Ümidin Hakikati
Ümidin Fazileti
Ümit Taşımak.
Ümidi Arttıran Sebepler.
Korkunun Hakikati
Korkunun Dereceleri
Korkunun Kısımları
Korkanların Kısımları
Korkunun Fazileti
Korku mu, Ümit mi Efdaldir?.
Korku Kazanmanın Yolları
Kötü Akıbet
Peygamberlerin ve Meleklerin Korkusu.
Ashâb ve Sâlihlerin Korkusu
Ümit ve korku iki kanat ve iki binektirler. Mukarrablar (Allah Teâlâ'ya en yakın olan kimseler), bunları kanat gibi kullanıp onlarla övülen yüksek makam ve mertebelere uçarlar. Diğer müminler de onları binek gibi kullanıp onların sırtında geçilmesi zor olan yolları geçer ve aşılması uzun süren mesafeleri aşarlar. İnsanları Allah Teâlâ’nın yakınlığına ve cennet saadetine; mesafenin uzunluğu, yükün ağırlığı, duyguların tembelliği, ceset ve organların hantallığına rağmen ümit kuvveti ulaştırır; onları cehennemden de türlü şehvetlerle sarılmış ve çeşitli lezzetlerle kuşatılış olmalarına rağmen korku gücü uzaklaştırır.
Ümidin Hakikati
Bil ki, ümit mukarrablar için makam, diğer müminler için hâldir. Makam sabittir. Hâl ise gelip geçicidir. Kalbin diğer sıfatları da sabit olup olmamak itibarıyla hâl ve makamlara ayrılırlar. Ümidin mukarrablarda sabit olması, bunların her zaman iyi işler yapmaları ve sâlih amel işlemelerindendir. Diğer müminlerde gelip geçici olması ise, bunların her zaman ümit verici fiil ve hareketler içinde olmamalarından dolayıdır.
Ümit de diğer faziletler ve övülen hasletler gibi ilim, hâl ve amel üçlüsünden oluşur. İlim ümidin ne olduğunu ve önemini bilmektir. Hâl onu duymak ve kalbinde hissetmektir. Amel ise, ümidin gerektirdiği tarzda amel etmek ve davranış sergilemektir. İlim hâli, hâl de ameli doğurur. Ümit, sevilen bir şeyi beklemek ve bu bekleyişten kalpte hasıl olan lezzet ve rahatlıktır. Ancak bu beklemeyi haklı ve makul kılan bir sebebin bulunması lâzımdır. Böyle bir sebep mevcutsa beklemek ümittir. Sebep yoksa beklemek ümniyedir. Ümniye ahmaklık ve aldanmaktır.
Sebebin olup olmadığı belli değilse, o zaman da beklemek temennidir. Ümitte beklemek için sebebin bulunması şart olmakla birlikte, beklenen şeyin hasıl olacağı kesin değildir. Çünkü beklenen şeyin hasıl olması güneşin doğması gibi kesin ise, onu beklemeye ümit denmez. Ümidin gerçekleşmesi kesin değil, muhtemeldir. Ancak buradaki ihtimal temennideki ihtimalden çok daha kuvvetlidir. Ahmaklık ve aldanış dediğimiz ümniyye'nin ise gerçekleşme ihtimali hiç yoktur.
Kalb tarla gibidir; iman ona ekilen tohumdur; diğer ibadetler ise toprağı deşip yumuşatmak, içine su akıtmak, zararlı otları ayıklamak gibi işlerdir. Bir kimse kalbini zararlı huy ve duygulardan temizleyip ekilmeye hazır hâle getirir, içine sağlam iman tohumu atar ve diğer ibadetlerle devamlı bakım ve hizmeti sürdürürse, ektiği tohumun yeşermesini ve ahirette kurtuluşuna vesile olmasını ümit edebilir. Fakat taşlık ve sert bir arazi gibi olan bir kalbe çürük bir iman tohumu atar, ondan sonra da onu ibadet suyuyla beslemez, haramlardan sakınmak suretiyle de onu âfetlerden korumazsa, o takdirde bu tohumun yeşermesini ve bunun hasat ve sermayesi ile cennete gitmeyi ümit etmesi boş bir aldanıştan ibarettir. Bu sebeple, ahlâkî zaaflar ve kötü sıfatlarla sertleşip taşlaşmış bir kalbe zayıf bir iman ektikten sonra dünyaya dalıp nefsin heves ve ihtirasları peşinde koşan, ibadetten uzak yaşayan ve tevbe etme arzusu duymayan bir kimsenin ahiret hesabına iyi bir sonuç beklemesi yersiz ve anlamsızdır. Allah Rasûlü (sa) şöyle buyurmuştur:
"Akılsız insan o kimsedir ki, nefsinin heveslerine uyar, ondan sonra da Allah Teâlâ'dan iyi şeyler ümit eder." Çünkü bu durumda böyle bir ümidi haklı çıkaran bir sebep mevcut değildir. Tam tersine, bu hâl azaba uğramaktan ve cehenneme atılmaktan korkmayı gerektirir.
Allah Teâlâ bu ümmetin geleceğini haber verdiği iki âyette şöyle buyurmuştur: "Onların arkasından bir nesil geldi. Bu nesil namazı bıraktı ve nefsin şehvetlerine uydu. Bu nesil belâsını bulacaktır." (Meryem, 59. Not: Kur'ân-ı Kerim, olacağı ve geleceği kesin olan olayları geçmiş zaman kipiyle vermiştir. O, kıyâmet olaylarının çoğunu da bu şekilde vermiştir. Bu üslubun kullanılması, hem olacak şeylerin olmuş kadar kesin olduklarını ifade etmek, hem de Allah Teâlâ için zaman kavramı bulunmadığını bildirmek içindir. Çünkü O ezelden ebede kadar olan her şeyi, olmuş ve olacakları aynı anda ve aynı şekilde görür. Fetebârekellahu ahsenül hâlikîn! Ey okuyucu! Allah dediğin ve kendisine iman ettiğin bu yüceler yücesi varlığın büyüklüğünü düşününce başın dönmüyor mu ve o zaman kalbine O'nun sevgisi gür bir şelâle gibi gürül gürül akmıyor mu?)
"Onlardan sonra bir takım kötü kimseler kitaba vâris oldular. Bu kimseler, değersiz (ve haram) olan dünya malını aldılar ve 'Nasıl olsa bağışlanacağız.’ dediler. Fırsat bulurlarsa başka haramları da işlerler. Allah hakkında yanlış konuşmamaları hususunda kendilerinden söz alınmadı mı ve kendileri haram ve helâlleri açıklayan kitabı okumadılar mı?" (A'râf, 169)
Geçmişten haber veren bir âyette de şöyle buyurulmuştur: "Adam kendi nefsinin zâlimi iken (iman etmemiş ve sâlih amel işlememişken) bahçesine (çiftliğine) girdi ve şunları söyledi: 'Bu servet bitmez ve ben kıyâmetin kopacağını da sanmam. Fakat şayet bu olur ve ben Rabbime dönersem, hiç şüphe yok ki orada bundan da iyi şeyler bulacağım." (Kehf, 35, 36) Bu âyetlerde sözü edilen kimselere atfedilen, "bağışlanacağız.", "daha iyi şeyler bulacağım." gibi sözler boş ümit ifadeleridir. Çünkü bunların gerçekleşmesi mümkün değildir. Nitekim, Allah Teâlâ bunlara ümit ettikleri şeyi değil, onun aksi olan azabı va'detmiş ve onları belâya çarptırmıştır.
Buna mukabil, gücü nisbetinde tâat ve ibadet etmiş ve günahlardan sakınmış olan kimseler Allah Teâlâ’nın rızasını ve rahmetini ümit edebilirler.
Kur’ân-ı Kerim'de şöyle buyurulmuştur: "İman eden ve Allah yolunda hicret ve cihad edenler Allah’ın rahmetini ümit ederler. Allah (bunlar için) gafûr ve rahimdir." (Bakara, 218), "Allah’ın kitabını okuyan, namaz kılan ve kendilerine verdiğimiz rızktan gizli ve açık olarak infakta bulunan kimseler, zararı olmayan hâlis bir ticaret (ve sevap) ümit ederler." (Fâtır, 29) Bunlar rahmet ve sevap beklemeyi hak etmişlerdir.
Günah işlemiş ve fakat pişman olup tevbe etmiş kimseler de Allah Teâlâ’nın affını ümit edebilirler. Çünkü Kur'ân-ı Kerim'de şöyle buyurulmuştur:
"De ki: Ey kendi nefisleri aleyhine haddi aşmış olan kullarım! Allah’ın rahmetinden ümit kesmeyin. Çünkü O, (isterse) bütün günahları affeder. O gafûr ve rahimdir. Onun için, azap gelip sizi çaresiz bir şekilde yakalamadan önce Rabbinize dönün ve O'na teslim olun." (Zümer, 53, 54)
Yahya İbni Muâz şöyle demiştir: "Günah işleyip pişmanlık duymadığı hâlde Allah Teâlâ’nın affını ümit etmek, tâat ve ibadet etmediği hâlde O'na yakın olmayı ummak, cehennem tohumunu ekip cennet hasadı almayı beklemek, itâat edenlerin yurduna (cennete) itaatsızlıklarla girmeyi düşünmek, amel etmeden sevap kazanmayı hayal etmek, kendisini ıslah etmeden Allah Teâlâ'dan lütuf ve rahmet temennisinde bulunmak büyük aldanışlardır."
Şiir:
Kurtuluş yolunda gitmeden kurtuluş umarsın
Gemi susuz karada yürümez ki. Bilmez misin?
Ümidin gerçekçi ve geçerli olması, onu haklı çıkaran sebebin varlığına bağlıdır. Sebep ise insanın kendi çalışması ve çabasıdır. "Dünya ahiretin tarlasıdır." sözünden yola çıkarak imanı tohuma, kalbi toprağa benzettiğimize göre, sağlam tohumu münbit toprağa atan ve zirâat kurallarına göre sulama ve bakım yapan bir kimse hasat ümit edebilir. Bu kimse, mevsiminde Allah Teâlâ’nın rahmetinden yağmur da bekleyebilir. Bu türlü sağlıklı ve şartına uygun ümit, insanı daha çok çalışmaya, sebepleri daha da sağlamlaştırıp sıklaştırmaya ve beklenen sonucu elde etmek için gerekli olan her işi yapmaya ve her tedbiri almaya sevk eder. Ümidin karşıtı ümitsizliktir. Ümitsizlik ise, ümit etmek için sebep varken veya bu sebebi devreye sokmak mümkün iken, karamsar olmak ve bu yüzden kendini boşluğa bırakmak ve işleri olurlarla terk etmektir. Ümitsizlik, bu şekilde insanın çalışma azmini kırar ve onu âtıl ve tembel bir varlık hâline getirir. Çünkü insan bir işten sonuç almayı ümit etmezse ondan vazgeçer.
Ümidin dinen övülmesi, onun insanı çalışmaya sevk etmesindendir. Ümitsizliğin kötülenmesi de bunun insanı tembelliğe itmesinden dolayıdır. Doğru olan korku gibi, doğru olan ümit de insanı çalışmaya, tedbir almaya ve işi sağlam yapmaya sevk eder. Onun için, ümit ettiklerini söyleyip çalışmayı ve ibadeti terk edenler, ümidi kendi anlamından tamamen tecrit etmiş ve kendileri için bir tuzak hâline getirmiş olurlar.
Allah Teâlâ’nın af ve rahmetini doğru bir şekilde ümit eden bir kimse, O'na devamlı yöneliş hâlinde olur, O'na ibadet ve itâat etmekten zevk ve lezzet alır, O'na dua etmekte huzur ve güven duyar ve O'na yalvarmaktan güç ve kuvvet kazanır. Bu durumda olmadığı ve hatta bunlara zıt durumlarda bulunduğu hâlde, aklına estikçe Allah Teâlâ'dan iyilik ümit eden bir kimse ise, boş temenni ve aldanış sahibidir. Boş temenni ve aldanışın bir işe yaramadığını bilen şeytan, bunu gâfillerin kalplerine bolca pompa eder. Onun için bu kimseler, Allah Teâlâ’nın af ve rahmetini beklemek konusunda, ibadet eden ve sâlih amel işleyenlerden daha çok ümitli görünürler. Fakat onların ümidi boş bir hayalden ibarettir.
Allah Teâlâ bunlar hakkında şöyle buyurmuştur: "Kıyâmet gününde bunlar Allah'tan beklemedikleri muameleyi görürler ve karşılarına hesaplamadıkları şeyler çıkar." (Zümer, 47)
Doğru olan ümit, sahâbi Zeyd'ul-Hayr’ın sözündeki ümittir. Bu sahâbi şunu söylemiştir: "Ben hep tâat ve hayır yapmak isterim. Bir tâat ve hayra gücüm yetişirse onu hemen yaparım ve onun sevabına kesin olarak inanırım. Bir tâat ve hayra gücüm yetmezse üzülürüm ve kalbim ona bağlı kalır."
