Gururun Kötülüğü ve Çeşitleri
Aldanmışların Kısımları
Gururdan Kurtulmanın Çaresi
(Gurur aldanmak, aldanış demektir.) Saadetin anahtarı akıllılık ve uyanıklıktır. Şekavetin kaynağı ise gurur ve gaflettir. Allah Teâlâ'nın bu dünyadaki en büyük nimetleri iman ve marifettir. Bu nimetleri kazanmanın yolu ise kalbin basiret nuruyla açılması ve aydınlanmasıdır. Buna karşılık, en büyük musibetler de küfür ve masiyettir; Bu musibetlere sebep olan ise cehâlet karanlığıyla kalbin kapanması ve körleşmesidir.
Uyanık olanların kalpleri, Kur’ân-ı Kerim'de tarif edildiği gibi, bir kandil gibidir. Kandilin içinde lâmba vardır. Lâmba kristal içindedir. Kristal da inciye benzeyen bir yıldız gibi parlar. (Nûr, 35) Aldanmışların kalpleri ise, yine Kur’ân-ı Kerim'de açıklandığı gibi, bir karanlık deniz gibidir. Deniz, karanlık dalgalarla çalkalanır. Dalgaların üstünde karanlık ve kesif bulut vardır. Karanlıklar üst üste yığılmış durumdadır. (Nûr, 40) Uyanık olanlar onlardır ki, Allah Teâlâ kendilerini hidâyete erdirmek istemiş, bunun üzerine kalplerini İslâm’a açmıştır. Aldanmış olanlar da onlardır ki, Allah Teâlâ kendilerini dalâlette bırakmak istemiş, bu sebeple kalplerini İslâm’a kapatmıştır. Bunlar, bu suretle İslâm hidâyetinden mahrum kalınca, düştükleri karanlıkta yürüyebilmek için nefsi kılavuz ve şeytanı rehber edinmişlerdir.
Gururun Kötülüğü ve Çeşitleri
Allah Teâlâ gurur ve aldanış ehlini kötülemiş, azarlamış ve onlara azap va'detmiştir. Örneğin onlara hitaben şöyle buyurmuştur: "Allah'a karşı gelmekte hangi güce güveniyorsunuz? O'na karşı güvenilebilen bir güç bulunduğunu zanneden kâfirler gurur ve aldanış içindedirler." (Mülk, 20)
"(Kıyâmet gününde onlara şöyle denir:) Allah’ın âyetlerini hafife almış; dünya hayatınız (mevki, iktidar, servet) sizi aldatmıştı." (Câsiye, 35)
"Nefislerinize uydunuz, günahlar için fırsat kolladınız, (dinin hak olduğu hususunda) şüpheye düştünüz, kuruntular sizi oyaladı, şeytan sizi aldattı." (Hadid, 14)
"Din yerine oyun ve eğlencelere dalan, dünya hayatına aldanan kimseleri bana bırak!" (En'âm, 7)
"Allah’ın va'di haktır. Onun için, dünya hayatı sizi oyalamasın, şeytan sizi aldatmasın." (Lukman, 33)
"Kâfirlerin refah içinde olmaları seni aldatmasın. Bu hâl az bir oyalanmadır. Ondan sonra yerleri cehennemdir. O, çok kötü bir yerdir." (Al-i İmrân, 196,197)
"Ey insan! Seni kerem sahibi olan Rabbin hakkında aldatıp yanlışlara (küfür, günah, nankörlük) süren nedir? Halbuki, O seni yarattı, sana düzgün bir vücut verdi ve organlarını ihtiyaçlarına göre biçimlendirdi." (İnfitâr, 6,7)
Allah Rasûlü (as) da şöyle buyurmuştur: "Akıllı insan, kendi nefsini hesaba çeker ve ölümden sonrası için çalışır. Aldanmış olan ise, nefis ve hevasına uyar ve buna rağmen Allah Teâlâ'dan temennilerde bulunur (affedileceğini, cennete götürüleceğini düşünür.)"
Gurur ve aldanış, cehaletten de kötüdür. Çünkü cehâlet, bir şeyi bilmemektir. Gurur ise, onu yanlış ve ters bilmektir. Gururun sebebi, delil olmayan şeyi delil zannetmek veya yanlış delil kullanmaktır. Delil yanlış olunca da, varılan netice yanlış ve aldatıcı olur. Delil konusunda düşülen bu hatanın sebebi ise, değerlendirme yapmak ve hüküm yürütmek için gerekli olan bilgiye sahip olmamak veya bilgiyi saptırabilecek kadar güçlenmiş olan nefis ve hevesin emri altına girmektir. Bu sebeplerden dolayı, çok kimse kötü oldukları hâlde kendilerini iyi zannederler veya yaptıkları iş yanlış olmasına rağmen, onu doğru kabul ederler.
