmek büyüklük olduğu için, Allah Teâlâ'da affedicidir. Ancak seleften bazı zatlar, af dilemeyeni affetmezlerdi.

Örneğin Said İbni Müseyyeb (ra), "Bana zul­medeni affetmem." demiştir.

Muhammed İbni Şirin de, "Zulmü ben haram etmemi­şim ki helâl edeyim." demiştir.

Bu zatlara göre, Kur’ân'da emredilen ve övülen af, piş­manlık duyup af dileyenler içindir. Ancak affetmemek de, kin gütmek, intikam peşinde olmak ve kavga etmek demek değildir. O, hakkının tahsilini Allah Teâlâ'nın adâletine ha­vale edip davayı kapatmaktır.

Allah Rasûlü (as), affediciliği teşvik için şöyle demiştir: "Siz Ebu Damdam gibi olamaz mısınız? Bu adam, her sabah evden çıkarken, 'Allah'ım! Ben hakkı­mı herkese sadaka ettim.’ derdi." (Bezzâr, İbni Sünnî)

Allah Teâlâ'da şöyle buyurmuştur: "Affı tut." (A'râf, 199) Allah Rasûlü (as), bu âyette emredilen affın ne olduğunu Cebrail (as)’a sormuş, o da şöyle demiş­tir: "Af, zulmedeni bağışlamak, uzak duran akrabaya yak­laşmak ve kendisinden malını esirgeyene mal vermektir." (Geçti)

Hasan şöyle demiştir: "Kıyâmet gününde insanlar, Al­lah Teâlâ'nın kendilerinden hesap sormasını beklerken, bir melek şöyle seslenir: 'Allah üzerinde hakları bulunanlar ayağa kalksınlar.’ Bu sesi duyunca, insanları affetmiş olan­lar ayağa kalkarlar." Bunların Allah Teâlâ üzerinde hakları­nın bulunması, kendilerine yapılmış olan zulüm ve haksız­lıkları O'nun hatırı için bağışlamış ve affetmiş olmaların­dan dolayıdır.

Her hâl-u kârda affetmek affetmemekten üstündür.

Gıybet Etme Ruhsatı

Her kuralın istisnası olduğu gibi, gıybetin haram ol­masının da bazı istisnaları vardır. Gıybet, bazılarında sade­ce ruhsat, bazılarında da farz ve görev olmak üzere şu du­rumlarda câizdir:

1- Zulüm görmek. Bir kimse bir kimseden zulüm gö­rürse, kendisini veya hakkını ona karşı meşru olan başka bir vasıtayla koruyamadığı takdirde, onu mazlumiyet ve mağduriyeti kadar gıybet edebilir.

Allah Rasûlü (as), "Hak sahibinin söz hakkı vardır." (Müttefekun aleyh) "Hak yiyeni cezalandırmak ve gıybet etmek câizdir." (Ebu Dâvûd, Nesaî) buyurmuştur."

2- Bir münker'i değiştirmek ve haddini aşanı çizgiye getirmek için başkalarından yardım istemek. Bir kimse, tek başına bir münker'i bertaraf etmek gücüne sahip değilse, kuvvet ve destek sağlamak maksadıyla onu başkalarına anlatabilir.

3- Çare aramak. Bir başkasının sebep olduğu bir sıkın­tıyı yaşayan bir kimse, bundan kurtulmanın yolunu öğren­mek için, onu başkalarına açabilir.

4- Müslümanları şer ve belâdan, küfür, bid'at ve da­lâletten korumak maksadıyla onlar için yakın tehlike ve tehdit oluşturan kimselerin iç yüzlerini açıklamak. Kendi­lerini şer ve fesada adayan kimseler, genellikle asıl kimlik­lerini gizler ve masum bir çehre ile ortaya çıkarlar. Bu yüz­den de saf müslümanlar onlara aldanıp tuzaklarına düşer­ler. Müslümanları bilgilendirmek için bu kimselerin niyet ve tıynetlerini açıklamak, buna gücü yetenler için farz olan bir görevdir. Bunun gibi, bir kimse hakkında danışmak maksadıyla bilgisine başvurulan kişi (müsteşar), bir davada şâhidlik eden kişi, şahidin doğru söyleyip söylemediği hususunda sözü dinlenen kişi (müzekki), bildiklerini doğ­ru olarak söylemek zorundadırlar. Alış veriş gibi bir mu­amelede bir tarafın hile etmekte olduğunu gören bir kimse de mağdur olacak olan tarafı uyarmakla mükelleftir. Allah Rasûlü (as) şöyle buyurmuştur:

"Fâcir kimseyi teşhir edin ki, müslümanlar onun şer­rinden kendilerini korusunlar." (Taberanî, İbnu Hibbân) Ancak, hadisinin kendi­sinden de anlaşıldığı gibi, fâcir'i teşhir etmenin câiz olması için, bunun halkın meşru olan yarar ve çıkarını gözetmek için olması lâzımdır. Maksat bu olduğu takdirde, zâlim, bid'atçı ve açıkça günah işleyen ve kötülük yapan kimsele­ri gıybet etmek câizdir. Bunu keyif için veya rakibini yıp­ratmak için yapmak ise câiz değildir.

5- Günah ve kötülüklerinin konuşulmasından ve bi­linmesinden rahatsız olmayan kimseleri gıybet etmek de câizdir.

Allah Rasûlü (as) şöyle buyurmuş­tur: "Hayâ perdesini üzerinden atmış olan kimseyi gıya­bında eleştirmek gıybet değildir." Ancak bu kimseleri gıybet etmek meşru bir maslahat temin etmiyorsa, ondan sa­kınmak evlâdır. Çünkü bu, her şeyden evvel abesle iştigal­dir. İkinci olarak, bu türlü gıybetler kötüler ve kötülükler için reklâm hizmeti görür. Bu yolla bu insanlar tanınıp meşhur olurlar, yaptıkları kötülükler veya işledikleri gü­nahlar da zayıf iradeli kimseleri bozar.