Ümidin Fazileti
Bil ki, Allah Teâlâ'yı gerçekten tanıyıp sevenlerde ümit korkudan fazla olur ve bu kimseler, korku ile yapılabilen ibadet ve tâatlardan çok daha fazlasını ümit ile yaparlar. Allah Rasûlü (sa), bu gerçeği sahâbi Suheyb'in şahsında şöyle ifade etmiştir:
"Suhayb ne iyi kuldur! O Allah Teâlâ'dan korkmasa bile, kendisine karşı itaatsizlik etmez." Çünkü o Allah Teâlâ'yı gerçekten tanımış ve sevmiştir.
Ümit sebebi varken Allah Teâlâ'dan ümit kesmek câiz değildir. İnsanı küfre sokan günahlardan birisi de budur. Kur'ân-ı Kerim'de şöyle buyurulmuştur:
"Allah’ın rahmetinden ümit kesmeyin." (Zümer, 53), "Allah’ın rahmetinden ümitsiz olmayın. Allah’ın rahmetinden ancak kâfirler ümitsiz olurlar." (Yûsuf, 87) Bu âyete göre, Allah’ın rahmetinden ümit kesen kâfir olur. Hadis-i kudsi'de de şöyle buyurulmuştur:
"Ben kuluma beni düşündüğü gibi davranırım. O nasıl davranmamı isterse beni öyle düşünsün." (Buharî, Müslim) Yani, ben hem merhamet ve af, hem de kahır ve azap sahibiyim. Kulum bu iki sıfattan hangisini bana daha çok yakıştırır ve kendi hâline daha uygun bulursa onu düşünsün.
Özellikle, artık yapılacak bir işin kalmadığı ve ümide çok şiddetle ihtiyaç duyulduğu ağır hastalık döneminde ve ölüm hâlinde yoğun bir ümide sarılmak tavsiye edilmiştir. Allah Rasûlü (sa) şöyle buyurmuştur: "Biriniz ölürken Allah Teâlâ hakkında hüsn-i zan etsin (O'nun rahmetini düşünsün)." (Müslim) Kendisi bir hastayı ziyaret ederken onun kendisini nasıl hissettiğini sormuş. Hasta, "Günahlarımdan korkuyor ve fakat Rabbimin rahmetini umuyorum." demiş. Kendisi, "Bu iki duygu bir kulun kalbinde birleşirse, Allah Teâlâ onu korktuğundan emin kılar ve umduğunu verir." (Tirmizî, Nesaî/ el-Kübra) demiştir.
Hz. Ali (ra), günahlarını büyük görüp Allah Teâlâ'nın af ve rahmetinden ümit kesen bir adama şöyle demiştir: "Ey adam! Ümidini kesmen günahlarından daha büyük bir günahtır."
Allah Teâlâ kendisi hakkında su-i zan edenleri kötülemiş ve onlara şöyle hitap etmiştir: "Rabbiniz hakkında su-i zan ettiniz. Bu zan sizi helâk etti ve zarar edenlerden oldunuz." (Fussilet, 23)
Rüyada görülen Yahya İbni Ekseni şöyle demiştir:
"Allah Teâlâ beni sorguya çekince helâk olmaktan korktum. Ancak kendimi toparladım ve şöyle dedim: 'Allah'ım! Sen, "Ben kulum için beni düşündüğü gibiyim. O beni istediği şekilde düşünsün." buyurmuşsun. Ben de bu sözüne dayanarak beni cezalandırmayacağını düşündüm ve affını ümit ettim.’ Allah Teâlâ, "Ben de seni affettim." dedi ve hizmetçi melekler refakatinde cennete gönderdi. Ben cennete doğru giderken duyduğum coşkun sevince seslenip, 'Ey sevinç! Bugün senin günündür.’ dedim."
Allah Rasûlü (sa) şöyle buyurmuştur: "Bir adam cehenneme atılır ve orada bin sene durmaksızın, "Ya Hannân, ya Mennân!" diye yalvarır. (Allah Teâlâ'nın güzel isimlerinden olan bu isimlerin mânası, "Ey şefkati çok ve minneti bol olan Allah'ım! "demektir.) Bunun üzerine Allah Teâlâ meleklere, 'Onu çıkarıp getirin.’ der. Adam çıkarılıp getirilir. Allah Teâlâ ona, 'Bu senin hak ettiğin cezadır; biz sana zulmetmedik. Sesini kes!’ der ve geri götürülmesini emreder. Adam götürülürken hep dönüp arkaya bakar. Allah Teâlâ, 'Niye dönüp bakıyorsun?’ diye sorar. Adam, 'Beni cehennemden çıkardığın zaman bir daha oraya iâde etmeyeceğini ümit etmiştim.’ der. Allah Teâlâ, meleklere, ‘madem ki böyle ümit etmiştir, onu cehenneme değil, cennete götürün.’ diye emir verir." (İbnu Ebid-Dünya)
Ümit Taşımak
Bil ki, ümit iki türlü insan için vücup derecesinde gereklidir. Bunlardan birisi o insandır ki, ümitsizliğe düşmüş ve, "Olan olmuş, her şey bitmiş" deyip günahlarından dolayı ibadeti de terk etmiştir. Diğeri ise, o insandır ki, ibadet etmesine rağmen şiddetli bir korkuya kapılmış ve bu aşırı korku onun sağlığını tehdid eder hâle gelmiştir.
Bu iki insan ifrat hâlinde oldukları için, ümitle denge kazanmaları lâzımdır. Buna mukabil, ibadette gevşekliğe ve günahlara karşı cüret kazanmaya yol açan bir ümidi taşımak caiz değildir. Böyle bir ümit helâk edici bir zehirdir. Zehir gibi, bu ümit de arttıkça zararı da artar. Onun için bundan sakınmak vaciptir.
Nefsine mağlup olup ibadeti terk eden ve günah işleyen kimseler için faydalı ve gerekli olan his ümit değil, korkudur. Kur’ân-ı Kerim'de ve hadis-i şeriflerde bazen ümide, bazen de korkuya ağırlık verilmesi değişik insan tiplerinin nazar-ı itibara alınmasından dolayıdır. Burada kural yine hastaya ve hastalığa göre ilaç kullanmaktır. Bu kurala göre, korkusu fazla olana ümit, ümidi fazla olana korku yararlıdır. Halkı irşad edenler de bu kuralı işletmeli, korku ve ümidi ehline göre aşılamalıdırlar.
Ancak zamanımızda (İmam Gazâlî'nin zamanı) (Bizim şimdiki zamanımızda da bu böyledir.) insanlarda ümit ve cüret çok fazla olup ağır bastığı için, bu insanları irşad etmek, onlara vaaz ve nasihat etmek korku aşılamak tarzında olmalıdır. Çünkü bu insanların ümit takviyesine değil, hislerini dengelemek için korkuya ihtiyaçları vardır. Hâl bu olunca, halkın sevgi ve övgüsünü kazanmak için onlara korkularından fazla ümit aşılayan mürşitler onları ıslah etmez, daha çok bozarlar. Bu mürşidler şeker hastalarına şeker veren câhil veya hain doktorlar gibidirler. Ümit de şeker gibi tatlıdır. Fakat ümitle çürüyenlere yeni ümitler verilmez. Hz. Ali (ra) şöyle demiştir: "Âlim o kimsedir ki, ne insanları Allah Teâlâ’nın rahmetinden ümitsiz eder; ne de onları O'nun azabından emin kılar."
Ümidi Arttıran Sebepler
Korkuyu arttıran sebepler bulunduğu gibi, ümidi arttıran sebepler de vardır.
Bunlardan birincisi, Allah Teâlâ’nın bu dünyadaki tasarruflarını düşünmektir. Çünkü bu tasarruflarda hayır, rahmet ve nimet büyük bir ekseriyettedir. Bu kısa dünya hayatında kullarının en önemsiz ihtiyaçlarını gidermeyi ve onlar için en ince süs ve ziynetleri temin etmeyi ihmal etmeyen ilâhî riâyet, elbette ki, bu kadar nimetlere alıştırdığı kullarını ebedî hayatta helâk ve perişan etmez.
İkincisi, dinin emir ve tekliflerindeki kolaylığı düşünmektir. Allah Teâlâ, "İnsanları ve cinleri yalnızca kendisine kulluk etmeleri için yarattığı" (Zâriyât, 56) hâlde, onları sıkmamak ve sıkıntıya sokmamak için çok az tekliflerde bulunmuş, "Bu teklifleri de onların güç ve kudretleriyle sınırlı tutmuştur." (Bakara, 286) Kur’ân-ı Kerim'de şöyle buyurulmuştur:
"Allah dinde üzerinize hiçbir zorluk koymamıştır." (Hac, 22; Mâide, 6)
"Allah sizin için kolaylık diler, zorluk dilemez." (Bakara, 185)
Dinin temel farzları olan namazın günlük zamanın ancak yirmi dörtten birini alması, zekâtın kırkta bir olması, haccın ömürde bir kere ve yalnızca gücü yetenlere farz kılınması bu kolaylığın açık örnekleridir. Yaratılışlarının gayesi olan din ve ibadette kullarına bu derece kolaylık ve müsamaha gösteren ilâhî rahmet, elbette ki başka bir âlemde onları zorluk ve sıkıntılara sokmaz.
Üçüncüsü, dinin emir ve yasaklarındaki hikmet ve sebepleri düşünmektir. Çünkü bu emir ve yasakların hemen hepsi, kulların hayât, sağlık, huzur ve haklarını korumak içindir. Dünya hayatlarında kullarını bu şekilde dinin himaye ve şemsiyesi altına alan ilâhî adâlet, elbette ki bundan sonraki hayatlarında da onları gözden çıkarıp sefalet ve cefaya terk etmez.
Dördüncüsü, Allah Teâlâ’nın şefkat, rahmet ve affını anlatan ve bunları va'deden çok sayıdaki âyetler ve hadislerdir. Ebu Cafer Muhammed İbni Ali (el-Bâkır) (ra) şöyle demiştir:
(Muhammed el-Bâkır (ra), Şia'nın beşinci imamıdır. Şia, Hz. Ali'den başlayıp evladına ve torunlarına doğru inen on iki zatı imam bilirler. Bunları biz Ehl-i Sünnet de imam biliriz. Fakat Şia bunları balta gibi kullanıp onlarla İslâm’ın temel hakikat ve akidelerini bozmaya çalışırlar. Bu hakikat ve akideler ise, beşer olarak yalnızca peygamberlere iman etmenin farz olması, yalnızca bunların masum ve hatasız olmaları, İslâm’da sınıf imtiyazının bulunmaması, bazı dinî bilgilerin bazı kimselerin tekeli altında olmaması gibi hususlardır. Şiiler, imamlık nazariyesiyle bu hakikat ve akideleri tersine çevirirler. Bunun yanında, İmamları takdis ederken, Allah Rasûlü’nün en yakın dava ve silâh arkadaşları ve İslâm’ın ilk bâni ve kurucuları olan ashaba mücerret mü’min olma vasfını bile çok görürler.)
"Bize göre bu ümmet için en çok ümit veren âyet, Allah Rasûlü’ne hitap eden "Rabbin, sen razı oluncaya kadar sana ikramda bulunacaktır." (Duhâ, 5) âyetidir. Çünkü Allah Rasûlü (sa), ümmetinin cehenneme atılmasına razı olmaz. Allah Teâlâ ise, bu âyette onu razı edinceye kadar kendisine ikramda bulunacağını va'detmiştir. Allah Teâlâ bir şeyi va'dedince de mutlaka yerine getirir." O bir âyette de şöyle vaatte bulunmuştur:
"O gün Allah, peygamberi ve onunla beraber iman edenleri üzmez. Nurları önlerinde ve sağ yanlarında uzayıp gider. Bunlar, 'Rabbimiz! Nurumuzu arttır ve bize mağfiret et.’ derler." (Tahrim,
Bu âyetin tefsirinde şu haber nakledilmiştir:
"Allah Rasûlü’nün ümmetinin affı için ısrarlı dua etmesi üzerine Allah Teâlâ ona:
"İstersen, ümmetinin hesabını görme işini sana vereyim." diye teklif etmiş, fakat Allah Rasûlü (sa) bunu kabul etmeyerek şöyle demiştir:
"Hayır, ya Rabbi! Sen onlar için benden daha iyi ve daha merhametlisin." (İbnu Ebid-Dünya)
Allah Rasûlü (sa) şunları söylemiştir:
"-Benim ümmetim merhum (Allah Teâlâ’nın rahmetine en a'zamî ölçüde mazhar olan) bir ümmettir." (Ebu Dâvûd, Tirmizî)
"-Vefatımdan sonra amelleriniz bana arz edilir. Bunlardan iyi olanlar için Allah Teâlâ'ya hamd ederim; kötü olanlar için de istiğfar ederim." (Bezzâr) Melekler de müminler için istiğfar ederler. (Gâfir, 7)
"-Mümin kimse, bir günah işledikten sona pişman olup istiğfar ettiği zaman Allah Teâlâ meleklere: 'Bu kulum, isterse günahını affeden, isterse cezalandıran Rabbinin varlığını biliyor ve O'na yalvarıyor. Siz şâhid olun, ben onun günahını bu bilgi ve yalvarmasına bağışladım.’ der." (Müttefekun aleyh)
"-Kul bir günah işlediği zaman melek onu yazmayı altı saat geciktirir. Kendisi bu süre içinde tevbe ve istiğfar ederse, o günah hiç yazılmaz." (Beyhakî)
"-Kul tevbe ve istiğfar etmekten bıkmadıkça, Allah Teâlâ da onu affetmekten bıkmaz." (Beyhakî)
Bir adam, "Ya Rasûlullah! Ben günde beş vakit farz namazını kılar ve Ramazan orucunu tutarım. Fakat malım olmadığı için zekât ve sadaka vermem, hacca da gitmem. Bu durumda ölürsem nereye giderim?" diye sordu. Allah Rasûlü (sa) şu cevabı verdi: "Kalbini hile ve hasetten, dilini yalan ve gıybetten, gözlerini de haram bakıştan ve müminleri hor görmekten korursan cennete gidersin."