Zikredilen sebeplerle çeşitli aldanışlar meydana gelir.
Birinci aldanış dünyayı ahiretten üstün tutmaktır. Bu en büyük aldanıştır. Bu aldanışın sebebi, dünyanın hâzır ve göz önünde olması, ahiretin gayb ve zamanın arkasında bulunmasıdır. Allah Teâlâ, bu aldanışın içinde olanlar hakkında şöyle buyurmuştur: "Dünya hayatını ahiretten daha çok seven ve bu sebeple Allah yolundan sapan ve onu eğri bulan kimseler açık bir dalâlet içindedirler." (İbrahim, 3)
"Allah’ın gazabı onların üzerindedir ve onlar için büyük bir azap vardır. Çünkü onlar dünya hayatını ahiretten üstün tutarlar. Allah kâfir ve nankörleri hidayet etmez. O bunların kalplerini, kulaklarını ve gözlerini mühürlemiştir. Bunlar gaflet içindedirler. Hiç şüphe yoktur ki, bunlar ahirette hüsrana uğrayanlardır." (Nahl, 106,109)
"Onlar ahiret karşılığında dünya hayatını satın almışlardır. Ahirette onların azabı azaltılmaz ve onlar yardım (ve merhamet) görmezler." (Bakara, 86)
Allah Teâlâ, dünyayı ahiretten üstün tutmanın yanlış olduğunu da şu âyetlerle bildirmiştir:
"Dünya hayatı geçici, ahiret hayatı ise kalıcıdır, (ibâdet ve tâatlara karşı) sabredenlere amellerinin en güzeli üzerinden sevap vereceğiz." (Nahl, 96)
"Siz dünya hayatını tercih ediyorsunuz. Halbuki ahiret daha hayırlı ve daha kalıcıdır. Bu durum daha önce gönderilen kitap ve sahifelerde ve özellikle İbrahim ve Musa sahifelerinde de bildirilmiştir." (A'lâ, 16, 19)
"Size verilen şeyler dünya hayatının geçimliği ve süsüdür. Allah yanındaki (ahiretteki) şeyler ise daha hayırlı ve daha kalıcıdırlar. Bunu düşünsenize! Kendisine ahiret için güzel vaatlerde bulunduğumuz kimse -ki mutlaka bu vaatleri bulacaktır-, dünya hayatında kendisine bir geçimlik verdiğimiz, sonra ahirette suçlu olarak hesaba çektiğimiz kimse gibi midir?" (Kasas, 60, 61)
"Her nefis ölümü tadacaktır. Amellerinizin karşılığı tam olarak ahirette verilecektir. Orada kim cehennemden uzaklaştırılır ve cennete götürülürse gerçek kazancı bulur. Dünya hayatı ise aldanma vesilesinden ibarettir." (Al-i İmrân, 18)
"Ey insanlar! Rabbinize karşı gelmekten sakının ve ne babanın evlâdı, ne de evlâdın babası için bir şey ödeyemediği bir günün azabından korkun. Allah’ın va'di haktır. Onun için, dünya hayatı sizi aldatmasın ve şeytan sizi kandırmasın." (Lukman, 33)
Dünyanın ahiretten üstün olmaması, gerçeğin bunun tersi olması şu iki durumdan dolayıdır. Birincisi, dünya hayatı süresinin çok az ve kısa olmasına karşılık, ahiret süresinin upuzun ve bitimsiz olmasıdır. İkincisi de, dünyadaki nimetlerin musibetlerle birlikte olması, lezzetlere acıların karışması, sevinçleri kederlerin bulandırmasına mukabil, ahirette nimet, lezzet ve sevinçlerin saf, katıksız ve kusursuz olmasıdır.
Dünya hayatının hazır olması, onun hazır olmayan ahiretten üstün tutulması için bir sebep değildir. Çünkü, hazır olan bir şeyin hazır olmayan bir şeyden üstün tutulmasının doğru olması için, ikisinin aynı veya yakın derece ve değerde olmaları lâzımdır. Derece ve değerler çok farklı olduğu zaman, hazır olmak üstünlük sebebi değildir.