Bir adam, İbni Şirin yanında dönemin meşhur zâlimi Haccâc'ı gıybet edip kötülemeye başladı. İbni Şirin (ra) bundan rahatsızlık duydu ve adama şunu söyledi: "Allah Teâlâ mazlumların olduğu gibi zâlimlerin de Rabbidir. Bu sebeple O, mazlumların hakkını da, zâlimlerin hak­kını da alır. Onun için sen Haccâc'ı gıybet edeceğine, kendi kusurlarını ıslah etsen senin için daha iyi olur. Çünkü kıyâmet gününde seni üzecek olan, Haccâc'ın büyük günahları değil, senin küçük zannettiğin kendi günahlarındır."

16. Âfet: Nemime'dir (Dedikodu)

Nemime, bir kimsenin başka bir kimse hakkında söy­lediği kötü bir sözü veya aldığı nahoş bir tavrı, aralarını bozmak veya kendisi için bundan keyif ve zevk malzeme­si çıkarmak için bu kimseye veya ona ulaştırabilecek üçün­cü bir kimseye anlatmaktır. Buna kovuculuk ve dedikodu da denir.

Bu hâl, dil âfetlerinden ve haram olan konuşmalardan­dır. Fakat maksat, tatsızlık çıkarmak veya eğlenmek olma­yıp bir müslüman hakkında yakın tehdit ve tehlike oluştu­ran bir durumu zamanında kendisine iletmek ve ona ted­bir alma fırsatı kazandırmak olduğu takdirde, kötü olan haberi ve tavrı ulaştırmak nemime değildir. Bu, bir müslümanın bir müslümana karşı ifâ etmekle mükellef olduğu vazifelerden biridir. Ancak birbirine çok benzeyen bu iki fi­ili birbirinden iyice ayırmak ve birini diğerinin yerine koy­mamak için çok dikkatli olmak lâzımdır. Çünkü şeytanın insanları ve özellikle dinini seven müslümanları en çok al­datmaya muvaffak olduğu durumlar, kötü şeylerle iyi şey­lerin (günah ve sevapların) zahiren birbirine benzediği du­rumlardır. Bu durumlarda o, ya kötü şeyleri iyi şeyler gibi göstererek yaptırır veya iyi şeyleri kötü şeyler gibi göstere­rek yapılmasını önler. Günahkârların ve hatta kâfir ve in­kârcıların çoğu şeytanın bu telbis'inin (karıştırmasının) kurbanlarıdırlar. Allah Teâlâ bunları kasdederek şöyle buyurmuştur: "Şeytan çirkin amellerini kendilerine süslü göstererek onları din yolundan ve hidayet çizgisinden uzaklaştırmıştır." (Neml, 24), "Onlara, 'Kötü işler yapmayın.’ denil­diği zaman, onlar, 'Biz iyi işler yapıyoruz.’ derler." (Bakara, 11), "De ki: Size en çok zarar edenleri bildirelim mi? Bunlar, iyi iş yaptıkları zannıyla kötü iş yapanlardır." (Kehf, 103)

Allah Teâlâ nemime yapmaktan zevk alanı kötülemiş, onun mayasının temiz olmadığını bildirmiş ve kendisine inanıp uyulmamasını emretmiştir. İlgili âyetler şöyledir:

"Gıybetçi ve nemimecilerin vay hâline... Bunlar Huta­me'ye atılacaklardır. Hutame'nin ne olduğunu bilir misin? O, Allah tarafından yakılmış bir ateştir; kalpleri yakar." (Humeze, 1, 4, 5, 6), "Çok yemin eden, düşük karakter gösterene, gıybet eden, söz taşıyan, hayrı önleyen, aşırı giden, çok günah işleyen, kaba ve sert davranan nesebi gayr-i sahih kimselere itâat etme." (Kalem, 10-13)

Taşınan kötü söz ve haberler cehennem odunlarıdır. Bunu bildiren âyette, "O (nemimeci) odun taşıyıcısıdır." (Mesed, 4) buyurulmuştur.

Nemime yeryüzünde fitne ve fesat için çalışmaktır. Bir âyette şöyle buyurulmuştur: "Allah'a verdikleri (veya Al­lah adına verdikleri) sözü bozan, O'nun bağlanmasını iste­diği ilişkileri koparan ve yerde fitne ve fesat için çalışan kimselere lanet ve kötü yurt (cehennem) vardır." (Ra'd, 25)

Allah Rasûlü (as) da bu konuda şunları söylemiştir: "Kovucu cennete girmez." (Müttefekun aleyh), "İnsanla­rın arasını açan cennete girmez." (Müttefekun aleyh), "Allah Teâlâ’nın en çok buğzettiği kimseler kötü söz taşıyanlar, dostları ayıranlar, suçsuzlar için suç ve günah uyduranlardır." (Ahmed), "Allah Teâlâ cenneti yarattığı gün ona, "Konuş!" dedi. Cennet, "Bende yaşayana ne mutlu!" dedi. Allah Teâlâ'da, "İzzet ve büyük­lüğüme yemin ederim ki, sekiz sınıf insanı sende yaşatma­yacağım. Bunlar içkiciler, zinacılar, kovcular, kavaflar, ho­moseksüeller, akrabalık bağını koparanlar, benim adımla söz verip yerine getirmeyenler ve halka zulmeden devlet görevlileridir." buyurdu." (Ahmed, Nesaî, Deylemî)

Bir adam bir hakîm'e (filozofa) şunu sormuş: "Gökten daha ağır, yerden daha geniş, taştan daha sert, ateşten da­ha yakıcı, zemherirden daha soğuk, denizden daha zengin, yetimden daha zelîl olanlar nelerdir." Hakîm şu cevabı ver­miştir: "Suçsuza iftira etmek gökten daha ağır, hak yerden daha geniş, kanaat denizden daha zengin, hırs ve hased ateşten daha sıcak, ihtiyaç anında dost ve akrabanın sırt çe­virmesi zemherirden daha soğuk, kâfirin kalbi taştan daha sert, kovucu yetimden daha zelildir."