"-Allah Teâlâ mahlukları yaratmadan önce, kader defterine, "Rahmetim gazabımdan fazla olacaktır." diye yazmıştır." (Müttefekun aleyh)
"-Lâ ilâhe illallah, diyen cennete gider." (Taberanî)
"-Son sözü Lâ ilâhe illallah olan bir kimseye ateş değmez." (Ebu Dâvûd, Hâkim)
"-Kalbinde zerre kadar iman ve hayır bulunan bir kimse cehennemde ebedî kalmaz." (Müttefekun aleyh)
"-Ben tevhid (Allah Teâlâ’nın birliği inancı) üzerine kurulmuş, müsamahalı ve kolay bir dinle gönderildim." (Ahmed)
Allah Teâlâ şöyle buyurmuştur: "Bu din, insanlar üzerindeki ağır yükleri ve zincirleri kaldırmıştır." (A'râf, 157) Bu ağır yük ve zincirler, eski dinlerin hurafeleri ve sultanların zulüm ve baskılarıdır.
"-Kul bir günah işler ve bu yüzden kendisine dünyada ceza verilirse, Allah Teâlâ ahirette onu tekrar cezalandırmaz. Çünkü O'nun adaletinde iki kere cezalandırmak yoktur." (Dünyada verilen ceza, Şeriat kurallarına göre verilen mahkeme cezasını da, musibet şeklindeki cezayı da kapsar.)
"-Allah Teâlâ, mümin kuluna şefkatli bir annenin çocuğuna merhametinden daha çok merhametlidir." (Müttefekun aleyh)
"-Allah Teâlâ’nın yüz merhameti vardır. Bunlardan bir tanesini dünyada göstermiş, diğerlerini ahirete bırakmıştır." (Müttefekun aleyh)
"-Gücünüz nisbetinde amel edin ve ümitli olun. Bilin ki, sizi cennete götürecek olan ameliniz değil, Allah Teâlâ’nın rahmetidir." (Müttefekun aleyh)
"-Her bir peygamberin kendi ümmeti için bir dua hakkı vardır. Ben bu duamı ümmetime şefaat etmek için sakladım." (Müttefekun aleyh)
"-İsrail Oğulları döneminde bir abid, bir adama va'zetmiş ve onu günahlardan çekmeğe çalışmış. Fakat adam, onu dinleyecek yerde her seferinde, 'Beni Rabbimin merhametine bırak.’ demiş. Sonunda abid kızmış ve ona, 'Allah sana merhamet etmeyecektir!’ demiş. Allah Teâlâ, âbidin kendi hesabına konuşmasından hoşlanmamış ve, 'Benim merhametimi kullarımdan esirgeyen kimdir?’ diyerek merhametini ümid eden adamı affetmiş, âbidi de bu sözünden dolayı cezalandırmıştır." (Ebu Dâvûd)
Allah Rasûlü (sa), küfürde çok ileri giden bazı müşrikler için beddua edince, Allah Teâlâ onu bundan menetmiş ve şöyle demiştir: "Bu iş senin işin değildir. Allah isterse onlara tevbe nasip eder ve isterse onları haklı olarak cezalandırır; çünkü onlar zâlimlerdir." (Al-i İmrân, 128)
Es-Sevrî şöyle demiştir: "Ahirette hesabımın Allah Teâlâ yerine, anne ve babama bırakılmasını bile istemem. Çünkü Allah Teâlâ bana anne ve babamdan daha merhametlidir."
Seleften bir zat şöyle demiştir: "Allah Teâlâ affedeceği günahları, kıyâmet gününde şâhidlik etmesinler diye meleklerin gözlerinden saklar." O, bu türlü günahları kulların gözlerinden de saklar.
İbrahim İbni Edhem şöyle demiştir: "Allah Teâlâ herkesi her türlü günahtan korursa, o zaman kimi affedecek ve kime af etmekle minnette bulunacaktır?"
(Allah Teâlâ’nın kullarını günahlardan koruması O'nun rahmet ve minnetidir. Kur'ân-ı Kerim'de şöyle buyurulmuştur: "Allah’ın fazl ve rahmetinden olmasaydı, çoğunuz şeytana uyardınız." (Nisa, 83) Ancak herkes melek gibi günahsız olsaydı, o zaman Allah Teâlâ’nın affı gerçekleşmezdi. Melekler yanında günah işleyebilen insanların da yaratılması Allah Teâlâ’nın af sıfatının gerçekleşmesi içindir. Çünkü affetmek büyüklüktür. Affedici olmayanın büyüklüğü eksiktir.)
Hasan şöyle demiştir: "Müminler günah işlemeselerdi göklerde uçarlardı. Allah Teâlâ, onları günahlarla ağırlaştırıp yerde tutmuştur."
Rivayet edildiğine göre, İsrâil Oğulları döneminde iki abid vardı. İkisi de aynı ibadetleri yaparlardı. Bunlar ölünce, Allah Teâlâ onlardan birisini cennetin yüksek derecelerine çıkardı. Ötekisi bunu görünce, "Allah'ım! İkimizin ibadeti aynıydı. Niçin onu benden daha yüksek dereceye çıkardın?" diye niyazda bulundu. Allah Teâlâ, "Sen sadece cehennemden azat edilmeyi isterdin. O ise cennetin yüksek derecelerini isterdi. İkinize de istediklerinizi verdim." diye cevap verdi. Onun için, Allah Rasûlü (sa) şöyle buyurmuştur:
"Allah Teâlâ'dan yüksek dereceleri isteyin. Çünkü kendisinden istediğiniz, kerim ve cömert bir Rabtır." (Müslim) Kur'ân-ı Kerim'deki dualarda da yüksek şeyler istenmiştir. Örneğin, "Bizi muttakilere öncü ve örnek yap." (Furkan, 74) duası çok yüksek bir dua türüdür. Onun için, Allah Teâlâ'dan istek ve taleplerde bulunurken yüce himmetli olmak ve büyük hedeflere yönelmek lâzımdır.
Bir zat, müteveffa Ebu Sehl es-Sa'lukî'yi rüyasında görmüş. Ebu Sehl, tarif edilemeyecek kadar iyi bir durumdaymış. Bu zat ona, "Bu durumu ne ile kazandın?" diye sormuş. Ebu Sehl: "Rabbim hakkında hüsn-i zan edişimle." diye cevap vermiştir.
Seleften bir zat duasında şöyle demiştir: "Allah'ım! Ne zaman kulların sana karşı itaatsızlık etmediler. Fakat sen onlara hep nimet verdin ve üzerlerine rızık yağdırdın. Seni tesbih ve tenzih ederim. Sen ne kadar halimsin! İzzetine yemin ederim, işlenen günahlara rağmen nimet ve rızk verişin o ölçüdedir ki, bunu gören senin hiç kızmadığını zanneder."
Korkunun Hakikati
Bil ki, korku, istenmeyen bir durumun olabilmesi ihtimalinden dolayı kalbin elem duyması ve yanmasıdır. Korku ümidin zıddı bir duygudur. Dinî anlamda bu iki duyguyu birleştiren husus ise, ikisinin de nefsi dizginlemesi ve doğru olmayan şehvet ve isteklerden uzaklaştırmasıdır. Bu iki duygu, aynı zamanda birbirini ta'dil eder (normal ölçüye getirir) ve birbirinin taşkınlığını önler. Bu sebeple, ümit kayıtsızlığa dönüşme temayülünü gösterdiği zaman korku devreye girer ve onu ciddileştirir; korku da dayanma çizgisini aşmaya doğru ilerlediği takdirde, ümit devreye girer ve onu geri çeker.
Korku da ilim, hâl ve amelden oluşur. Korkudaki ilim, hata ve kusurlarını bilmek ve bunların cezalarını düşünmektir. Hâl, kalbin hatalı ve kusurlu olduğunu bilmek sebebiyle huzursuzluk ve rahatsızlık hissetmesidir. Kalbin bu huzursuzluk ve rahatsızlığı ilmin fazlalığı ve netliği ölçüsünde artar. Bundan dolayı Allah Teâlâ şöyle buyurmuştur: "Ancak âlimler Allah'tan gerektiği şekilde korkarlar." (Fâtır, 28)
Allah Rasûlü (sa) da şöyle demiştir: "Ben içinizde Allah Teâlâ'yı en çok bilen ve O'ndan en çok korkanım." (Müttefekun aleyh)
Amel ise, korku duygusunun dışa yansıması ve davranışları yönlendirmesidir. Amel, korkunun gayesidir. Bu yüzden amele dönüşmeyen korku önemsiz ve anlamsızdır.
(Amele dönüşmek duygu ve düşüncelerin değer ölçüsüdür. Çünkü amele dönüşmeyen duygu ve düşüncelerin değeri yoktur. Bu yüzden, meselâ bir kimse fakir, hasta ve çaresizleri gördüğü zaman, ağlasa ve fakat onlara elinden gelen yardımı yapmasa bu ağlaması önemsiz ve anlamsızdır. Çünkü onun bu ağlaması ne karın doyurur, ne acı dindirir, ne de bir çare temin eder.)
Şöyle denilmiştir: "Korkan kimse, ağlayıp göz yaşları döken değil, azaba sebep olması muhtemel olan şeyleri terk edendir."
Zünnûn şöyle demiştir: "Korkan o kimsedir ki, kendisini hastalık ve ölüm korkusuyla perhiz yapan hasta durumunda görür."
Fudayl şöyle demiştir: "Sana, 'Allah'tan korkar mısın?’ diye sorulursa sükût et. Çünkü, 'Korkmam.’ dersen kâfir olursun. 'Korkarım.’ dersen yalan söylemiş olursun."
Bu şundandır ki, Allah korkusu yalnızca azap âyetlerini dinlerken veya Allah Teâlâ’nın sert bir tasarrufu (deprem, sel, fırtına gibi bir olay) ile karşılaşınca duyulan ürperti, çekilme ve büzülme değildir; o, kalpte sabit duran ve günahlara karşı aktif durumda ve hareket hâlinde olan bir güç ve kuvvettir. Bu korku sayesinde, nefse lezzetli gelen günahlar acılaşır, onun hoşuna gitmeyen tâat ve ibadetler sevimli hâle gelir.
Allah Teâlâ bu durumu şu âyette bildirmiştir: "Fakat Allah, size imanı sevdirdi ve onu kalbinizde süsledi; küfür, fâsıklık ve itaatsizliği ise size nefret ettirdi." (Hucurât, 7) Bu sevgi ve nefret tıpkı, insanın şifaya vesile olacağını umduğu acı ilacı sevmesi ve içinde öldürücü zehir bulunduğuna inandığı baldan iğrenmesi gibidir.
Korku sayesinde kalpteki diğer duygular da terbiye görür ve onların bir kısmı değişir, bir kısmı da olgunlaşırlar. Bu yolla kibir, hased, gösteriş gibi kötü duygular silinir, tevazu, huşu' ve ihlâs duyguları güçlenir. Murâkabe (kendi kendisini kontrol etmek), muhâsebe (kendi kendisini hesaba çekmek) ve mücâhede (amel ve tâat için a'zamî cehd ve çaba sarf etmek), korkunun gücüyle orantılıdır. Korkunun gücü ise, kendi kusur ve günahlarını bilmenin ve bunların sebep olabilecekleri azap, sıkıntı ve mahrumiyetleri düşünmenin derecesiyle ölçülüdür.
Korkunun Dereceleri
Korku, amel ve davranış üzerindeki etkisine göre birkaç derecelidir.
En aşağı derecedeki korku, insanı haram olan fiillerden çeken korkudur. Bu korku vera' sahiplerinin korkusudur. Çünkü vera' Allah Teâlâ’nın azabından korkarak haramlardan sakınmaktır.
Orta derecedeki korku, insanı haram olma ihtimali bulunan (şüpheli) işlerden uzaklaştıran korkudur. Bu korku muttakilerin korkusudur. Çünkü takva, haram olma ihtimali bulunan şeylerden uzak durmaktır.
En yüksek derecedeki korku ise, insanı harama yol açabilen helâl şeylerden ve işlerden sakındıran korkudur. Bu korku da sıddık'ların korkusudur. Çünkü Allah Teâlâ'ya sadakatle kulluk etmek; doğrudan doğruya haramlar gibi, haramlara bir vesile ile yol açabilen işlerden de sakınmayı gerektirir.
Korku, sadece günahlardan ve günah olma ihtimali bulunan şeylerden sakındırıcı da değildir. O, bununla birlikte yapılması gereken ibâdet, tâat, hayır ve hizmetleri de yaptırıcıdır. Burada da korku, sâlih amellerle kendisini gösterir.