Onun için, bir parça aklı olan hiçbir kimse, elinde hazır bulunan bir (1) altın parayı, bir ay sonra kendisine bin (1000) altın kâr getirecek bir işe yatırmaktan çekinmez.
Ahiretin hâzır olmaması onu inkâr etmek için de sebep değildir. Çünkü eğer hâzır olmamak inkâr etmek için sebep teşkil ederse, o zaman şimdiki andan sonra olacak ve gelecek her şeyi inkâr etmek lâzım gelir. Çünkü, hazır olmamak yönünden ahiret ile yarınki gün veya bundan sonraki mevsim arasında hiçbir fark yoktur. Bu yüzden, dünyayı ahiretten üstün tutmak gibi, ahireti inkâr etmenin de geçerli bir sebebi ve delili yoktur. Fakat, nefislerine mağlup olmuş bazı kimseler, kendilerini haramlardan kurtaramadıkları için ya ahireti inkâr etmek, ya da cehennem ehli olduklarını kabul etmek arasında sıkışıp kalırlar.
Cehennem ehli olup ateşte yanmak fikri kendilerini korkuttuğu için, bunlar faciayı görmek istemeyen bir kimsenin gözlerini kapatması gibi, ahiretin varlığını unutmak ve zihinlerinden silmek isterler. Bu o demektir ki, bu insanların ahireti inkâr etmeleri, bu konuda bir delil veya ispata sahip olmalarından değil, yerlerinin cehennem olacağını bildikleri ahiretin olmamasını temenni etmekten ibarettir. Fakat temenni ne var olanı yok, ne de yok olanı var edebilir.
Ahiretin varlığı ise naklî ve aklî delillerle sabittir. Nakli deliller, Allah Teâlâ’nın Âdem (as)dan itibaren bütün peygamberlere indirdiği ilâhî vahiy ve kitaplardır. O bu kitapların hepsinde ahiretin varlığını bildirmiş ve buna inanılmasını istemiştir. Kur’ân-ı Kerim, ahiretin varlığını bildiren bu vahiy ve kitapların sonuncusudur.
Aklî delil ise, Allah Teâlâ’nın ahireti getirmeyi va'detmesine karşı va'dini gerçekleştirmeye muktedir olması ve va'dinden dönmesinin muhal olmasıdır. Bu iki hususu bildiren bazı âyetler şöyledir:
"Kıyâmeti getirmek Allah için göz kırpmak kadar ve hatta ondan daha kolaydır. Allah her şeye kadirdir." (Nahl, 77) "Allah istediği şeyi yaratır. O her şeye kadirdir." (Mâide, 17) "Gözleriyle gördükleri gibi, gökleri ve yeri yaratan ve bunda zorluk çekmeyen Allah, ölüleri diriltmeye de kadirdir." (Ahkâf, 40)
"İnsan atılan bir meni damlasıydı. Sonra kan pıhtısı oldu. Allah onu bundan yarattı ve kendisine düzgün bir vücut verdi. Ondan erkek ve kadın zürriyet de çıkardı. Bunları yapan, ölüleri diriltmeye kadir olmaz mı?" (Kıyâme, 37-40)
"Allah, yaratmayı (dünyada) başlatan ve sonra onu (ahirette) tekrarlayandır. Bunu tekrarlamak O'na daha kolaydır. Göklerde ve yerde O'nun benzeri yoktur. O güçlü ve hikmet sahibidir." (Rûm, 27)
"Göklerin ve yerin O'nun emriyle ayakta durması O'nun kudretinin delilidir. O bundan sonra da, bir kere çağırınca, siz bir anda yerden çıkacaksınız." (Rûm, 25)
"Allah va'dini bozmaz." (Bakara, 80; Al-i İmrân, 9; Ra'd, 31)
"Allah’ın va'dine güven. O va'dinden dönmez." (Rûm, 6)
"Allah'ı bırakıp şeytanı dost edinenler açık bir hüsrana düşmüşlerdir. Şeytan sadece onlara kuruntu verir ve onları evhamla oyalar. Şeytan onları sadece aldatır. Bunların yeri cehennemdir; ondan kurtulamazlar. Buna karşılık, biz iman edip sâlih amel işleyenleri altından ırmaklar akan cennete yerleştireceğiz. Bunlar orada devamlı ve ebedî olacaklardır. Bu da Allah’ın doğru olan va'didir. Allah'tan daha doğru sözlü kim vardır?" (Nisa, 122)
Hz. Ali (ra), ahireti inkâr eden bir mülhid'e şöyle demiştir: "Senin dediğin doğru olsa, ben ve benim gibi ahirete iman edenler zarar etmeyiz. (Çünkü biz onun var olduğu ümidiyle yaşıyoruz. Bir şeyi ümit etmek, onu elde etmenin yarısı kadar mutluluk verir. Öldükten sonra dirilmeyince de, ümidimizin boşa çıkmasının acısını çekmeyiz.) Fakat, benim dediğim doğru olsa, -ki bunun doğru olduğunda bizim şüphemiz yoktur- sen ve senin gibi inkârcılar helâk olursunuz."