Bir dönem Beni İsrail'de kuraklık hüküm sürüyordu. Hz. Musa (as) onlarla birlikte birkaç kere yağmur duasına çıktı, fakat yağmur yağmadı. Ondan sonra Allah Teâlâ, Hz. Musa'ya şunu vahyetti: "Yağmur duasına çıkar­ken içinizde bir kovucu vardı. Onun yüzünden dualarınız kabul edilmedi."

Nemimeciye Karşı Tavır Almak

Kovucu insanları, özellikle de dost, tanıdık ve akraba­yı birbirine düşürmek istediği için, onun oyununa gelme­mek ve ona karşı tavır almak lâzımdır. Bu tavır şu hususla­rı içerir:

1- Kovucuyu tasdik etmemek (doğru söylediğine inan­mamak). Çünkü kovucu fâsıktır. Fasıkın sözü ise merduddur. Allah Teâlâ, "Bir fâsık size bir haber getirirse, delilsiz inanmayın." (Hucurât, 6) buyurmuştur.

2-  Yaptığı işin doğru olmadığını ona söylemek ve bu kötü huydan vazgeçmesi için kendisine nasihat etmek. Al­lah Teâlâ, "İyi şeyleri emret, kötü şeyleri nehyet." (Lokman, 17) buyur­muştur. Kovuculuk da kötü bir şeydir.

3- Bu huydan vazgeçmediği takdirde ona buğzetmek ve kendisinden uzaklaşmak. Çünkü günahta ısrar edene Allah Teâlâ buğzeder. O'nun buğzettiğine buğzetmek de imanın şartlarındandır.

4- Kovucunun sözüyle din kardeşi hakkında kötü zan beslememek. Çünkü delile dayanmayan kötü zan haram­dır. Kovucunun sözü de delil değildir.

5- Koyucunun sözü ciddî ve hayatî bir meseleye müte­allik değilse, onun peşine düşüp tahkik ve araştırmaya kal­kışmamak. Çünkü bunun tahkikine kalkışmak, bir din kar­deşinin gizli hâl ve durumlarını incelemeyi ve haram olan tecessüsü yapmayı gerektirir. Allah Teâlâ, "Tecessüs etme­yin." (Hucurât, 12) buyurmuştur.

6- Bunu başkasına anlatıp, "Falanca benim hakkımda şunu demiş veya şöyle yapmış." dememek. Çünkü, bu bir delisiz suçlamadır. Delilsiz suçlama ise câiz değildir. Bu ay­nı zamanda kovuculuğun bir türüdür. Çünkü, bir kötü sö­zü üçüncü bir şahsa iletmek de kovuculuktur.

Bir adam Hz. Ali'ye onun aleyhinde söylenmiş kötü bir söz getirdi. Hz. Ali (ra) adama şunları söy­ledi: "Ey adam! Bu haberi olduğu gibi kabul etmem. İster­sen onu inceleyeyim. Doğru çıkarsa, sana bir kovucu ola­rak buğzederim. Yalan çıkarsa, sana bir yalancı olarak ceza uygularım. İstersen de, dediğini geri al." Adam, dediğini geri aldı ve özür diledi.

Bir adam Ömer İbni Abdulaziz'e böyle bir söz getirdi. Ömer (ra) adama şunları söyledi: "Bu getirdiğin söz doğru ise sen kovucusun. Yalan ise sen yalancısın. İki du­rumda da sen fâsıksın. Fasıkın sözüne ise inanılmaz."

Bir hakîm'i ziyaret eden bir dostu ona başka bir dostu­nun söylediği kötü bir haberi iletti. Hakîm, buna şöyle de­di: "Sen beni ziyaret etmekle üç kötülük yaptın. Çünkü be­ni dostuma kızdırdın, duru olan kalb ve kafamı karıştırdın ve sana olan güvenimi bozdun."

Bir adam, Amr İbni Ubeyd'e, "Esvârî, sohbetlerinde se­ni eleştiriyor." dedi. Amr, adama şu karşılığı verdi: "Ey adam! Sen Esvârînin hakkını da, benim hakkımı da koru­madın. Çünkü Esvârînin hakkı onun sohbetini ifşa etme­mek, benim hakkım da beni üzmemekti. Fakat madem ki, onun dediğini bana söyledin, git benden de ona şunu söy­le: "İkimiz de öleceğiz, ikimiz de kabre gireceğiz, ikimiz de haşredileceğiz ve hâkimlerin en âdili olan Allah Teâlâ’nın önünde hesaplaşacağız."

Hasan (ra) şöyle demiştir: "Başkasının senin hakkındaki kötü sözlerini getiren, senin de başkaları hak­kındaki sözlerini götürür."

Zuhrî (ra) şöyle demiştir: "Kovucu doğru söylese bile, güvenilmeyen bir yalancıdır."

Muhammed İbni Kâ'b el-Kurazî şöyle demiştir: "Çok konuşmak, sırları ifşa etmek ve herkesin söylediğine inan­mak insanı alçaltan hasletlerdir."

Nemimenin çok kötü bir türü de, memuru âmirin ya­nında kötülemek ve onun âmiri hakkında söylediği sözü âmire iletmektir. Bundan doğacak zararın manevî sorum­lusu nemimecidir.

Kötü söz taşıyan kimse, umumiyetle kendi söylemek istediğini başkasının ağzıyla söyleyen gizli bir düşmandır.

Kötü söz taşımak ve birbirine yakın olan insanları bir­birinden koparmak, düşman etmek ve bu yolla ocakları söndürmek konusunda ibretli bir olay şudur:

Bir adam bir köleyi satın almak isterken satıcıya, "Bu­nun bir ayıbı yok mudur?" diye sormuş. Satıcı, "Ayıbı yok­tur, ancak söz taşımayı sever." demiş. Adam, bunun önem­li olmadığını düşünerek köleyi satın almış. Köle eve iyice yerleştikten sonra, bir gün hanıma, "Kocan seni sevmiyor ve seni aldatıyor. Seni sevmesini istiyorsan, kendisi uyur­ken çenesinin altından birkaç tane kıl kes ve onları bana ge­tir, üstüne okuyayım." demiş. Ondan sonra adama gidip, "Hanım seni sevmiyor ve seni birisiyle aldatıyor. Yakında da seni boğazlayıp öldürecektir. Bunu önlemek istiyorsan, uyur gibi yap ve gör." demiş. Adam uyur gibi yapmış, ka­dın onun uyuduğunu zannederek bir ustura alıp gelmiş ve onun başının ucunda oturmuş. Adam, usturayı ve kadının oturuşunu görünce ayağa fırlamış ve usturayı kadının elin­den alıp onunla kendisini kesmiş. Ondan sonra da kadının akrabaları gelip adamı öldürmüşler.