Korku insan için tabiî bir duygudur. Bu duygu insanın iki vasfından kaynaklanır. Bu vasıflar onun cehaleti ve aczidir. İnsan câhil olduğu için akıbetinin ne olacağını bilmez. Aciz olduğu için de, istenmeyen bir durum olması hâlinde onu defetme gücünün bulunmamasıdır. Bu iki şey, insanda korku oluştururlar. Korkulan şeyleri gerçekleştirme gücünün Allah Teâlâ’da bulunması ve O'nun istediği takdirde insanın başına türlü belâ ve musibetler getirmeye muktedir olması gerçeği de O'ndan korkmayı ve O'nu kızdırmaktan sakınmayı zorunlu kılar. Allah Teâlâ da bu korkuyu bir kamçı gibi kullanıp kullarını yanlış yollardan çevirmek ve kendi rızası ve rahmeti dairesine çekmek ister.
Korkunun Kısımları
Bil ki, korku ya Allah Teâlâ’nın rızasını kaybetmek, cennetten menedilmek, cehenneme atılmak gibi bizzat korkulan şeylerden dolayıdır, ya da bunlardan birine sebep olan şeylerden dolayıdır. Bu şeyler ise şunlardır:
1- Sağlam bir tevbe ve dönüş yapmadan önce ölmek;
2- Yaptığı tevbeyi bozmak;
3- İbadet ve tâatı sürdürme gücünü yitirmek;
4- Hidâyet ve istikametten sapmak;
5- Nefse ait arzu ve şehvetlere yenilmek;
6- Allah Teâlâ’nın yardım ve desteğini kaybetmek ve kendi nefsine terk edilmek;
7- Nimetlerin çokluğuyla şımarmak ve gaflete düşmek;
8- Nimetlerin kendisi için istidrac olması; (İstidrac, Allah Teâlâ’nın kötü bir kimseye nimet vererek onun daha çok kötüleşmesine ve hatta küfre girmesine imkân sağlaması ve sonra onu en kötü bir hâlde öldürüp cehenneme atmasıdır.)
9- Dünya varlıklarıyla meşgul olup Allah Teâlâ'yı unutmak;
10- Amel ve ibadetlerinin sağlıklı olmaması ve kabul edilmemesi;
11- Üzerine geçirdiği kul haklarından dolayı sevaplarının tükenmesi ve iflâs etmesi;
12- Bundan sonraki ömründe kötü bir yol izlemesi;
13- İbret olması için, günahlarıyla dünyada cezalandırılıp kötü hâllere düşürülmesi;
14- İbadetlerine rağmen, Allah Teâlâ'nın onun kalbini gaflette ve isyanda görmesi;
15- Ölürken kötü akıbetle ve imanını kaybederek ölmek.
Korkanlar, bütün bu korku çeşitleriyle veya ağırlıklı olarak onların bir kısmıyla korkarlar. Bu korkulardan her birinin de kendine mahsus bir faydası vardır. O da korktuğu şeyden büyük bir dikkatle sakınmaya çalışmak ve bunun yol ve yöntemini iyice tespit edip uygulamaktır. Ancak hiç şüphe yoktur ki, bu korkuların en büyüğü ve en önemlisi, kötü akıbetle ve imanını kaybederek ölmek korkusudur.
Allah Rasûlü (sa) şöyle buyurmuştur: "Belirleyici olan son amellerdir. Onun için, bazı kimseler önce şekâvet ehli gibi davranırlar; fakat ölmelerine yakın bir dönemde bazı iyi ameller işler ve said (kurtulmuş, cennetlik, mutlu) olarak ölürler. Bazı kimseler de önce saadet ehli gibi davranırlar. Fakat ölmeleri yaklaşırken bazı kötü ameller işler ve şakî (cehennemlik) olarak ölürler." (Bir hadisin kısacası. Tirmizî)
Korkanların Kısımları
Bazı insanlar, azaba sebep oldukları için günahlardan korkarlar. Bazıları da büyüklük ve azametini gördükleri Allah Teâlâ'ya günahlarla itaatsızlık etmekten korkarlar. Bunlar günahlardan değil, Allah Teâlâ'nın zâtından korkarlar. Günahlardan korkan kimseler inanmış sâlih kimselerdir.
Allah Teâlâ'ya itaatsızlıktan, diğer bir ifade ile O'nun zâtından korkanlar ise arifler ve sıddıklardır. Bunların korkuları daha üstündür. Çünkü bunların korkuları Allah Teâlâ'yı lâyıkıyla tanımaktan ve O'nun azamet ve büyüklüğünü bilmekten ileri gelir. Bunların korkuları Allah Teâlâ'yı ta'zim etmekten ve büyütmekten ileri gelir. Bu sebeple, bunlar hiç günah işlemeseler de korkuları kalıcıdır. Günahlardan korkanlar ise, günah işlemedikleri zaman korkuları azalır ve bunlar yaptıkları amel ve ibadetlerle bir çeşit ucub ve gurura bile kapılırlar. Halbuki arif ve sıddıklar, gıpta edilecek derecede çok olan amel ve ibadetlerine rağmen hep şöyle yakarırlar: "Ey Mabûd! Sana lâyık olduğun kemiyet ve keyfiyette (çokluk ve kalitede) ibadet edemedik!"
Allah Teâlâ'dan korkmak, O'nu tanımanın zarurî bir sonucudur. Çünkü o her şeye gücü yeten ve istediği her işi yapabilendir. O isterse kuluna hidayet verir ve onu cennetlik eder; isterse onu saptırır ve cehenneme müstahak eder. Kur’ân-ı Kerim'de şöyle buyurulmuştur:
"De ki: Allah'ım! Sen mülkün (kâinattaki bütün şeylerin) mâlik ve sahibisin. İstediğin kimseye varlık verirsin, istediğin kimseyi yokluğa mahkûm edersin. İstediğin kimseyi aziz edersin, istediğin kimseyi zelil ve rezil edersin. Hayır vermek senin elindedir. Sen her şeye kadirsin." (Al-i İmrân, 26)
Korkunun Fazileti
Bir şeyin fazileti, kişinin ebedî âlemdeki saadetine yardımcı olmasından ileri gelir. Bu sebeple, bu yardım ve katkıyı yapan her şey faziletlidir ve fazilet derecesi de bu konudaki yardım ve katkısı ölçüsündedir. Korku ise günahları önleyen ve haram olan isteklerin önüne geçen bir duygudur. O bu fonksiyonu ile kul için Allah Teâlâ’nın rızasına ve cennete giden yolu açar. Çünkü bu yolu tıkayan şey günahlar, gafletler ve meşru olmayan arzulardır. Korku bunları silip süpürdüğünden dolayı büyük bir fazilete sahiptir. Korku, bunun yanında, sâlih ameller yaptırır ve üstün ahlâkî sıfatlar kazandırır.
Korku öyle bir ateştir ki, insandaki bütün çürükleri yakar ve ondaki bütün hamlıkları pişirir. Onun için, korku makamını kazananlar, "Hamdık, yandık, piştik." demişlerdir.
Korkunun aslı ve kaynağı ilim, faslı ve meyvesi takvadır. Takva, korku sebebiyle Allah Teâlâ'nın emirlerine muhalefet etmekten sakınmaktır. Takvada korku unsuru galip olduğu için, bu isim salt Allah korkusu için de kullanılır.
Korku, sevgi ve ümit birbirinin zıddı veya birbirinden ayrı şeyler gibi görünseler de, hakikatte onlar birbirini doğuran, besleyen ve tamamlayan unsurlardır. Çünkü bir şeyi seven veya ümit eden, aynı zamanda onu kaybetmekten korkar ve onun bu korkusu o şeyi sevmesi veya ümit etmesi kadar kuvvetli olur. Bu sebeple, Allah Teâlâ'yı seven ve O'nun rızasını kazanmayı ve rızasının bir tecellisi olan cennete gitmeyi ümit eden bir kimse, sevdiği ve ümit ettiği kadar da bunları kaybetmekten korkar.
Korkunun faziletini bildiren âyet ve hadisler pek çoktur. Ayetlerden bazı örnekler şöyledir:
"-Allah’ın kitabında Rablerinden korkanlar için hidayet ve rahmet vardır." (Araf, 154)
"-Rablerinden korkanlardan kendisi razıdır, onlar da O'ndan razıdırlar." (Beyyine,
"-Rablerinin makamından (azamet ve heybetinden) korkanlar için iki cennet vardır." (Rahman, 46)
"-Allah'tan korkan O'nun kelâmını duyunca aklını başına alıp kendine gelir." (Alâ, 10)
"-Mümin iseniz benden korkun." (Al-i İmrân, 175) Bu âyet, diğer benzerleri gibi, Allah Teâlâ'dan korkmanın O'na iman etmenin zarurî bir sonucu ve hatta şartı olduğunu bildirmiştir. Bu sebeple, gerçekten iman etmiş olan (veya bu şekilde iman etmek isteyen) herkes Allah Teâlâ'dan korkmak zorundadır. Ancak herkesin korkusu imanının kuvveti nisbetindedir.
"-Ey akıl sahipleri! Allah'tan korkun ki, iflâh olasınız.!" (Mâide, 100) Bu âyetin açık ifadesine göre, Allah Teâlâ'dan korkmak aklın gereği ve iflâh olmanın şartıdır. Onun için Allah Rasûlü (sa), "Allah korkusu akıl ve hikmetin başıdır." (Beyhakî/ Şuabul-İman) buyurmuştur.
Fudayl bu hadis-i şerifi şöyle açıklamıştır: "Allah korkusu, insana her türlü hayırda öncülük eder." Şiblî de onu şöyle izah etmiştir: "Allah korkusu, insana (olup bitenlerden) ibret alma kapısını açar."
Allah Teâlâ bir hadis-i kudside de şöyle buyurmuştur: "Ben bir kulumu iki kere korkutmam ve ona iki kere güven vermem. Bu sebeple, o dünyada benden korkarsa, onu ayrıca ahirette korkutmam. O dünyada benden güven duyarsa, ona tekrar ahirette güven vermem." (İbnu Hibban) Allah Rasûlü’ne nisbet edilen bir sözde şöyle denilmiştir:
"-Kim Allah'tan korkarsa, Allah ondan başka korkuları giderir. Kim Allah'tan korkmazsa, Allah ona başka korkular verir." Diğer bir sözde de şöyle denilmiştir:
"-Aklı en çok olanınız, Allah Teâlâ'dan en çok korkan ve O'nun emir ve yasakları üzerinde en çok düşüneninizdir."
Yahya İbni Muâz şunları söylemiştir: "Bîçare âdemoğlu! Fakirlikten korktuğu kadar cehennemden korksaydı kurtulurdu.", "Kıyâmet gününde en çok güven duyanlar, dünyada en çok korkanlardır.", "Mümin bir günah işlediği takdirde, ondan iki sevap çıkarır. Bunlar azap korkusu duymak ve af ümit etmektir." Çünkü Şer'î ölçülere uygun olan korku ve ümit, sevap kazandıran sâlih amellerdir.
Zünnun şöyle demiştir: "Allah'tan korkan kimsenin kalbi kötü duygulardan arınır. Bu kimsenin Allah'ı tanıması ve O'na sevgisi artar.", "Korkunun ümitten fazla olması gerekir. Çünkü ümit fazla olduğu zaman, onun fazlalığı ölçüsünde kalpte ve duygularda bozulma ve çürüme meydana gelir."
Ebul-Hasan ed-Darîr şöyle demiştir: "Kurtuluşun alâmeti şekavetten korkmaktır. Çünkü şekavetten ancak kurtuluş ehli olanlar korkarlar. Korku, kulu kurtuluşa bağlayan sicimdir. Bu sicim koptuğu takdirde, kul şekâvet çukuruna yuvarlanır ve orada helâk olanlarla birlikte helâk olur."
Ebu Süleyman ed-Dârânî şöyle demiştir: "Korku kalpten ayrılırsa, kalb akrep ve çıyanların yuvası hâline gelir." Bu sözdeki akrep ve çıyanlardan maksat, bozulan his ve duygulardır. Bu his ve duygular dünyada, akrep ve çıyan gibi zehirli ve zararlıdırlar. Ahirette de hakikaten akrep ve çıyan hâline gelirler.
Sehl şöyle demiştir: "Helâl şeylerle yetinmedikçe korku sahibi olduğunu zannetme." Buna göre, Allah Teâlâ'dan korkmanın ölçüsü, helâl şeylerle yetinmektir.
Hasan el-Basrî'ye, "Bizi korkutuyorsun; seni dinlerken kalplerimiz yerinden fırlıyor." demişler; Hasan (ra) şu karşılığı vermiştir: "Allah'a yemin ederim, sizin için dünyada korkup ahirette emniyet kazanmak, dünyada emniyet duyup ahirette korkmaktan çok daha iyidir."