Şu da bilinmelidir ki, ahiretin varlığına iman eden kimseler, eğer Allah Teâlâ’nın emirlerini yerine getirmez, sâlih amel işlemez, nefislerinin şehvetine uyar ve çekinmeden günah işlerlerse, dünyaya aldanmış olmak açısından inkârcılarla aralarında fark yoktur. Çünkü, zehiri şerbet zannederek içen de, zehir olduğuna inanarak içen de ondan aynı zararı görürler. Bu sebeple, ahirette kurtulmak için yalnızca onun varlığına inanmak yetmez; bu inancın gereği olarak ahireti dünyadan üstün tutmak ve onun için hazırlık olmak üzere sâlih amel işlemek de lâzımdır. Bundan dolayı Allah Teâlâ şöyle buyurmuştur:
"Ben küfürden dönen, doğru bir şekilde iman eden, sâlih amel işleyen ve hidayet üzerinde yürüyen kimseler için çok (veya kesin) bağışlayıcıyım." (Tâhâ, 82)
"Allah yeryüzünü ıslah etmişken onda bozgunculuk yapmayın. Korku ve ümit içinde Allah'a ibadet ve duâ edin. O'nun rahmeti muhsin (iyi) olanlara yakındır." (Araf, 56)
"Asra yemin ederim, insanlar hüsran içindedirler. Bundan ancak iman eden, sâlih amel işleyen, hakkı ve sabrı tavsiye edenler müstesnadırlar." (Asr)
Bu ve benzeri pek çok âyetlerde mağfiret, rahmet ve kurtuluş, yalnızca ahiretin varlığına ve onun dünyadan üstünlüğüne iman eden ve aynı zamanda sâlih amel işleyenlere va'dedilmiştir. Bu sebeple, yalnız iman etmekle kurtulacaklarını sananlar aldanmışlardır.
İkinci aldanış, dünyadaki durumun ahirette de aynen devam ettiğini zannetmektir. Bir takım müşrikler, dünyadaki mal ve iyi hâllerine bakıp ahirette de bu durumda olacaklarını söyleyince, Allah Teâlâ onları tekzip etmiştir. Bununla ilgili bazı âyetler şöyledir:
"Görüyor musun, âyetlerimizi inkâr eden o kişi, 'Ahirette de bana mal ve evlât verilecek.’ diyor? O, gayba mı muttali oldu, yoksa Rahman olan Allah'tan söz mü aldı? Hayır! Biz onun (bize karşı cür'et ve ciddiyetsizlik ifade eden) bu sözlerini de yazacağız ve azabına ekleyeceğiz. Onun dünyadaki mal ve servetine el koyacağız ve onu hesap için huzurumuza tek başına çekeceğiz." (Meryem, 77, 80)
"Küfür ve inkâr yüzünden kendi kendine kötülük etmiş olan adam çiftliğine girdi ve şöyle dedi: 'Bu bahçe, servet ve ikbalin son bulacağını zannetmiyorum. Ahiretin olacağına da inanmıyorum. Fakat, ahiret olsa, ben orada buradakinden de daha iyi şeyler bulacağım.’ Onun bu sözünden sonra çiftliği tufanla yok edildi. Adam onun yok edilişini görünce, ona yatırdığı paraya ve yaptığı masrafa üzülüp hayret ve hırsından ellerini çevirdi. Bu hâlinde Allah'a karşı ona yardım edecek kimse çıkmadı, kendisi de kendine yardım edemedi. Hüküm orada tamamen Allah’ın elinde kaldı. Bu da gösterdi ki, Allah’ın rızasını kazanmak, (mal ve çiftlikten) daha hayırlı ve daha yararlıdır." (Kehf, 35, 36)
Üçüncü aldanış, iyi ve kötü olmayı dünyadaki mal ve refahla ölçmektir. Bazı insanlar, mal ve hâl sahibi oldukları için kendilerini ve kendileri gibi olanları Allah nazarında iyi zannederler. Allah Teâlâ, bunların bu aldanışlarını şu âyette bildirmiştir:
"İmtihan etmek maksadıyla Allah insanı öne çıkardığı ve ona nimet verdiği zaman, 'Rabbim beni üstün kılmıştır.’ der. Hayır! (Bu söz doğru değildir.)" (Fecr, 15) Bu sözün ve böyle düşünmenin doğru olmaması şundandır ki, imtihan malzemeleri kimseye üstünlük sağlamaz. Onun üstünlüğü ancak, bunlarla imtihanı başarmasındadır. Bundan dolayı Allah Teâlâ, maddî durumlarını hiç hesaba katmadan, imtihanı başarmış olan müminlerin imtihanı kaybetmiş olan inkârcı ve fasıklardan üstün olduklarını bildirmiştir. Bununla ilgili bazı âyetler şöyledir:
"Ehli kitaptan ve müşriklerden küfürde ısrar edenler, cehennem ateşindedirler ve orada ebediyyen kalıcıdırlar. Bunlar yaratılmışların en şerlileridirler. İman edip sâlih amel işleyenler ise yaratılmışların en hayırlılarıdırlar." (Beyyine, 6, 7) "Cehennem ehli ile cennet ehli bir olmazlar." (Haşr, 20) "İman edip sâlih amel işleyenleri yeryüzünde bozgunculuk yapanlar gibi mi tutacağız; yoksa takva sahiplerine fâsıklar gibi mi muamele edeceğiz?" (Sâd. 28)
"Hakkı görmeyen körle onu gören, iman edip sâlih amel işleyenlerle kötülük yapanlar bir olmazlar. Biraz düşünmüyor musunuz?" (Gâfir, 58)
Önce iman edenlerle bir müddet sonra iman edenler de bir değildirler. Bunu bildiren bir âyet şöyledir:
"Mekke fethinden önce iman eden ve savaşlara katılanlarla daha sonra iman eden ve savaşlara katılanlar bir olmazlar. Öncekilerin dereceleri daha büyüktür. Fakat Allah hepsine iyilik ve cennet va'detmiştir." (Hadid, 10)
İlim ehli olanlarla olmayanlar da bir değildirler. Bu konuda şöyle buyurulmuştur:
"De ki: Bilenlerle bilmeyenler bir olur mu?" (Zümer, 9) "Allah, içinizden iman eden ve ilim sahibi olan kimseleri derecelerle üstün kılmıştır." (Mücâdele, 11)
Allah yolunda cihad edenlerle iman ettikleri hâlde oturanlar da bir değildirler. Bunu bildiren bir âyet şöyledir:
"Özür sahibi olmadıkları hâlde oturanlarla mal ve canlarını ortaya koyarak Allah yolunda cihad edenler bir olmazlar. Allah, mal ve canlarıyla cihad edenleri derece bakımından oturanlardan üstün tutmuştur." (Nisa, 95)
Erkeklerle kadınlar da aynı derecede değildirler. Bunu bildiren bir âyet de şöyledir:
"Kadınların erkekler üzerindeki hakları erkeklerin kadınlar üzerindeki hakları gibidir. Ancak erkeklerin kadınlar üzerinde bir derece üstünlüğü vardır."
(Allah Teâlâ, bu âyette bildirildiği gibi, erkekleri kadınlardan bir derece üstün kılmıştır. Şüphesiz ki, bu bütün erkeklerin bütün kadınlardan üstün oldukları anlamında değildir. Fakat, aynı fazilet ölçülerine sahip olan bir erkekle bir kadından erkek bir derece üstündür. Bu üstünlük onun erkek olarak yaratılmasıdır. Nitekim, insanlar da insan olarak yaratıldıkları için cinlerden üstündürler. Ancak, erkeğe tanınan bu üstünlük zulmetmek ve kadını ezmek için değildir. İslâm’da zulmün haram ve büyük günahlardan olduğu bilinen bir husustur. Onun için zulüm yalnız kadınlara karşı da değil, herkese ve her canlıya karşı haramdır ve büyük günahtır. Son dönemde kadının ezildiğini gören bazı kimseler, sanki bu hâl İslâm’ın erkeğe tanıdığı üstünlük derecesinden gelmiş gibi, bu üstünlüğü inkâr cihetine gidiyorlar. Bu gidiş yanlıştır. Bu, Allah’ın tanıdığı bir hakkı tanımamak ve hatta bunu anlatan âyeti inkâr etmek ve küfre girmektir. Yapılması gereken şey, Allah Teâlâ’nın erkeklere tanıdığı üstünlük derecesini inkâr etmek değil, herkesi samimî dindar olmaya ve Allah Teâlâ’nın emir ve yasaklarına uymaya çağırmaktır. Allah Teâlâ’nın emirleri arasında kadına şefkat ve merhamet etmek, âdil davranmak ve onun haklarını tanımak da vardır.)