(Bu olay, bütünüyle söz taşımaktan ibaret değildir. On­da, ayrıca bozgunculuk, yalancılık, iftira ve şeytanlık da var­dır. Fakat bütün bunların temelinde söz taşımaktan zevk al­ma huyu vardır. Ve bu huyu taşıyan bir kimse, gerçekten söylenmiş bir söz bulamadığı zaman kendisi uydurur.)

17. Âfet: İki Dilli (İki Yüzlü) Olmaktır

İki dilli veya daha yaygın bir ifade ile iki yüzlü olmak; dargın, düşman veya rakîp durumunda olan insanlardan her birine gidip kendisinin haklı, karşı tarafın ise haksız ol­duğunu söylemek ve her birini memnun edecek tarzda ko­nuşup dargınlık, düşmanlık ve kötü rekabetin sürmesine ve hatta şiddetlenip kızışmasına sebep olmaktır. Bu hâl, İs­lâm dininin bir çok prensipleriyle ters düşen gayr-i ahlâkî bir tutumdur. Çünkü bu dinimizde; olduğu gibi görün­mek, doğru olanı söylemek, haksızı tasdik etmemek, dar­gın ve düşmanları barıştırmaya çalışmak, kin, husumet ve kötü rekabetin karşısında vaziyet almak temel esaslardır. İki dilli, diğer ismiyle iki yüzlü olmak ise bütün bu esasla­rı çiğnemektir. Bu yüzden de onun cezası ağırdır. Allah Rasûlü (as) şöyle buyurmuştur:

"Dünyada iki dilli olanın ahirette ateşten iki dili ola­caktır." (Buharî), "Kıyâmet gününde en kötü durumda kalacak olan insanlardan birisi de buna bir dil, şuna başka bir dil kullanan kimsedir." (Müttefekun aleyh)

İki dilli olanlar münafıklardır. Kur'ân-ı Kerim, Pey­gamberimiz zamanındaki münafıkları şöyle anlatmıştır: "Bunlar iman edenlerle karşılaştıkları zaman, onlara, "Biz de iman etmişiz." derler. Kendi şeytanlarıyla (başlarındaki büyük münafıklarla) yalnız kaldıkları zaman da bunlara, "Biz sizinle beraberiz. Biz diğerleriyle sadece alay ediyo­ruz." derler. Hakikatte ise Allah kendileriyle alay ediyor. O bunlara ağır azaplar hazırlamışken bir müddet tuğyanda kalmalarına müsâade ediyor." (Bakara, 14)

Allah Rasûlü’ne nisbet edilen bir sözde şöyle denilmiş­tir: "Allah Teâlâ’nın en çok buğz ettiği insanlar; yalancılar, kibirliler, din kardeşine kin tutanlar, Allah yoluna çağrıl­dıkları zaman ağır davranan, şeytan yoluna çağrıldıkları zaman ise çabuk hareket edenlerdir."

Bir kimsenin yanında onu överken arkasında onu kö­tülemek de iki dillilik ve iki yüzlülüktür. Bazı kimseler, Abdullah İbni Ömer'e, "Biz emîr'lerin (vali vs.) yanında bir türlü, arkalarında bir türlü konuşuyoruz. Bu doğru mu­dur?" diye sordular. Abdullah (ra) şu cevabı verdi: "Biz bu hâli Allah Rasûlü zamanında münafıklık sa­yardık." (Taberanî)

Emîr'lerin zorba ve ceberut olmaları, onların yanında yalan söylemeyi mubah kılmaz. Çünkü onlarla yüz yüze gelmemek ve onlardan kaçmak mümkündür. Selef-i sâlihin emîr ve sultanlardan kaçmalarının en önemli sebebi, bun­lara yaklaşınca onların hoşuna gidecek şekilde konuşmak zorunda kalmak korkusu olmuştur.

İki yüzlü bir münafık durumuna düşmemek için, ya herkesin yanında hak ve doğru olanı konuşmak, ya da bu şekilde konuşmayı göze alamadığı kimselerle yakın müna­sebete girmemektir.

18. Âfet: Haksız Övmektir

Haksız olarak bir kimseyi kötülemek gibi, haksız ola­rak onu övmek de haramdır. Çünkü haksız olması duru­munda bu ikisi de yalandır. Haksız ve yalan olan övmek, bir kimsedeki kötülüğü iyilik şeklinde göstermek veya on­da bulunmayan bir meziyetin varlığını ileri sürmektir. Öv­mek ve medh etmek, bir kimse lehinde şâhidlik etmek ve hüküm vermek anlamındadır. Şâhidlik ve hükmetmenin de doğrulara dayanması zorunludur.

Hâlid İbni Ma'dân (ra) şöyle demiştir: "Bir kimseyi sahip olmadığı bir meziyetle öven bir kimse, kö­pek ahlâkında olduğu için, kıyâmet gününde dili köpek dili gibi sarkmış bir hâlde haşredilir." Onun bu övmesi hem yalancılık, hem münafıklık, hem de riyakârlıktır. Fakat bir kimse hakikaten bir takım meziyetlere sahip ise, o za­man da onu övmek lâzımdır. Çünkü meziyetleri yaşatan güç, onların takdir edilip övülmesidir. Onun için, takdir edilmeyen ve kıymeti bilinmeyen meziyetler ve meziyet sahipleri ortalıktan çekilmeye ve azalıp bitmeye mahkûm­durlar. Bir kimsenin övülmeyi hak eden bir meziyete sahip olup olmadığı bilinmezse, o zaman da doğru olan, bu mev­zuda kesin bir dil kullanmamaktır. Bu takdirde, "Zannede­rim, umarım." gibi uygun tabirler kullanmak gerekir.