Mümin, sadece günahlarından dolayı korkmaz; o aynı zamanda amellerinin kabul edilmemesinden de korkar. Allah Teâlâ, korkan kullarını şöyle tarif etmiştir: "Onlar Rablerine döneceklerini bildikleri için sâlih amelleri de kalpleri titreyerek işlerler." (Mu’minûn, 60)
İnsan, yaptığı işin kontrolden geçirileceğini bilir veya buna inanırsa, onu dikkat ve korku ile yapar. Ona bakılmayacağını düşündüğü takdirde ise, onu rast gele yapar ve bir kenara atar. Bundan dolayı, Allah Teâlâ şöyle buyurmuştur: "Onlara de ki: Amel edin, amelinizi Allah, O'nun Rasûlü ve müminler göreceklerdir. Daha sonra da görülen ve görülmeyen her şeyi bilen Allah'a götürüleceksiniz ve O size ne yaptığınızı haber verecektir." (Tevbe, 105)
Günahlarına rağmen emniyet duyanların kötülenmesi de korkunun lüzum ve faziletini gösterir. Allah Teâlâ şöyle buyurmuştur:
"Gökte olanın sizi yere batırmayacağından emin mi oldunuz? Halbuki, kendisi istediği takdirde, o birden ve size rağmen sallanıverir. Yoksa, gökte olanın üzerinize taş yağdırmayacağından mı emin oldunuz? O bunu yaptığı takdirde, azabın ne olduğunu anlarsınız." (Mülk, 16, 17)
"Şehirlerin halkı, kendileri uyurken geceleyin azabımızın onlara gelmesinden emin mi oldular? Yoksa, onlar eğlenirken gündüzün azabımızın onlara gelmesine mi inandılar?" Allah’ın (şu veya bu şekilde gelebilen) azabından emin mi oldular? Allah’ın azabından ancak hüsrana uğrayanlar emin olurlar." (A'râf, 97, 99)
Her zaman korkunun ifadesi olmamakla birlikte, onun samimî tezahürlerinden birisi de ağlamaktır. Bu yüzden, Kur'ân-ı Kerim'de bazen ağlamak emredilmiş, bazen de ağlayanlar övülmüştür. Örneğin şöyle buyurulmuştur:
"Yaptıklarından dolayı az gülüp çok ağlasınlar." (Tevbe, 82)
"Siz, Kur’ân’ın verdiği haberleri (kıyâmeti, azabı, cehennemi) duyunca, tuhaf bir şey duymuş gibi gülüyorsunuz, ağlamıyorsunuz öyle mi?" (Necm, 59, 60)
"Kendilerine daha önce ilim verilenler, Kur’ân okunduğu zaman yüz üstü secdeye kapanırlar. 'Rabbimizi tazim ve takdis ederiz, O va'dettiği şeyi yapar.’ derler; secde ederken ağlarlar ve ağlamak onların korkusunu ve huşuunu arttırır." (İsrâ, 107, 109) Allah Rasûlü (sa) da şunları söylemiştir:
"Allah korkusuyla ağlayanlar, cehennem ateşinde yanmazlar." (Tirmizî)
"Kurtulmak istersen dilini (gıybet, yalan ve bilmediğin şeyleri konuşmak gibi şeylerden) tut; evin sana yetsin (zevkini ve istirahatını evinde ara) ve günahların için ağla." (Geçti)
"Allah Teâlâ yanında en sevimli olan iki damla, O'nun korkusuyla dökülen göz yaşı damlası ile O'nun yolunda akan kan damlasıdır." (Tirmizî)
"Gölgenin bulunmadığı kıyâmet gününde yedi sınıf insan Allah Teâlâ’nın Arş'ının gölgesinde barınırlar. Bunlardan birisi halvette (yalnızken) Allah Teâlâ'yı anıp O'nun korkusuyla gözleri yaşarandır." (Muttefekun aleyh)
Kâ'b-ul-Ahbâr şöyle demiştir: "Allah korkusuyla ağlayıp yanaklarımdan yaşlar akıtmak, çil çil altınları sadaka etmekten daha çok hoşuma gider."
Ancak, Allah Teâlâ'dan korkmak helâl şeylerden de yararlanmamak, meşru dairede çalışmamak ve her şeyi yüz üstü bırakmak demek değildir.
Allah Rasûlü (sa) bir gün "Ey insanlar! Rabbinizden korkun. Hiç şüphe yoktur ki, kıyâmet sarsıntısı büyük bir hâdisedir." (Hac, 1) âyetini okuyunca, "Bu sarsıntının ne olduğunu biliyor musunuz?" diye sordu.
Ashâb bilmediklerini söyleyince de kendisi onu şöyle açıkladı: "Kıyâmet gününde Âdem'e, 'Kalk, cehenneme gidecek zürriyetini ayır.’ denir. Kendisi, 'Bunlar toplamın kaçta kaçıdırlar?’ diye sorar. Ona, 'Bunlar toplamın binde dokuz yüz doksan dokuzudurlar. Cennete ancak binde bir gidecektir.’ denir. Mahşer halkı bu haberi duyunca, korku ve dehşetle sarsılırlar."
Allah Rasûlü’nün bu açıklamasını dinleyen ashâbı da korku ve panik sardı ve o gün onlardan hiçbirisi dünyaya ait bir iş yapmadı. Çoğu da günü ağlamakla geçirdiler.
Allah Rasûlü (sa) onların bu hâlini görünce, kendilerine şunu söyledi:
"Siz diğer insanlar içinde tıpkı siyah bir öküzün cildindeki beyaz ben veya siyah bir elbisedeki beyaz bir nişan kadar azsınız. Kıyâmet gününde cennete gidecek olanların azlığı da sizin azlığınızdan dolayıdır."
Bu açıklamayı dinleyen ashâb kendilerine geldiler ve normal işlerini yapmaya başladılar.
Allah Rasûlü (sa), ashâbın aşırı bir korkuya kapılıp işlerini terk etmelerini doğru bulmadığı için, onlara bu son açıklamayı yapmak zorunluluğunu hissetmiştir.
Korku mu, Ümit mi Efdaldir?
Daha önce de açıkladığımız gibi, korku ve ümit bir bütünün parçalarıdır. Bu sebeple, korkunun olduğu yerde ümit, ümidin olduğu yerde de korku vardır ve olması lâzımdır. Çünkü sevilen ve istenen bir şeyin olmasıyla olmaması muhtemel olduğu zaman, onun olması ihtimali ümit, olmaması ihtimali de korku doğurur. O şey sevilmeyen ve istenmeyen bir şey ise, bu da ümit ve korku doğurur, ancak burada bunların yeri değişir. Ümit ve korkunun her zaman birlikte olmalarından dolayı Allah Teâlâ razı olduğu kullarını şöyle tarif etmiştir:
"Onlar korku ve ümitle Rablerine ibadet ederler." (Secde, 16)
"Onlar korku ve ümitle bize duâ ederler." (Enbiyâ, 90)
Ancak bu iki duygudan hangisinin efdal olduğu ve ikisinin eşit miktarda olması mı, yoksa onlardan birinin daha fazla olması mı daha iyidir? sorusu aklı kurcalayabilir. Çünkü, bunlardan hangisiyle ilgili âyetler, hadisler ve haberler gözden geçirilse, onun daha üstün olduğu ve onun daha fazla olmasının daha iyi olduğu kanaati oluşur. Bu soruya verilecek cevap şudur:
Korku veya ümidin daha üstün olması veya onlardan birinin daha fazla olmasının daha. iyi ve hatta gerekli olması kendilerinden değil, ihtiyaçtan kaynaklanan bir durumdur. Bunları ekmek ve suya benzetirsek; nasıl ki, yaşamak için hem ekmek, hem de su zarurî ve gerekli iseler ve bunlardan birinin birinci ihtiyaç durumunu kazanması kişinin daha çok aç veya susuz olması ile alâkalı ise, tıpkı bunun gibi, korku ve ümidin ikisi de gereklidirler, ancak duyulan ihtiyaç bunlardan birini öne çıkarır ve ona öncelik kazandırır.
Buna göre bir kimse aşırı ümitli ise ve bu yüzden günah işleyebilir veya ibadette kusur ve ihmal gösterebilirse, bu kimsenin daha fazla korkuya ihtiyacı vardır. Fakat aşırı bir korkuya kapılmış ve bu sebeple ümitsiz hâle gelmişse, o zaman da onun daha çok ümide ihtiyacı vardır. Korku ve ümidi kalb ve nefsin ıslahı için gerekli olan iki ilaca da benzetebiliriz. Bu yüzden, bunlardan hangisi bu ıslahı daha iyi yapabilirse o daha üstündür. Bu da kişilere göre değişir. Ancak şu da bir gerçektir ki, insanların çoğu ıslah olmak ve yola gelmek için korkuya daha çok muhtaçtırlar. Bu sebeple bu kimseler için korku ümitten üstündür ve bunlarda daha çok korku bulunması gereklidir.
Günahların her türlüsünü terk etmiş ve ibadetlerini muntazam ve mükemmel bir şekilde ifâ etmeye alışmış kimseler için ise üstün olan, korku ve ümidin eşit seviyede olmalarıdır. Bu sebeple şöyle denilmiştir: "Müminin korku ve ümidi tartılsa, eşit oldukları görülür."
Hz. Ömer (ra) da şunu söylemiştir: "Eğer gökten gelen bir ses, 'Bir kişiden başka herkes cehenneme gidecek.’ dese, Ben o kişi olduğumu ümit edeceğim. Ve eğer bu ses, 'Bir kişiden başka herkes cennette gidecek.’ dese, ben o kişi olduğumdan korkacağım."
Yahya İbni Muâz şöyle demiştir: "Yalnız korku ile ibadet eden bir kimsede vesvese çoğalır. Yalnız ümit ile ibadet eden bir kimsede de aldırmazlık oluşur. Onun için, ibadette korku ve ümidi birleştirmek lâzımdır."
Hz. Ali (ra) şöyle demiştir: "Cennete iştiyak duyan kimse, dünya zevkleriyle oyalanmaz; cehennemden korkan kimse de haramlara arzu duymaz."
Allah Rasûlü’ne nisbet edilen bir sözde şöyle denilmiştir: "Mümin iki korku arasındadır. Bunlar, Allah Teâlâ’nın onun geçmişi hakkında ne hüküm verdiğinden ve geleceği hakkında ne takdir ettiğinden duyduğu korkulardır."
Ölüm anında ise hüsn-i zan ve ümit efdaldir. Çünkü korku amel için gereklidir. Ölüm anı ise amelin bittiği andır. Bu anda fazla ümit etmek, Allah Teâlâ'yı daha çok sevmeye vesile olur. Çünkü iyiliği ümit edilen sevilir.
Allah Teâlâ'yı severek ölmek ise en üstün bir ölüm şeklidir. Tıpkı bunun gibi, Allah Teâlâ'yı severek yaşamak da en üstün yaşamak biçimidir.
Bütün ilim ve ibadetler de Allah Teâlâ'yı daha iyi tanımak, O'nu daha iyi tanıyınca da kendisini daha çok sevmek içindir. O'nun daha çok sevmenin gayesi de O'nun sevgisiyle ölüp huzuruna çıkmaktır. Allah sevgisiyle ölenler ölüm anında kavuşma sevincini duyarlar. Çünkü ölmek onları sevdiklerine kavuşturur.
Mal, evlât ve dünya sevgisiyle ölenler ise, ölüm anında ayrılık acısını çekerler. Çünkü ölüm bunları da sevdiklerinden ayırır.
Ölüm anındaki bu sevinç ve acıdan sonra, Allah Teâlâ'yı sevenler için gözlerin görmediği, kulakların duymadığı ve akılların idrâk edemediği mutluluklar ve nimetler vardır. Mal ve dünyayı sevenler için de bu türlü mutsuzluklar ve musibetler beklemektedir.
Allah Rasûlü (sa) şöyle buyurmuştur: "Biriniz ölürken Allah Teâlâ hakkında hüsn-i zan ve ümit etsin." (Müslim) Bu böyle olduğu için, ağır hastalara ümit arttırıcı mahiyette telkinler yapmak sünnettir.
Süleyman ed-Dârânî vefat etmek üzere olduğu sırada oğluna şöyle demiştir: "Yavrum! Bana ruhsatlardan bahset ve bunlarla bana ümit ver. Ta ki, Rabbim hakkında hüsn-i zan ederek öleyim."
Ahmed İbni Hanbel de oğluna şunu söylemiştir: "Çocuğum! Bana ümit veren âyet ve hadisleri oku. Ta ki Rabbimi severek öleyim."
Korku Kazanmanın Yolları
Bil ki, din makamlarının ilki (dinde ilk kazanılması gereken şey) yakîndir. Yakîn ise Allah Teâlâ'ya, O'nun rahmet ve gazabına, cennet ve cehenneme kuvvetli bir şekilde iman etmektir.
Bu yakîn ve kuvvetli iman zarurî olarak Allah Teâlâ’nın rahmetini ve rahmetinin bir cilvesi olan cenneti ümit etmeyi, O'nun gazabından ve gazabının bir yansıması olan cehennemden korkmayı doğurur. Ancak nefse ait sebepler ve dünya meşguliyetleri bu duyguların şiddetini azaltabilirler. Bunun önüne geçmenin çaresi ise iki şeydir.