Mümin ve sâlih kimselerin dünyada uğradıkları musibetler ve mahrumiyetler onların Allah Teâlâ yanında az değerli olduklarını değil, aksine çok değerli olduklarını gösterir. Çünkü Allah Teâlâ’nın bir insana değer verdiğinin bir ölçüsü de onu dünyadan, dünyayı da ondan küstürmesidir. Allah Rasûlü (as) bir hadis-i şerifte şöyle buyurmuştur:
"Siz sevdiklerinizi kendilerine zararlı olan yiyecek ve içeceklerden himaye ettiğiniz gibi, Allah Teâlâ'da bir kulunu sevdiği zaman, onu dünyadan himaye eder." (Tirmizî, Hâkim) Bu gerçeği bilmeyenler, Allah Teâlâ’nın maddî durumu iyi olmayan müminleri sevmediği yanılgısına düşerler. Bu yanılgıyı bertaraf eden bazı âyetler şöyledir:
"Allah, iman edenlerin verisidir." (Bakara, 257)
"Allah, takva sahiplerinin velîsidir." (Câsiye, 19)
"Allah, sâlih kimselere velilik eder." (Araf, 196)
"Allah ihsan sahiplerini sever." (Mâide, 13)
(Not: İhsan, sözlükte iyilik yapmak, yaptığı işi iyi ve sağlam yapmaktır. Allah Rasûlü (as), onu, "Allah'ı görürcesine ibadet ve hayır yapmaktır." şeklinde tefsir etmiştir.)
"Allah âdil olanları sever." (Mâide, 42)
"Allah, (maddî ve manevî) temiz olanları sever." (Tevbe, 108)
"Allah çok tevbe edenleri sever." (Bakara, 222)
"Allah sabredenleri sever." (Al-i İmrân, 146)
"Allah, kendisine güvenip tevekkül edenleri sever." (Al-i İmrân, 159)
Allah Teâlâ’nın, bu sıfatlara sahip olan müminleri sevdiği hâlde, onları dünya yönünden parlak durumda tutmamasının sebebini bir misâl ile anlatmakta yarar vardır.
Diyelim ki, bir adamın yanında iki çocuk vardır. Bu çocuklardan birisi kendi öz çocuğu, diğeri üvey çocuğudur. Adam öz çocuğunu sevdiği ve üstünde titrediği için, onu her türlü zararlı şeylerden (bu türlü yiyecek ve içeceklerden ve oyunlardan) korur ve kendisine faydalı olan şeyleri (ilaçları, perhizleri, dersine çalışmayı) ona zorla da olsa yaptırır. Fakat, çocuğun aklı ermediği için, babasının bu ısrarlı ve sıkıcı üstelemesinden dolayı bazen ağlar ve kendini bedbaht hisseder. Diğer yandan, adam üvey çocuğunu sevmediği ve umursamadığı için ona karışmaz. Bu sebeple, o kendisine zararlı olan şeyleri rahatlıkla bulur ve kendi sağlığı, gelişmesi ve geleceği için gerekli olan şeyleri rahatça terk eder. Bu çocuk, işin aslına aklı ermediği için, kendisini öteki çocuktan daha mutlu zanneder ve üvey babasının da onu kendi öz çocuğundan daha fazla sevdiği vehmine kapılır. Fakat bu zan ve vehim (tahmin) yanlıştır. Bu yanlışlığı bilen Allah Teâlâ'nın sâlih kulları O'nun tarafından dünyadan korunmuş olmayı sevildiklerinin işareti sayar ve buna sevinip şükrederler. Nefislerinin istediği her şeyi yapabildikleri zaman ise üzülür ve Allah Teâlâ’nın itibar nazarından düştüklerini söylerler.