Allah Rasûlü (as) şöyle buyurmuş­tur: "Bir kimse din kardeşini övmek isterse, 'Ben öyle sanı­rım. Fakat hakikat-i hâli sadece Allah bilir.’ desin."

İhtiyatlı davranılması gereken övmek, "Falan sâlihtir, muttakidir, âdildir" gibi hüküm ifade eden övme türü­dür. Bunun dışında, bir kimse bir kimsenin namaz kıldığını görmüş, oruç tuttuğunu bilmiş, hacca gittiğini duymuşsa, bu olayları kıvırmadan söyleyebilir.

Buraya kadar ki sözlerden de anlaşılabildiği gibi, öv­mek mücerret olarak ne kötü, ne de iyidir. Onun kötülüğü veya iyiliği duruma bağlıdır. Bu sebeple, övmek gerçeği yansıtmaz, duyup dinleyenlerin aldanmasına yol açar veya övüleni şımartır, kibir ve tembelliğe iterse kötüdür. Fakat gerçeğe uygun olur, faziletin neşir ve intişarına vesile olur, örnek teşkil eder ve övülene moral kazandırırsa iyidir.

En güzel övgü ise, bunu hak etmiş olan insanın arka­sında ve gıyabında yapılan övgüdür. Çünkü, onun yüzüne karşı yapılan övgü riya, gösteriş ve yağ çekme gibi mâna­lara çekilebilir; bu yüzden de pek inandırıcı olmaz. Halbu­ki, gıyabında yapılan övgü hem inandırıcı olur, hem de bir­kaç kanaldan kendisine ulaşır ve sevinci o nisbette fazla olur.

Allah Rasûlü (as), çok az kimseyi kötülemiş, fakat ashâbından bir çok kimseyi övmüştür. Ör­neğin, Hz. Ebu Bekir'in imanının herkesin imanından fazla olduğunu ve kendisinden sonra peygamber olsaydı, bu­nun Hz. Ömer olacağını söylemiştir. (Tirmizî)

Övmenin iyi veya kötü olduğunu tayin eden temel un­sur, onun gerçeği yansıtıp yansıtmaması olduğuna göre, bir kimseyi överken bu konuda sağlam bilgiye sahip olmak lâzımdır. Bu sebeple, Hz. Ömer (ra), bir adamın bir adamı övdüğünü görünce ona şu soruları sormuş­tur: "Sen o adamla yolculuk yaptın mı? Sen onunla alış ve­riş ve muamele yaptın mı? Sen onunla komşuluk ettin mi?" Adam bu sorulara "Hayır!" cevabını verince de, "Öyleyse sen onu tanımıyorsun. Nasıl onu övüyorsun!" diye çıkışmıştır.

Kâfir, fâsık ve zâlim kimselerin ya hiç meziyetleri yok­tur, ya da rezillikleri meziyetlerinden çok daha fazladır. Bundan dolayı, Allah Teâlâ bu insanları kötülemiştir. O bunları kötülerken, şu veya bu sebeple bunları övmek O'nun hükmü ile ters düşmektir. Bu da O'nun kızmasına sebeptir. Onun için Allah Rasûlü (as) şöyle buyurmuştur: "Fâsık bir insan övüldüğü zaman Al­lah Teâlâ kızar." (Beyhakî, İbnu Ebid-Dünya)

Hasan el-Basrî (ra) şöyle demiştir: "Zâlimin yaşaması için duâ etmek, yeryüzünde zulmün devam et­mesini istemektir. Kâfir, zâlim ve fâsık kimseler sevinmeyi hak etmedikleri için, övmek suretiyle onları sevindirmek de doğru değildir.

Kibir ve gurur taşımamak şartıyla insanın kendi mezi­yetlerini söylemesi de câizdir. Çünkü bu da, hem gerçekle­rin anlaşılmasına vesile olur, hem de meziyetlerin örnek alınması ve rağbet kazanması hususunda katkıda bulunur. Bu hususta da en güzel örnek Allah Rasûlü’dür. Çünkü O, kendisiyle ilgili olarak bilinmesi ve iman edilmesi gereken meziyetleri açıklamıştır. Misâl vermek gerekirse, bir hadis­te, "Ben Âdem zürriyetinin efendisi ve en büyüğüyüm. Fa­kat bunu söylememde fahr ve kibir yoktur." (Tirmizî, İbnu Mâce) demiştir.

Yusuf (as) da, Mısır halkını yedi yıl süren şiddetli kuraklık ve kıtlıktan kurtarmak için bu ülkenin sultanın­dan devlet görevi istemiş ve şöyle demiştir: "Beni tarım iş­lerinin başına getir. Ben, tarımı iyi bilen ve mahsulü iyi ko­ruyan bir kimseyim." (Yûsuf, 55)

İnsanın gerçek olan kişisel meziyetlerini söylemesinin, yani kendi kendisini övmesinin iyi veya kötü olmasını ta­yin eden faktör niyettir. Bu sebeple, bu nefis hesabına yapı­lırsa kötü, meşru maksatlar için yapılırsa iyidir.

Birkaç müslüman, bildikleri gerçeklere dayanarak bir kimseyi överlerse, Allah Teâlâ o kimseyi affeder. Yine ger­çeklere dayanarak onu kötülerlerse, o takdirde de onu ce­zalandırır.

Bu sebeple, bir gün bazı sahâbiler kaldırılan bir cena­zeyi övünce, Allah Rasûlü (as), "Ma­dem ki, onu övdünüz, ona cennet vacip oldu." buyurmuş. Başka bir gün başka bir cenazeyi kötülediklerinde de, Al­lah Rasûlü (as), "Madem ki, kötülediniz, buna da cehennem vacip oldu." demiştir. (Müttefekun aleyh)

Ölürken, kendisinden sonra yaşayan birkaç samimî müslüman tarafından övülen ve gerçek olan iyilikleri anla­tılan bir mümin olmak ne büyük bir bahtiyarlıktır! Allah'ım! Bu bahtiyarlığı bize de nasip et. Âmin!