Birincisi, bu türlü olumsuz etkisi olan sebep ve meşguliyetlerden uzak durmak; ikincisi de bilhassa korkuyu takviye eden va'az ve nasihat dinlemek, Allah Teâlâ’nın dünyada da pek çok örnekleri görülen, ahirette ise daha da şiddetlenen ve çeşitlenen azap ve gazabını düşünmek, korkanlarla oturup kalkmak ve onların hâl ve siyretlerini okuyup öğrenmektir.
Şu bilinmelidir ki, iman iki çeşittir. Birisi taklidî, diğeri tahkikidir. Taklidî iman, avam halkın imanıdır. Bu imanda esas olan unsur ailenin ve çevrenin dindar olmasıdır. Çünkü halk tabakası aile ve çevrelerine bakarak iman ederler. Böyle bir imana sahip olan kimseler imanın mâna ve hakikatinden habersizdirler. Onun için bu kimseler imanın kendisinde mevcut olan korkuyu ancak takviye edici duyum ve müşahedelerden alırlar. Bu insanlar, örneğin deprem gibi bir hâdise karşısında kalınca a'zamî derecede korkarlar. Fakat her şey normal gittiği zaman, korkuları az olur.
Tahkiki iman ise âlimlerin ve onların durumunda olan kimselerin imanıdır. İmanları tahkik (inceleme) ve ilimden gelen bu kimseler, her zaman a'zamî derecede korku duyarlar. "Ancak âlimler Allah'tan korkarlar." âyeti de bu insanlardaki korkunun gelip geçici değil, devamlı olduğunu ve hiçbir zaman azalmadığını ifade eder.
Bunların korkusu günahlardan değil, Allah Teâlâ'ya karşı duydukları saygı ve tazimden ileri geldiği için, kendileri zahir ve bâtınlarıyla (dış ve içleriyle) Allah Teâlâ'ya yönelmiş olsalar, kalpleri külliyen dünyadan kesilmiş olsa ve kendileri her türlü ibadet ve hayra muvaffak olsalar, yine de korkuları azalmaz. Bunlar, bu iyi hâlin sonuna kadar devam edip etmeyeceğinin belirsizliği yüzünden de endişe duyarlar. İyi giden bir günün sonunda hava bozulabildiği gibi, insan kalbi de bir müddet iyi iken, daha sonra bozulabilir. Bundan dolayı, bu kimseler korku içinde şöyle duâ ederler."Rabbimiz! Bize hidayet verdikten sonra kalplerimizi saptırma. Hiç şüphe yoktur ki, sen duaları kabul edensin." (Al-i İmrân,
Ariflerden bir zat şöyle demiştir: "Elli sene birlikte olup tevhid ehli olduğunu bildiğim bir kimse, bir saat benden ayrılıp gıyabımda ölse, onun tevhid ehli olarak öldüğünü kestiremem. Çünkü insan kalbi sür'atle döner ye çabuk yön değiştirir."
Ebud-Derdâ (ra) şöyle demiştir: "İmanını emniyette hisseden bir kimse eninde sonunda ve en geç ölürken onu kaybeder."
Sufyân es-Sevrî'nin çok ağladığını görenler ona, "Allah Teâlâ’nın rahmeti hakkında ümitli ol. O'nun rahmeti ve affı senin günahlarından daha çoktur." demişler.
Sufyân (ra) şu karşılığı vermiştir: "Ben günahlarımın affından evvel, imanımı kurtarıp kurtaramayacağımdan korkuyorum. Ağlamam bundandır."
Bir zat bir dostuna şunu vasiyet etmiştir: "Ben ölünce, iman ve tevhid üzerine öldüğüme kanaat getirirsen, bütün malımı sat ve onunla şeker alıp köy çocuklarına dağıt ve, 'Bu nedir?’ diye soranlara, 'Bu, imanını kurtarmış bir bahtiyarın düğün şekeridir.’ de!"
Sehl şöyle demiştir: "Mümin her an küfre düşmekten veya bir günahla mübtelâ olmaktan korkar."
Hasan şöyle demiştir: "Münafıklıktan beri olduğumu bilseydim, bu beni bütün dünyaya sahip olmaktan daha çok sevindirirdi."
Allah Rasûlü (sa), münafığı ve münafıklığı şöyle tarif etmiştir:
"Kimde dört huy bulunsa, o kimse hâlis (yüzde yüz) bir münafıktır. Kimde bu huylardan birisi bulunsa, onda münafıklığın dörtte biri vardır. Bu huylar; konuşurken yalan söylemek, söz verirken onu yerine getirmemek, kendisine güvenilmişken hainlik etmek (aldatmak), kavga ederken hak ve hukuka aldırmamaktır." (Müttefekun aleyh)
Hasan şöyle demiştir: "İç ve dışın bir olmaması, kalb ve dilin farklı olması da münafıklıktır."
Sahâbî Huzeyfe (ra) şöyle demiştir: "Allah Rasûlü döneminde bir adam uygunsuz bir söz söyleyince, münafık sayılırdı. Şimdi ise ben bu türlü sözleri sizden günde on defa duyuyorum." (Ahmed)
Birkaç sahâbi şunu söylemişlerdir: "Siz şimdi bazı işler yapıyorsunuz. Bu işler gözlerinizde kıl kadar ince ve önemsiz görünüyor. Halbuki, biz bu işleri Allah Rasûlü döneminde büyük günahlardan (kebâir'den) sayıyorduk." (Buharî, Ahmed, Bezzâr, Hâkim)
Bazıları şöyle demişlerdir: "Münafıklığın alâmetleri, kişinin başkalarına nehyettiği şeyi kendisinin yapması, zalimliğine rağmen birisini savunması, haklılığına rağmen birisini kötülemesidir."
Ve şöyle denilmiştir: "Münafıklığın bir alâmeti de, kişinin sahip olmadığı meziyetlerle övülmekten hoşlanmasıdır."
Münafıklık sû-i hâtime ile, yani, imanını kaybederek ölmenin en önemli sebeplerindendir. Bunun diğer bazı sebepleri ise bid'at ehli olmak, zulmetmek, günah işleyip tevbe etmemek, riya yapmak ve kibir taşımaktır.
Kötü Akıbet
Bil ki, sû-i hâtime, yani kötü akıbet iki türlüdür.
Birinci türü, ölüm sekerâtı ve sıkıntıları anında kalbe şüphe, inkâr ve isyanın musallat olması ve ruhun bu olumsuz havada alınmasıdır. Bu olduğu takdirde, ölen kişi küfür üzerine ölmüş, bütün amel ve ibadetleri yanmış ve kendisi ebediyyen cehennemde azap çekmeye mahkûm olmuş olur. Bu kişi ahirette Allah Teâlâ'dan uzak ve mutluluktan mahrumdur. Bu hâl, en kötü sû-i hâtime türüdür.
İkinci türü ise, ölüm anında kalbin dünyaya ait bir şeye takılıp kalması ve bu yüzden ruhun Allah Teâlâ'dan gâfil bir durumda alınmasıdır. Bu hâl, birincisinden ehven olmakla birlikte, derece kaybına ve ayrılık azabı çekilmesine sebep olur. Bu hâlin de en kötüsü kalbin gayr-i meşru ve haram olan bir şeye takılmış olmasıdır. Çünkü bunun ahiretteki sıkıntısı ve azabı çok daha fazladır. Bu ayrıca, küfür üzerinde ölmenin yaygın sebeplerinden birisidir. Çünkü gayr-i meşru arzularla kirlenen ve artık temizlenme imkânı kalmayan bir kalb ve ruh Allah Teâlâ'ya yakın olma ve cennete girme liyâkatini kaybeder.
Sû-i hâtime ile ölen bir kimse, hemen azap çekmeye başlar. Çünkü kabir onun için azap çukurudur. O (kabir), kalbi dünya sevgisinden selâmette olan, himmeti Allah Teâlâ'ya yönelmiş bulunan ve bu hâlde ölen bir kimse için ise nimet sarayıdır.
Allah Rasûlü (sa) şöyle buyurmuştur: "Kabir ya cennet bahçelerinden bir bahçedir veya ateş çukurlarından bir çukurdur." (Tirmizî)
Kur’ân ve hadislerle sabit olan kabir azabını ve nimetini inkâr edenler, Allah Teâlâ’nın nurundan, Kur’ân’ın nurundan ve imanın nurundan mahcup (önlenmiş) olan ve ahiret saadetinden mahrum kalan kimselerdir.
Kötü akıbetin sebeplerinden birisinin de bid'atçılık olduğunu söylemiştik. Bid'atçılık da iki çeşittir:
Birincisi itikatta, ikincisi ise amelde bid'atçı olmaktır.
İtikattaki bid'atçılığın en kötüsü de Allah Teâlâ’nın zâtı ve sıfatları hakkında yanlış ve uydurma fikir ve inançlar taşımaktır. Bu yanlış ve uydurma fikir ve inancı taşıyanlar, kötü akıbet tehlikesine maruzdurlar. Bu kimselerin zühd ve takva sahibi olmaları da onları bu kötü akıbetten kurtaramaz.
Allah Teâlâ’nın zat ve sıfatları hakkında yanlış düşünmek ve yanlış inanç taşımak ebedî felâkete sebep olduğu için, Allah Teâlâ'yı ilgilendiren konularda Kur’ân ve sahih hadislerin verdikleri bilginin dışına çıkmamak, bu konuları mücerret akıl yoluyla kurcalamamak, te’vil ve teşbihe kalkışmamak, kasıtlı olarak kapalı bırakılan meseleleri açmaya ve açıklamaya çalışmamak lâzımdır. Çünkü Allah Teâlâ’nın zat ve sıfatlarını idrâk etmek akıl gücünün üstündedir. Onun için bu akıl üstü90 mevzuda nakil ve Nassın ihtivâ ettiği bilgiyle yetinmek ve bu bilgiye göre iman etmek tek çaredir.
(Allah Teâlâ'nın zat ve sıfatları mevzuunda dört ekol oluşmuştur. Birincisi, selef ekoludur. Bu ekol, sözü geçen mevzuda nassların zahir mânalarını almış ve Allah Teâlâ’nın başka hiçbir şeye benzemediği prensibini kabul etmiştir. İkincisi, Eş'arî ekolüdür. Bu ekol, zahir mânası teşbih ifade eden nassları tevil emiştir. Örneğin, âyetlerde geçen 'Allah’ın eli'ni O'nun kudretiyle te'vil etmiştir. Maturidîler de bu ekol altında anılırlar. Üçüncü ekol Mutezile ekoludur. Pek çok zındıkın da dahil bulunduğu bu ekol mensupları, aklın her şeyi halletmeye yettiği esasından hareket ederek Allah Teâlâ ve sıfatları mevzuunu sorumsuzca kurcalamaya ve üzerinde konuşmaya ve fikir yürütmeye çalışmışlardır. Dördüncü ekol ise, Sûfiyye ekoludur. Bu ekola dahil olan bazı sûfiler, keşif dedikleri ve ne olduğu bilinmeyen bir kriteri ölçü alarak Allah Teâlâ ve O'nun sıfatları hakkında ileri geri ve gelişi güzel sözler söylemişlerdir. Bu ekollerden en sağlıklı olanı birinci ekoldür. İkinci ekol da Ehl-i Sünnet yoldur. Üçüncü ve dördüncü ekoller sakınılması gereken bid'at yollarıdır.)
Esasen, bu mevzudaki mükellefiyet de bu bilgi ve inançla sınırlıdır. Bundan dolayı, selef âlimleri kelâm ilmi ile meşgul olmayı hoş görmemiş ve hatta bu ilmi bid'at saymışlardır. Çünkü bu ilimde ilâhiyat mevzuunda nass kadar ve belki de ondan daha fazla akla yer verilmiş ve akıl, kendi gücünün üstünde olan bu mevzuda tökezleyip durmuştur. İlâhiyat mevzuunda değişik ihtimalleri kurcalayan tartışmalar ve enâniyeti hakkın üstünde tutan taassuplar da kesinlikle câiz değildir. Bu yüce konuda tartışmayı meslek hâline getirenler, çoğunluk itibarıyla dinde esas olan amelden da uzak yaşarlar. Bunlar gereksiz ve üstelik zararlı olan tartışmayı ve konuşmayı amel ve ibadet yerine geçirirler. Bu da bu konudaki ikinci hatadır.
Kötü akıbetin sebeplerinden birisi de kuvvetli ve şuurlu bir iman kazanmamış olmaktır. Böyle bir iman bulunmayınca, kalpteki Allah ve ahiret sevgisi de az olur. Buna mukabil, nefis ve dünya sevgisi kuvvetli ve şiddetli olur. Bunun paralelindeki amel ve ahlâk da bozuk olur. Bu olumsuz şartlarda yaşayan bir insanın elbette ki, akıbeti de kötü olur. Çünkü kim nasıl yaşarsa öyle ölür. Ve nasıl ölürse ahirette de o şekilde muamele görür. Bozuk bir hayat yaşayan bir insanın son birkaç nefesinde iyileşmesi ve iyilik üzerinde ölmesi, tıpkı tarlasını ateşe verip yakan bir insanın bunun küllerinden taze hasat alması gibi olanaksız bir şeydir.