Hasan el-Basrî (ra) şöyle demiştir: "İnsanın şeref ve değeri yalnızca Allah Teâlâ'ya itâat etmektedir." Bu sebeple, itaatsız olan bir insanın ne malı, ne makamı ona şeref ve değer kazandırmaz. Buna mukabil, itâat sahibi olan bir insanın fakir ve makamsız olması da onun şeref ve değerinden bir şey eksiltmez. Allah Teâlâ yanında durum budur. İslâmî anlayış da bunun üzerine binâ edilmiştir. Allah Teâlâ, kendisine iman ve itâat etmeyenler hakkında şöyle buyurmuştur:
"Onlar, kendilerine verdiğimiz mal ve evlât ile hayırlarını çoğalttığımızı, itibarlarını arttırdığımızı mı sanıyorlar? Hayır! Olayı doğru değerlendirmiyorlar." (Mu’minûn, 55, 56)
"Onların malları ve evlâtları seni imrendirmesin. Allah, bunlarla kendilerine azap çektirmek ister." (Tevbe, 85)
"Kâfir olanlar zannetmesinler ki, kendilerine mühlet vermemizin kendi yararlarınadır. Biz, ancak daha çok günah kazanmaları için onlara mühlet veririz. Onlar için alçaltıcı bir azap vardır." (Al-i İmrân, 178)
"Onlar, kendilerine yapılan uyarıları unutunca, onlara her şeyin kapılarını açarız. Verilen şeylerle iyice sevindikleri anda da onları birden yakalarız. Ondan sonra da hiçbir ümidleri kalmaz." (En'âm, 44)
"Bu dini inkâr edenleri bana bırak. Ben onları fark etmedikleri bir şekilde azaba çekiyorum. Bu sebeple, onlara biraz mühlet veriyorum. Benim tedbirim en sağlam olandır." (Kalem, 44, 45)
Bu âyetlerin tefsirinde şöyle denilmiştir: "Onlar günah işledikçe Allah Teâlâ, kendilerine yeni nimetler veririz. Ta ki, aldanışları artsın, günahları çoğalsın ve azaba iyice müstahak hâle gelsinler."
Zikredilen bu âyetler, hadisler ve sözler, mühürlü olmayan gözlerin ve kalplerin açılmasına ve gerçeklerin görülmesine yeterlidirler. Gerçekler görülünce de, aldanış için bir sebep kalmaz. Çünkü aldanışın sebebi Allah Teâlâ’nın fiillerini yanlış yorumlamak ve hayâlleri gerçek zannetmektir. Bir zamanlar Firavun, Nemrut, Karun gibi servet ve saltanatlara sahip olan pek çok kimseler vardı. Bunlar, hayâlden başka bir şey olmayan servet, saltanat ve kudretlerine güvenmiş, kendilerine tanınan fırsat ve mühlete aldanmış ve Allah Teâlâ'ya karşı küfür ve inkâr yoluna sapmışlardır. Fakat, ilâhî irade onları yakalamak isteyince, tutunacak bir dal bulamamışlar ve hamurdan çekilen kıl gibi, servet ve devletlerinden koparılmış ve cehenneme atılmışlardır. Allah Teâlâ, Firavun ve avenesinin yakalanış olayını anlatırken şöyle buyurmuştur:
"Biz onları bahçelerden, çeşmelerden, hazinelerden ve güzel ev ve saraylardan çıkardık. Böyle isteyince böyle yaptık." (Şuarâ, 57-59) Daha başkalarının helâk ediliş olaylarıyla ilgili olarak da şöyle buyurmuştur:
"Biz daha önce de nice halkı helâk ettik. Sen şimdi onlarda bir hayat emaresi görebilir misin veya onlardan cılız bir ses duyabilir misin?" (Meryem, 96)
Bir aldanış da ibadetlerde ihmalkâr davranan ve sakınmadan günah işleyenlerin Allah Teâlâ’nın kendilerini af ve merhamet edeceğini ümit etmeleridir.