(Ey İmam! Sen bu bahtiyarlığı inşâallah yakalamışsın. Çünkü, ilmin, zühd ve takvan samimî müslümanlar tara­fından övülmüş ve bıraktığın kıymetli eserler senin iyilik­lerin olarak anlatılagelmiştir. Fakat bakalım, bizim hâlimiz ne olacaktır.)

Övülene Düşen

Bir kimse övülürse bundan dolayı kibirlenip büyüklenmemesi lâzımdır. Çünkü övgü her zaman gerçeği yan­sıtmaz. Bundan dolayı nice övülenler vardır ki, Allah Teâlâ yanında en kötü insanlardır. Çünkü övenler, insanların dışına bakarak onları överler. Allah Teâlâ ise onların içleri­ne ve kalplerine bakar ve onları bunlara göre değerlendirir. Onun için Allah Rasûlü (as) şöyle buyurmuştur:

"(Övgülerle) şişirilmiş nice kimseler vardır ki, hesap yerinde bir sinek kadar bile ağır değildirler." Kaldı ki, övenler de her zaman övgülerinde samimî değildirler. Sa­mimî olmayan övmeler ise hiçbir değer taşımazlar. Bir de, yalnızca bir müddet bazı meziyetlere sahip olmak yetmez. Bu durumun hayatın sonuna kadar devam etmesi lâzımdır. Çünkü geçerli olan son ve akıbettir. Bu ise meçhuldür. Çünkü bir zaman iyi bilinen nice insanlar, giderek kötüleş­miş ve esfel-i sâfilîn'e düşmüşlerdir. Allah Rasûlü (as) bir hadiste şöyle buyurmuştur:

"Bazen olur ki, bir kimse uzun bir zaman iyi ameller iş­ler ve bu yüzden cennetle kendi arasında ancak bir metre kadar kısa bir mesafe kalır. Fakat tam bu sırada sapar ve kötü işler yaparak cehenneme gider."

Bu durumları bilen basiret erbabı, kendilerine yönelik övgülerden nefisleri için hiçbir pay çıkarmamışlardır. Bu vesile ile bazen nefislerini daha da kötülemişler, bazen de ona yeni görevler yüklemişlerdir. Örneğin, Mutrif şöyle de­miştir: "Kendimle ilgili bir medih ve övgü duyduğum za­man kendi gözümde daha da küçülürüm."

İmam Ebu Hanîfe, (ra), yoldan geçerken bir adamın bir adama, "Bu zat, geceleri hiç uyumaz." dediğini duymuş. Bunun üzerine kendi kendine, "Madem ki, insan­lar beni böyle biliyorlar, öyleyse gerçekten öyle olmalıyım." demiş ve o tarihten itibaren geceleri hiç uyumamıştır.

Olgun zatlar, bir övgü duydukları zaman, "Ben kendi nefsimi beni övenlerden daha iyi tanıyorum. Ben nefsimi övülmeye lâyık görmüyorum. Bu övgü ancak bir duâ ola­bilir." derler. Bunlardan birisi de övülünce, şöyle demiştir: "Allah'ım! Bunlar beni tanımıyorlar; söylediklerinden do­layı beni muâheze etme."

Hz. Ömer (ra) kendisini övene, "Sakın, be­ni de, kendini de helâk etme!" demiştir. Hz. Ali (ra), "Allah'ım! Ben bunların övmelerinden rahatsızım. Beni bu övmelerden sorumlu tutma." diye duâ etmiştir. Ar­kasından onu kötüleyen bir adam, yanında onu övünce de adama şöyle demiştir: "Ben ne senin kötülediğin kadar kö­tü, ne de övdüğün kadar iyiyim."

19. Âfet: Hatalı Konuşmaktır

Hatalı konuşmak, kişide kötü kasıt bulunmadığı hâlde yanlış konuşmasıdır. Bu tarz konuşma da gerçeklerin tah­rif edilmesine ve yanlış anlaşılmasına sebep olduğu için bir kusurdur ve duruma göre sahibini günah ve vebal altına sokar. Hatalı konuşmak dini ve özellikle de Allah Teâlâ'nın zat ve sıfatlarını ilgilendiren konularda ise onun sakıncası daha da büyüktür. Bunun bazı örnekleri şöyledir:

* Allah Rasûlü (as) şöyle buyur­muştur: "Biriniz, 'Allah isterse ve sen istersen.’ demesin. Bunun yerine, 'Allah isterse, sonra sen istersen.’ deşin." (Ebu Dâvûd, Nesaî/el-Kübra)

Bunun sebebi, birinci cümlede kendisiyle konuşulan kişinin isteğinin Allah Teâlâ'nın isteğiyle eşit tutulmasıdır. Bu ise bir sıfat şirkidir.

Bir adam Allah Rasûlü’ne, "Allah isterse ve sen ister­sen." dedi. Allah Rasûlü (as), "Beni Al­lah Teâlâ'ya ortak mı ediyorsun? Yalnızca, 'Allah isterse.’ de!" buyurdu. (İbnu Mâce, Nesaî/el-Kübra)

* Bir adam, Allah Rasûlü’nün huzurunda bir konuşma yaptı ve şöyle dedi: "Allah'a ve O'nun Rasûlü’ne itâat eden doğru yolu bulur. Onlara itaatsızlık eden ise sapıtır." Allah Rasûlü (as), adama; "onlara" deme! 'Al­lah ve Rasûlü’ne' de!" buyurdu. (Müslim)

Bunun sebebi, "onlar" lafzıyla Allah Rasûlü’ne itaatin Allah Teâlâ'ya itâat seviyesine çıkarılmasıdır. Halbuki, Al­lah Teâlâ'ya itâat asıldır, Allah Rasûlü’ne itâat ise bu asla tâ­bidir ve ona göre ikinci derecede bir önem taşır. Diğer bir ifade ile, itâat yalnızca Allah Teâlâ'yadır. Allah Rasûlü ise O'na itaatin yolunu gösterendir.