Kalpte Allah sevgisi azalıp nefis ve dünya sevgisi artınca, günahlardan sakınmak için de ne sebep, ne de irade kalmaz. Bu suretle artık rahatlıkla ve mebzulen işlenen günahlar kalbin üstüne karanlıklar gibi çöker ve onu kupkuru ve kaskatı bir hâle getirirler.
Ebedî hayata geçiş zamanı olan ölüm gelince de, ne bu hâdisenin mânasını anlayacak ve ondaki rahmeti görecek bir şuur ve idrâk bulunur, ne de kudreti ölüm sekeratlarıyla açık bir hâle gelen Allah Teâlâ'ya dönmek ve O'na teslim olmak için aydınlatıcı bir ilham ve yönlendirici bir ışık bulunur. Bunun aksine, kişi sevdiği dünyasını ve hayatını başına yıktığı ve arzularını yarım bıraktığı için Allah Teâlâ'ya karşı kırgınlık, kızgınlık ve isyan duyar. Sonuçta da Allah Teâlâ'yı severek ve sevgisi artarak ölmek yerine, O'na buğzederek ve buğzu düşmanlık hâline getirerek can verir. Böyle bir kimse Allah Teâlâ’nın düşmanları arasında haşredilir.
Kur'ân-ı Kerim'de şöyle buyurulmuştur: "O gün Allah’ın düşmanları ateşe sürülür ve orada yığılırlar. Dayanıp susarlarsa yerleri odur, ateştir. Dayanamayıp af dilerlerse, onları dinleyen yoktur." (Fussilet, 19, 24)
Allah Teâlâ'yı ve ahireti nefsinden ve dünyasından daha fazla seven bir kimse ise, kötü akıbet tehlikesinden oldukça uzak olur. Çünkü ölüm olayı bu kimsedeki Allah ve ahiret sevgisini daha da arttırır. Bu sevgi de onun imanını en güzel bir şekilde korur. Böyle bir kimse de Allah Teâlâ’nın dostları arasında haşredilir. Kur'ân-ı Kerim'de şöyle buyurulmuştur:
"Bilin ki, Allah’ın dostları için ahirette ne korku, ne de üzüntü vardır." (Yûnus, 62) Allah Teâlâ bu dostlarını, "Onlar iman eden ve günahlardan sakınanlardır." (Yûnus, 63) şeklinde tarif etmiştir. İman etmek ve günahlardan sakınmak ise insanda Allah ve ahiret sevgisini geliştirir ve bu sevgi ölüm anında daha da artarak zirve ve doruk noktasına ulaşır. Çünkü ölüm anı sevgiliye kavuşmanın en çok yaklaştığı andır. Küfür ve günahlar ise, insanda nefis ve dünya sevgisini geliştirir ve bu sevgi ölüm anında daha da yoğunlaşarak en şiddetli dereceye ulaşır. Çünkü ölüm anı bu sevgilinden ayrılmanın en çok yaklaştığı andır.
Bu izah, kötü akıbet tehlikesinden kurtulmanın çaresi bulunduğunu ve isteyenin bu çareyi kullanıp kendi akıbetini ve ebedî hayatını kurtarabildiğini gösterir. Bu imkân bulunduğuna göre, demek ki, kurtulan da, helâk olan da kendi iradeleriyle akıbetlerini tayin ederler. Onun Kur'ân-ı Kerim'de, "Helâk olan da bile bile helâk olur, kurtulan da bile bile kurtulur." (Enfâl, 42) buyurulmuştur.
Ölüm hâlinde en kuvvetli hislerin kalb ve zihne hâkim olması, tıpkı rüyada aynı olayın meydana gelmesi gibidir. Çünkü rüyada da en çok sevilen, korkulan, ilgi duyulan ve meşgul olunan şeyler görülür. Onun için, sâlih kimseler rüyalarında mescid, ibadet, vaaz ve zikir görürken, fâsık kimseler meyhane, kumar, oyun ve eğlence görürler.
Mutarrif İbni Abdullah şöyle demiştir: "İnsanların kötü akıbetle ölmelerine şaşmam. Çünkü bozuk yaşayanlar çoğunluktadırlar. Ben kötü akıbetten kurtulanların bundan nasıl kurtulduklarına şaşarım. Çünkü yaşayışlarıyla bunu hak edenler oldukça azdırlar."
Hâmid el-Allâf şöyle demiştir: "Görevli melekler, mümin bir ölünün ruhunu göklere çıkardıkları zaman, göklerdeki melekler onun iman ve hayır üzerine ölmüş olmasına şaşar ve şöyle derler: 'Anlı şanlı iyilerin bile bozulduğu bir dünyada bu kul nasıl kurtulmuştur?"
Sufyân es-Sevrî bir gün ağlarken şöyle demiştir: "Bir zaman günahlarımız için ağlardık. Şimdi ise, müslümanlığımız için ağlıyoruz."
Ey kardeş! Madem ki, önünde kötü akıbet tehlikesi vardır; öyleyse bir nefes müddeti kadar bile Allah Teâlâ'dan gâfil olma; amel ve ibadetleri ihmal etme, haram ve fuzulî isteklerle kalbini meşgul etme. Yemek yerken bununla ibadet etmeye güç bulmayı, giyinirken onunla avretini örtmeyi, vücut emanetini sıcak ve soğuğun öldürücü etkilerinden korumayı niyet et. Öbür yandan, bu ve benzeri dünya işlerinde nefsin arzularını değil, zarurî ihtiyaçları esas al ve bunları ifâ etmekten de tuvalete gitmek kadar hoşnutsuzluk duy. Bil ki, nefse hizmet için yaşamak en süfli yaşamak biçimidir. Ve himmeti midesi olan bir kimsenin kıymeti de midesinden çıkan şey kadardır. Allah Teâlâ da böyle bir kimsenin kötü akıbetle ölmesine aldırmaz.
Peygamberlerin ve Meleklerin Korkusu
Bil ki, Allah Teâlâ'yı en çok tanıyanlar peygamberler ve meleklerdir ve bunlar O'ndan korkmuşlardır. Kur'ân-ı Kerim'de, peygamberler anlatılınca şöyle denilmiştir:
"Onlar hayır işlerinde sür'atli davranır, korku ve ümitle bize yalvarır ve devamlı surette bizden korkarlardı." (Enbiyâ, 61)
Allah Rasûlü (sa) da aynen bu âyette bildirildiği gibi Allah Teâlâ'dan korkardı. Örneğin, "Şiddetli bir rüzgâr estiği zaman, yüzü sararır ve, 'Vaktiyle bir kavim rüzgârla helâk edilmiş.’ diyerek bunun bir azaba dönüştürülmesinden endişe duyardı." (Müttefekun aleyh), "Bir gün Kur'ân okuyan birisini dinlemişti. Okuyan, 'Yanımızda boyunduruklar, yakıcı ateş, boğazdan geçmeyen taam ve elem verici azap vardır.’(Müzzemmil, 12, 13) âyetini okuyunca, kendisi sarsılmış ve baygınlık alâmetleri göstermiştir." (Beyhakî, İbnu Adiyy) Bunlar iki örnektir. Allah Rasûlü’nün korkusu devamlı ve son derece güçlüydü. O şöyle derdi: "Benim bildiğimi bilseydiniz, az güler, çok ağlardınız; nimetten zevk almaz ve hep yalvarıp duâ ederdiniz." (Geçti)
Mücâhid şöyle demiştir: "Dâvûd (as)’ın ağlamasından, secde ettiği yerde bitki yeşerirdi." Bu peygamber duasında şöyle derdi:
"Allah'ım! Sana karşı ibadetimdeki kusuru düşününce, geniş olan dünya bana dar gelir. Sonra rahmetini düşününce, ruhumda rahatlık duyarım."
Kur'ân-ı Kerim'de melekler hakkında da şöyle buyurulmuştur: "Melekler, üstlerindeki Rablerinden korkarlar ve O'nun tarafından kendilerine emredilen işleri yaparlar." (Nahl, 50) Allah Rasûlü (sa) da şunu söylemiştir: "Cebrâil (as)’ı bana her gelişinde Allah Teâlâ'dan korkar bir hâlde görüyorum." (Geçti)
Ashâb ve Sâlihlerin Korkusu
Bil ki, peygamberlerden sonra Allah Teâlâ'yı en çok tanıyan ve O'nun hakkında en fazla bilgisi olan kimseler ashâb, tabiîn ve bunları takip eden âlimler ve sâlihlerdir. Beşeriyetin en zübde (süzülmüş) ve en akıllı kesimi de bunlardır. Bunlar da, Allah Teâlâ'dan çok korkmuşlardır.
Örneğin, Hz. Ebu Bekir (ra), Allah Teâlâ'dan o kadar korkardı ki, büyük hizmetine ve erişilmez imanına rağmen:
"Keşke ben sorumlu bir insan değil, masum bir kuş olarak yaratılsaydım." demiştir.
Hz. Ömer (ra)’ın yanaklarında göz yaşlarının açtığı iki oluk vardı. Çünkü Allah Teâlâ korkusuyla çok ağlardı. O azap âyetlerini dinlerken de bayılırdı. Bir gün, "...Ve amel defterleri açıldığı zaman herkes neler yapmış olduğunu görür." (Tekvîr, l-14) âyetlerini dinleyince bayılmış, bir gün de, "Rabbinin azabı vuku bulacaktır. Hiçbir şey onu önleyemeyecektir." (Tûr, 7, âyetlerini dinlerken kendinden geçmiş ve bir müddet evde hasta yatmıştır.
O şunu da söylemiştir: "Allah Teâlâ'dan korkan bir kimse kızgınlığını gidermek için intikam almaya çalışmaz ve canının istediği her işi yapmaz."
Hz. Ali (ra) da şunu söylemiştir: "Allah Rasûlü’nün ashâbı geceleri Allah Teâlâ’nın kitabını okuyarak ve namaz kılarak ihyâ ederlerdi. Allah Teâlâ korkusuyla gözerinden yaşlar akar ve elbiselerini ıslatırdı. Onlar gündüzleri de Allah Teâlâ'yı çok zikreder ve bunu yaparken rüzgâr önündeki ağaçlar gibi sallanırlardı."
Muâz İbni Cebel (ra) şöyle demiştir: "Cehennem üzerindeki Sırat köprüsünü selâmetle aşıp cennet tarafına geçmedikçe müminin korkusu azalmaz."
Abdullah İbni Abbas (ra) şöyle demiştir: "Bu dünyada nasıl sevinebiliriz ki; önümüzde ölüm, kabir, kıyâmet, Sırat köprüsü ve Allah Teâlâ’nın huzurunda hesap verme gibi birbirinden ağır ve zor olaylar vardır."
Ali İbni Hüseyin (Zeynulâbidin) (ra) (Hz. Hüseyin'in oğlu olan bu zât, Şiilerin dördüncü imamıdır.), namaz kılmaya hazırlandığı zaman korkudan yüzü sararırdı. Bunun sebebini soranlara da şöyle derdi: "Kimin huzuruna çıkmaya hazırlandığımı biliyor musunuz?"
Musa İbni Mes'ûd şunu söylemiştir: "Sufyân es-Sevri’nin meclisinde oturduğumuz zaman, onun Allah korkusu bize de geçer ve biz kendimizi ateşle kuşatılmış gibi hissederdik."
Abdulvahid İbni Zeyd, bir okuyandan, "O gün her topluluğu korkudan dermanı kesilmiş ve çömelmiş vaziyette görürsün. Bunlardan her birinin kitabı (amel defteri) açılır ve kendileri hesaba çağrılıp, 'Bugün, yaptıklarınızla cezalandırılacaksınız. Tuttuğumuz bu kitap (amel defteri), sizin hakkınızda hak olanı söyler. Biz sizin yaptıklarınızı tek tek yazardık.’ denilir." (Câsiye, 28, 29) âyetlerini dinleyince düşüp bayılmış ve kendine geldiğinde şöyle yakarmıştır:
"Allah'ım! Ben bilerek sana karşı itaatsızlık etmedim. Ancak itaatim da eksiktir. Sana daha çok itâat etmek için bana muvaffakiyet ver ve yardım et."
Misver İbni Mahreme, bir okuyandan, "O gün, muttakileri heyetler hâlinde toplayıp Rahmân’ın huzurunda ağırlarız; mücrimleri de susamış hayvan sürüleri gibi cehenneme sevk ederiz." (Meryem, 84, 85) âyetlerini dinleyince sesini kaldırarak, "Ey okuyucu! Ben muttakilerden değil, mücrimlerdenim. Mücrimler hakkındaki âyeti bir daha oku!" demiş. Okuyucu âyeti bir daha okuyunca da kendisi çığlık atarak yere düşmüş ve can vermiştir.
Çok ağlayan lâkabını alan Yahya el-Bekka', "İnkârcıların Rablerinin huzurundaki duruşları müthiştir. Kendisi onlara, 'Bu kıyâmet ve haşir hak değil midir?’ diye sorar. Onlar, 'Rabbimize yemin ederiz, haktır!’ derler. Kendisi, 'Dünyadaki inkârınızdan dolayı burada azap çekeceksiniz!’ der." (En'âm, 30) âyetlerini dinleyince düşüp bayılmış ve dört ay evinde hasta yatmıştır.
Fudayl İbni İyad, tek çocuğu ölmüş bir kadın gibi yanmış bir kalple ağlardı.
Hasan, bir mecliste kahkaha ile gülen bir adama hayret edip :
-Ey adam! Sen Sırat köprüsünü geçtin mi? diye sormuş. Adam:
-Hayır! demiş. Hasan:
-Cehenneme gitmeyeceğini biliyor musun? diye sormuş. Adam:
-Hayır! demiş. Hasan:
-Öyleyse, nasıl böyle (içten ve kahkaha ile) gülebiliyorsun? demiştir.
Hammâd İbni Rabbâh, oturduğu zaman namazdaki gibi dizleri üzerinde otururdu. Ona rahat bir biçimde oturmak önerildiği zaman da şöyle derdi:
"Rahat oturmak, güven duyanların oturuşudur. Bense günahkâr bir kul olduğum için, güven duyacak durumda değilim."
Mâlik İbni Dinar şöyle demiştir: "Bazen düşünüp derim ki; öldüğüm zaman, efendisinden kaçmış ve yakalanmış bir köle gibi ellerime kelepçeler, boynuma zincirler vurup beni kabrime öyle koysunlar."
Hâtim el-Asamm şöyle demiştir: "Bulunduğun yer ve yörenin sâlih olmasına aldanma. Çünkü Âdem (as) cennetteydi, başına gelen de orada başına gelmiştir. İbâdetinin çokluğuna aldanma. Çünkü bir vakit İblis de çok ibâdet etmiştir. İlminin çokluğuna aldanma. Çünkü Bel'am'ın da ilmi çoktu, başına gelen de buna rağmen gelmiştir. Sâlih kimselerle beraber olmaya aldanma. Ebu Leheb Allah Rasûlü’nün akrabası, Ebu Cehil de onun komşusuydu. Allah yanında en makbul insanın yanında ve yakınında olmak bunlara fayda vermemiştir."
Seriyy şöyle demiştir: "Aynaya baktığım zaman, günahlarım yüzünden yüzümün kararıp kömürleşmiş olmasından korkarım."
Muhammed İbni Kâ'b el-Kurazi'nin annesi ona şunu söylemiştir: "Yavrum! Ben senin çocukluğunu da, büyüklüğünü de bilirim. Sen hep temiz ve günahsız yaşadın. Fakat gece ve gündüz öyle inliyorsun ki, seni duyanlar çok büyük bir günah işlediğini sanırlar."
Atâ es-Sülemî şöyle demiştir: "Cehennem korkusu bende iştihâ (iştah) bırakmamıştır."
Sâlih el-Merrî (Bu zat, Kur’ân-ı Kerim'i güzel ve yakıcı bir sesle okurdu.) şunları söylemiştir:
-"Ben bir âbide, 'Yüzleri (kebap gibi) ateş üzerinde çevrildiği gün, onlar, "Ah, keşke Allah ve Rasûlü’ne itâat etseydik!" derler.’ (Ahzâb, 66) âyetini okudum. Abid, çığlık atıp bayıldı. Bir müddet sonra kendine geldiğinde bana, "Ey sâlih! Biraz daha oku!" dedi. Ben, "Onlar, ateşten çıkmak istedikçe tekrar oraya iâde edilirler ve kendilerine, 'Yalanladığınız ateşin zevkini tadın!’ denir." (Secde, 20) âyetini okuyunca da düşüp öldü."
-"Bir gün de, sepet ören sâlih bir adamın yanında, 'O gün onlar, boyunlarında demir halkalar ve zincirler olduğu hâlde cehenneme çekilirler ve sıcak suda haşlanıp ateşte yakılırlar.’ (Mü’min, 71, 72) âyetini okudum. Adamın başı döndü ve düşüp öldü."
-"Bir gün de başka bir adamın yanında, 'Bu söz, benim huzurumdaki duruştan ve benim tehdidlerimden korkanlar içindir.’ (İbrahim, 14) âyetini okudum. Adam çığlık atarak düştü ve bir daha da kalkmadı."
Zürâre İbni Evfa, "Sûr'a üfürüldüğü gün zor bir gündür. O gün inkârcılar için hiç kolay bir gün değildir." (Muddessir, 8-10) âyetlerini duyunca düşüp bayılmış ve ölmüştür.
Dâvûd et-Tâî, bir kabir başında ağlayan bir kadının, "Yavrum! Şimdi yanakların toprak mı olmuş?!" deyişini duyunca düşüp bayılmıştır.
Haccâc, Said İbni Cubeyr'e:
-"Duyduğuma göre sen hiç gülmezmişsin." demiş. Said şu karşılığı vermiştir:
-"Ben nasıl güleyim ki, cehennem ateşlenmiş, zincirler hazırlanmış, zebaniler vazifeye başlamışlardır?"
Bir adam Hasan el-Basrî'ye, "Kendini nasıl hissediyorsun?" diye sormuş. Hasan şu karşılığı vermiştir:
"Deniz ortasında gemisi batıp suya düşen ve boğulmamak için bir kırık tahtaya sarılan insan kendisini nasıl hissederse, ben de kendimi öyle hissediyorum."
Zeyd er-Rakkaşî, Halife Ömer İbni Abdulaziz'e nasihat sadedinde, "Ey Halife! Sen ilk halife değilsin. Senin oturduğun yerde çok kimseler oturmuş ve sonra ölüp gitmişler." demiş, Ömer ağlamış. Zeyd, "Ölenler için cennetle cehennemden başka bir yer de yoktur." demiş; Ömer bu sefer de düşüp bayılmıştır.
Bir gün de, onun (Ömer'in) azat ettiği bir kölesi kendisini ziyaret etmeye gelmişti. Söz arasında, bir rüya gördüğünü ve onu kendisine anlatmak istediğini söyledi. Ömer:
-Anlat, dedi. Azatlı köle:
-Gördüm ki, kıyâmet kopmuştu. Cehennem şiddetli bir gürültü ile insanların üzerine lavlar atıyordu. Bu hâlde iken, onun üzerine bir köprü kuruldu, dedi. Ömer, telaşla:
-Devam et, dedi. Azatlı köle:
-Abdulmelik İbni Mervan getirildi ve köprünün üzerinden geçmesi emredildi. Fakat, biraz gittikten sonra köprü ile birlikte yıkılıp ateşlerin içine düştü, dedi.
(Abdulmelik, Emevî devletinin ilk büyük halifesidir ve Ömer'in dedesidir. Velid ve Süleyman Abdulmelik'in oğulları ve Ömer'in amcalardır. Onlar da bu devletin halifelerindendirler.)
Ömer korku ile:
-Devam et, dedi. Köle:
-Bir köprü daha kuruldu ve bu sefer Velid getirildi ve köprüye sürüldü. Fakat o da biraz gittikten sonra köprü ile birlikte ateşlerin içine düştü, dedi.
Ömer titreyerek:
-Devam et, dedi. Köle:
-Bir köprü daha kuruldu ve Süleyman onun üstüne itildi. Ancak o da biraz gittikten sonra köprü yıkıldı ve kendisi cehenneme yuvarlandı, dedi.
Ömer zor nefes alarak:
-Devam et, dedi. Köle:
-Bir köprü daha kuruldu ve seni getirdiler, dedi. Ömer bu sözü duyunca çığlık attı ve bayıldı.
Köle onun kulağına eğilip:
- Vallahi ya Emîr el-Müminîn! Sen köprüyü selâmetle geçtin, dediyse de, Ömer bir müddet kendine gelemedi."
Uveys el-Karenî (ra), vaaz dinlerken ağlar, cehennem ismini duyunca da şuurunu kaybederdi.
Tavus (ra), gece herkes gibi yatağa girip uyumak isterdi. Fakat uykusu gelmediği için, bir müddet sağa ve sola döner, ondan sonra kalkıp yatağını toplar ve seccade başına geçip ağlardı. Bu zat şöyle demiştir:
"Cehennem azabı korkanlarda uyku bırakmamıştır."
Hasan (ra) otururken, boynu vurulmak üzere oturtulmuş bir suçlunun korkusu içindeydi. Konuştuğu zaman da, ahiretin dehşetlerini gözleriyle görür gibiydi.
İbni Semmâk şunu anlatmıştır: "Ben bir mecliste va'zediyordum. Genç bir adam ayağa kalktı ve şöyle dedi:
'Ey Ebul-Abbas! (Bu, İbni Semmâk’ın künyesidir.) Sen bu va'zında öyle etkili bir söz söyledin ki, ondan başka bir şey söylemesen de olur. Ben, 'O hangi sözdür?’ dedim.
Genç adam, 'Dedin ki: Cennet ve cehennemin ebedî olmaları korkanların kalplerini yerinden fırlatmıştır.’ dedi.
Ondan sonra bu genci bir müddet sohbetlerimde göremedim. Sonra bir gece kendisini rüyada gördüm ve bana öldüğünü söyledi. Allah Teâlâ’nın kendisine nasıl davrandığını sordum.
Genç adam, 'Allah Teâlâ beni affetti ve cennete yerleştirdi.’ dedi. Ben, 'Bunu hangi ameline karşılık yaptı?’ diye sordum.
Genç adam, 'Senin o sözünün kalbimde uyandırdığı korkuya karşılık' dedi. Ertesi gün, o genci araştırdım ve hakikaten ölmüş olduğunu öğrendim."
İsâ İbni Mâlik el-Havlani şöyle demiştir:
"Korkan mümin, kendisini yırtıcı hayvanlar ve zehirleyici yılanlarla kuşatılmış gören bir kimse gibidir. Böyle bir kimse, bir gaflet ve dikkatsizlik anında bu canavarların hücumuna uğramaktan nasıl korkarsa; mümin de yırtıcı hayvanlar ve zehirleyici yılanlar olan kötü huy ve sıfatların, kızgınlık, kin, şehvet, hased, kibir, ucub, dünya sevgisi gibi duyguların hücumundan korkar."
Kötü huy ve sıfatlar canavarlar ve yılanlardır. Ancak bunlar, ölümden sonra şekillenip ortaya çıkarlar. Kabirde günahkârları parçalayan canavarlar ve zehirleyen yılanlar onun bu kötü huy ve sıfatlarıdır. Ve bunlar, Allah Teâlâ affetmediği takdirde ebede kadar sahiplerine türlü eziyetler ve azaplar çektirirler.
Buraya kadar nebiler, velîler ve salihlerin korkularından bazı örnekler verdik.
Bu az sayıdaki örnekler bile, bu masum ve mahfuz kulların Allah Teâlâ'dan ne kadar korktuklarını açıkça gösterir. Ancak korkmak ve korku duymak, günah çokluğundan değil, kalb saflığından (arı ve duru olmasından) ve marifet tamamlığından ileri gelir. Bundan dolayı bu zatlar, günahlarının olmamasına veya çok az olmasına rağmen Allah Teâlâ'dan çok korkmuşlardır.
Biz (İmam Gazali) ise, şehvet, gaflet ve kasvetle malul olduğumuz için kalplerimizde yeterli korku hissetmiyoruz. Bunu hissetmeyince de ne günahlarımızın çokluğu, ne amellerimizin azlığı, ne duygularımızın canavarlaşması, ne de bu kötü hâl içinde ecelimizin yaklaşmış olması bizi ürkütmüyor ve silkeleyip harekete getirmiyor.
Kuru bir söz ile duâ etmek fayda veriyorsa, "Allah bizi bu kötü hâlden halâs etsin ve ıslah etsin!" diye duâ edeyim.
Şaşılacak durumdur ki, dünyaya ait bir şeye (mala, makama, ilme) talip olduğumuz zaman, yerimizde oturup, "Allah'ım! Bunu bana ver." diye duâ etmekle yetinmiyoruz. Fakat, asıl talip olmamız gereken ahiret, hidayet ve salâhat (ıslah olmak) için çalışmak, çaba göstermek ve yorulmak yerine, "Allah'ım! Bize cennet ver; bizi hidayet et, bizi salihlerden et." gibi beylik dualarla yetiniyor ve bu konuda üzerimize düşeni yaptığımızı sanıyoruz. Halbuki kuru dualarla kendisine yönelip yakardığımız Allah Teâlâ, Kur’ân-ı Kerim'inde şöyle buyurmuştur:
"İnsan sadece istemekle istediğinin verileceğini mi sanıyor?!" (Necm, 23)
"İnsana ancak çalışmasının ve amelinin karşılığı vardır." (Necm, 39)
Bu kimselerin bu şekildeki duaya liyakatleri var mıdır? Bunu düşünüyorlar mı?
"Yararlı duaları ancak sâlih ameller Allah'ın huzuruna yükseltir." (Fâtır, 10)
Ne garip bir hâldir ki, vaaz dinlediğimiz zaman ağlıyoruz. Fakat ağladığımız vaazla amel etmek zamanı gelince yan çiziyoruz.
Vaktiyle Yahudiler, "Duyduk, fakat uymadık." (Bakara, 93) dedikleri için Allah Teâlâ'nın gazabına uğramışlardır.
Biz ise, duymak ve fakat uymamakla Allah Teâlâ'nın rızasını kazandığımızı zannediyoruz!
Allah'ım! Basiretlerimi fethet ve kalplerimizi kendine yönlendir. Ta ki, söylediklerimizi yapalım ve duyduklarımıza uyalım.