* "Allah'a ve sana sığınırım." sözü yanlıştır. Doğrusu, "Allah'a, sonra sana sığınırım." demektir. Bundan da daha doğrusu, "Yalnız Allah'a sığınırım." sözüdür.

* "Allah'tan ve senden olmazsa." sözü yanlıştır. Doğ­rusu, "Allah'tan olmazsa, sonra senden olmazsa." sözüdür.

* "Gökte Allah, yerde sen." sözü yanlıştır. Çünkü gök­te de, yerde de ilâh olan ve hükmü geçen Allah Teâlâ’dır." Bir âyet meali şöyledir: "Allah odur ki, hem gökte ilâhtır, hem de yerde ilâhtır. O hakîm (hikmet sahibi) ve alîm (ilim sahibi) dir." (Zuhruf, 84)

* "Allah'ım! Bizi cehennem azabından kurtar." veya "azat et" sözü yanlıştır. Çünkü bir şeyden kurtarmak veya azat etmek o şeye maruz kaldıktan sonradır. Dolayısıyla bu söz, "Biz cehennemde iken bizi ondan kurtar" demek gibi­dir. Bu da önce cehenneme gitmeye razı olmak demektir. Bu sebeple, duâ ederken, kullanılan cümle ve kelimelere çok dikkat etmek lâzımdır.

Allah Rasûlü (as) şöyle buyurmuş­tur: "Allah, dikkatsizce duâ edenleri sevmez."

Bir adam duâ ederken, "Allah'ım! Beni Muhammed (sa)’ın şefaatine dâhil et" dedi. Sahâbî Huzeyfe (ra) adama şunu söyledi: "Allah Teâlâ, imanı sağlam ve ameli tamam olan müminleri şefaatsiz olarak cennete götürür. Muhammed (as)’ın şefaati ise ameli eksik olanlar içindir."

O hâlde, duâ ederken şefaat istemekten evvel, iman-i kâmil ve amel-i sâlih istemek lâzımdır. Nitekim, Kur’ân-ı Kerim'de de bu şekildeki duâlar öğretilmiştir.

* (Bazı câhiller, "Allah'ım! Bizi şefaatinden mahrum et­me." diye duâ ederler. Bu söz daha çok yanlıştır. Çünkü şe­faat etmek, kendisinden daha yüksek bir makama müraca­at etmek ve aracılık etmektir. Böyle bir şey ise Allah Teâlâ için söz konusu değildir. Bu sebeple, şefaati yalnızca pey­gamberler, melekler ve sâlih kullar yaparlar. Allah Teâlâ ise rahmet ve merhamet eder ve şefâatleri kabul eder.)

* Abdullah İbni Abbas (ra) şöyle demiştir:

"İnsanlar, Allah Teâlâ'ya ait olan fiilleri şerîk ve ortaklara verirler. Ve bu cümleden olarak, 'Falan olmasaydı bu iş olmazdı. Köpek olmasaydı, dün gece evimize hırsız gi­rerdi.’ derler." Böylece, Allah Teâlâ'nın yüce sıfatları olan muvaffak etmeyi, hıfz ve himayeyi falana ve köpeğe isnat ederler.

* Allah Rasûlü (as) şöyle buyur­muştur: "Allah Teâlâ, kendisinden başka bir şeyle yemin et­meyi nehyetmiştir. Onun için, ya Allah Teâlâ'nın ismiyle ye­min edin, veya yemin etmeyin." (Müttefekun aleyh)

* Allah Rasûlü (as) şöyle buyur­muştur: "Siz, elinizde ve emrinizin altındaki insanlara 'ku­lum' demeyin. Çünkü onlar da, sizler de Allah Teâlâ'nın kullarısınız. Elinizdekiler de size, 'Rabbim.’ demesin­ler. Çünkü onların da, sizlerin de Rabbi Allah Teâlâ'dır."

* Allah Rasûlü (as) şöyle buyur­muştur: "Fâsık bir kimseye" Efendim, Efendimiz" Deme­yin. Çünkü efendiniz ve büyüğünüz bir fâsık ise, Allah Teâlâ'yı kendinize kızdırmışsınız, demektir." (Ebu Dâvûd)

* Allah Rasûlü (as) şöyle buyurmuş­tur: "Biriniz, 'Şu şöyle ise (veya öyle değilse veya öyle ol­mayacaksa) ben müslümanlıktan çıkayım (veya kâfir ola­yım)’ demesin. Çünkü, o şey onun iddiâ ettiği gibi değilse (veya öyle çıkmazsa) kendisi müslümanlıktan çıkar (veya kâfir olur). İddiası doğru ise (veya doğru çıksa), yine de bu sözden zarar görür." (Nesaî, İbnu Mâce) Çünkü bu söz, müslüman olmayı hafife almaktır. Bu ise, kişinin bu büyük nimete lâyık olma­dığını gösterir. Halbuki, lâyık olunmayan nimetler her an geri alınabilirler. Nimetlere kalıcılık sağlayan şey, onları ta'zim etmek, onlara lâyık olmaya çalışmak ve onlardan dolayı Allah Teâlâ'ya şükretmektir.

20. Âfet: Allah Teâlâ'nın Sıfatları Üzerinde Ko­nuşmaktır

Konuşmak zabtedilmez bir alışkanlık ve hastalık hâli­ne gelirse, insan gereksiz ve günah şeyleri konuşmakla da yetinmez, daha tehlikeli ve hassas konuları da diline dolar. Bu konuların başında da Allah Teâlâ'nın sıfatları gelir. Allah Teâlâ'nın beş tane selbî, yedi (veya sekiz) tane subutî sı­fatları ve doksan dokuz tane de güzel ismi vardır. Bunlara iman etmek farzdır. Ancak bunların mahiyetlerini anlamak için insan akıl ve ilmi yeterli değildir. Bu sebeple, bunları kurcalamamak lâzımdır. Bunları kurcalayanlar yanlış so­nuçlara ulaşmış ve dalâlete düşmüşlerdir.

(İlim ile iman arasında bir fark varsa, o da şudur: İlimde alabildiğine incelemek, tetkik etmek, enine boyuna tah­lil ve tafsil etmek esas iken, imanda çoğu zaman emredilen şeylere inanmakla yetinmek esastır.)

Allah Teâlâ gerek iman ve gerekse amel alanında ge­rekli olan hususları peygambere vahyetmiş, peygamber de onları duyurup tebliğ etmiştir. Peygamberin ifadesiyle, "Allah Teâlâ ne unutkan, ne de ifadeden âciz değildir." Bu sebeple, O'nun açmadığı ve açıklamadığı hususları olduğu gibi bırakmak lâzımdır. Çünkü bu hususlarda O'nun mu­radı budur. Buna rağmen bunları kurcalayıp incelemeye kalkmak, dinsel bir merak gibi görünse de, hadd-i zatında şeytanın bir tuzağıdır. O çok kimseleri bu tuzakta boğmuş ve onları meraklarına kurban etmiştir. Allah Rasûlü (as) şunları söylemiştir:

"Ben size bir şeyi söylemedikçe siz benden onu sorma­yın. Çünkü sizden önceki milletleri helâket ve dalâlete dü­şüren sebep, onların peygamberlerine çok soru sormaları ve verilen cevaplar karşısında ihtilafa düşmeleri olmuş­tur." (Müttefekun aleyh), "Allah size dedikoduyu, israfı ve (din konusunda) çok soru sormayı nehyetmiştir." (Müttefekun aleyh), "İnsanlar (idrâklerinin sınırlı olduğunu, sorularını da buna göre sınırlandırmaları gerektiğini unutarak) şöyle diyeceklerdir: 'Varlıkları Allah yarattı. Ya Allah'ı kim yarattı?’ Onlar böyle deyince, siz İh­lâs sûresini okuyarak cevap verin ve şeytanın şer ve vesve­selerinden Allah Teâlâ'ya sığının." (Müttefekun aleyh)

İhlâs sûresinin meali şöyledir: "De ki: Allah birdir. O, bir şeye muhtaç değildir, her şey O'na muhtaçtır. Kimseden doğmamış, kimseyi doğurmamıştır. Hiç kimse O'nun orta­ğı, benzeri, dengi değildir."

Musa (as), Hızır (as)’a arkadaşlık teklif ettiği zaman, beriki ona, "Ben sana bir şey hakkında bilgi vermedikçe, sen bana onu sorma." şartını koşmuştur. Ve Musa (as), merakı tahrik eden gelişmeler kar­şısında kendisini tutamayıp sorular sorunca, Hızır (as), "Arkadaşlığımız burada bitmiştir." deyip ondan ay­rılmıştır. (Kehf suresi 62-84)

Dinî konuların bir kısmı ilim ve akıl ölçüleriyle de her­kesin idrâk seviyesinde iken, diğer bir kısmı ihtisas konu­larıdır. Bu sebeple, bunları ilim ve akıl yoluyla anlamak için belli bir seviye lâzımdır. Bu olgunluk ve yetişkinlik se­viyesine gelmedikçe, bu konuları öğrenme hevesine kapıl­mamak lâzımdır. İlim tahsilindeki hiyerarşiye riayet etme­mek, insanı cehaletten daha beter bilgisizliklere sevk ettiği gibi, din bilgisindeki hiyerarşiye riâyet etmemek de insanı küfür ve dalâletlere sevk eder.

Allah Teâlâ, dinin kapalı bırakılmış konularını ancak ilimde derinleşenlerin bilebildiğini, bunların dışındaki kimselerin bu konulan kurcalamasının ise sadece yanlış anlamaya ve yanlış anlatıp fitne çıkarmaya yaradığını bil­dirmiştir. (Âl-i İmrân, 7)

Buna rağmen, Mutezile taifesi, kurcalanmaması gere­ken dinî konuları kurcalamışlar ve gereksiz tartışmalara, zaman ve emek israflarına sebep olmuşlardır.

Bunların tartışmaya açtıkları konulardan birisi de Kur'ân-ı Kerim'le ilgiliydi. "Kur'ân mahluk mudur, değil midir? Kur'ân’ın harfleri kadîm midir, hâdis midir?" diye sormuşlar ve akıllarınca bu sorulara cevap bulmaya çalış­mışlardır.

Halbuki, Kur'ân'ı indiren Allah Teâlâ’nın, Mutezile'den de, diğer insanlardan da istediği, bu konuyu tartışmak ve bir karara varmak değil, Kur’ân'da açıklanan emir ve ya­saklara uymak ve sâlih amel işlemektir. Ancak, emir ve ya­saklara uymak, sâlih amel işlemek, güzel ahlâk sahibi ol­mak, haram şehvetlerden uzak durmak nefse ağır gelir. Ko­nuşmak ise hem hafif, hem de nefsin çok hoşlandığı bir iş­tir. Bu sebeple, sâlih amelden nasibi olmayanlar konuşma­ya ağırlık verirler.

Genel halk kesiminin iman etmekle yetinmeleri gere­ken konulardan birisi de kader mevzuudur.

Buraya kadar konuşmanın bazı âfet ve zararlarını zik­rettik. Hiç şüphesiz ki bunun daha başka âfet ve zararları da vardır. Bütün bunlar göz önünde tutulursa, Allah Rasûlü’nün "Susan selâmet bulur." sözündeki doğruluk ve haklılık ayan beyan ortaya çıkar. Susmanın selâmet olması, elbette ki, konuşup sevap kazanmaktan üstün değildir. Fa­kat, konuşmayı bu zikredilen âfetlerden korumak hem ilim, hem irade, hem de eğitim gerektirir.

(Sa'dî Şirazî (ra) şöyle demiştir: Denizde sa­yılamayacak kadar inci ve servet vardır. Fakat yüzmek bil­meyen için selâmet, sahilde durup bunları seyretmektir.)

 
  Bugün 90 ziyaretçi (123 klik) kişi burdaydı! gullerinefendisi1.tr.gg  
 
Bu web sitesi ücretsiz olarak Bedava-Sitem.com ile oluşturulmuştur. Siz de kendi web sitenizi kurmak ister misiniz?
Ücretsiz kaydol