Dinde af ve merhamet ümidi vardır. Ancak bu ümit, yapılan ibadet ve iyiliklerden dolayıdır ve korku ile beraberdir. Onun için Allah Teâlâ, ümidi daima sâlih ameller ve korku ile birlikte zikretmiştir. Örneğin şöyle buyurmuştur:
"Onlar, (gece namazı kılmak ve duâ etmek için) yataklarından uzaklaşır, korku ve ümit içinde duâ eder ve kendilerine verdiğimiz rızktan (bir miktar) hayra harcarlar." (Secde, 16)
"Yeryüzü ıslah edilmişken onda fitne ve fesat çıkarmayın, korku ve ümitle Allah'a duâ ve ibadet edin..." (A'râf, 56)
"Zikri geçen peygamberler, hayır işlerinde önde koşarlar, ümit ve korku içinde bize duâ ve ibadet ederler ve bize karşı huşû' ve saygı duyarlardı." (Enbiyâ, 90)
Bu âyetlerde görüldüğü gibi, Allah Teâlâ yanında geçerli olan ümidin şartı, onun sâlih ameller ve korku ile beraber olmasıdır. Fâsık kimselerin ümidi ise, amelsiz ve korkusuz bir ümittir. Şeytan icadı olan bu ümit temenni, ümniye ve kuruntudur. Böyle bir ümidin dinde yeri ve Allah Teâlâ yanında değeri yoktur. Kur'ân-ı Kerim'de şöyle buyurulmuştur:
"Şeytan onlara va'adde bulunur ve ümit verir. Şeytanın verdiği va'ad ve ümitler aldatmaktan ibarettir." (Nisa, 120)
"İnsan temenni edince onun gerçekleşeceğini mi sanır?!" (Necm, 24)
"İş, ne sizin, ne de ehl-i kitabın temenni ve kuruntularına göre değildir. Kim bir kötülük yaparsa, onunla cezalandırılır ve bu kimse Allah'a karşı kendisine ne bir yakın, ne de bir yardımcı bulamaz. Erkek olsun, kadın olsun kim de iman edip sâlih amel işlerse, onu cennete koyarız. Bu da, zerre kadar haksızlığa uğratılmaz." (Nisa, 123,124)
Şeytandan bir dürtü olan temenniye ümit gibi sarılanlar şöyle derler: "Allah’ın rahmeti çok, lütfü sonsuzdur. O'nun deniz gibi olan affı yanında bizim günahlarımız birkaç damladan ibarettir. Biz O'na iman etmişiz. Bu kadar kâfir ve zâlim varken bizi mi cezalandıracaktır? Allah’ın bizim ibadetimize ihtiyacı yoktur."
Biz de bunlara şunu söyleriz: Peki, peygamberler, âlimler, basireti açık velîler ve diğer sâlih insanlar Allah’ın rahmetinin geniş olduğunu, O'nun kimsenin ibadetine ihtiyacı bulunmadığını, dünyada şu kadar kâfir ve zâlim yaşadığını bilmemişler mi ki, gece gündüz ibadet etmişler, en küçük bir günahtan bile sakınmaya çalışmışlar ve Allah Teâlâ’nın azabından tir tir titremişler? Melekler de bunu bilmemişler mi ki, tamamen masum ve devamlı ibadet hâlinde olmalarına rağmen hep korku içindedirler. Hem af ve mağfiretin sahibi olan Allah Teâlâ’nın kendisi de sâlih amel işlenmesini ve kendisinden korkulmasını emretmemiş midir. O, sahte ümitle aldananları uyarmak için şunları söylemiştir:
"Ey kullarım benden korkun." (Zümer, 16)
"Yalnız benden korkun." (Nahl, 51)
"Kullarıma haber ver ki, ben hem affedici ve merhametliyim, hem de azabı en ağır ve elem verici olanım." (Hicr, 49, 50)
"İnsana ancak yaptığı amelin karşılığı vardır." (Necm, 39)
"Kim zerre kadar hayır işlese onu görür ve kim zerre kadar kötülük yapsa onu görür." (Zilzâl, 7,
"Kim bir sâlih amel işlese kendi yararına ve kim kötülük yapsa kendi zararınadır. Bunların karşılığını görmek için Rabbinize götürüleceksiniz." (Fussilet, 46; Câsiye, 15)
"Herkes, kendi yaptıklarına karşı cehennemde rehin ve hapis tutulur. Ancak cennet ehli müstesnadır." (Muddessir, 38; Tur, 21)
"Bir günden korkun ki, o gün hiç kimse bir başkası için bir şey ödemez; Allah istemezse kimse şefaat edemez; kimseden fidye alınmaz ve kimse bir yerden yardım görmez." (Bakara, 48)
Allah Teâlâ’nın af ve mağfiretini ancak iman ve sâlih amel sahibi kimselerin ümit edebileceğini bildiren bir âyet de şöyledir:
"İman eden, hicret eden ve Allah yolunda cihad eden kimseler Allah’ın rahmetini ümit ederler. Allah (bunlar için) bağışlayıcı ve merhametlidir." (Bakara, 218)
Hicret, genel anlamıyla günahları terk etmek, cihad ise, sâlih amel için kendini yormaktır. Allah Rasûlü (as) da şöyle buyurmuştur:
"Akıllı insan, nefsini hesaba çeken ve ölümden sonrası için çalışandır. Ahmak insan ise, nefsine uyan ve Allah'tan temennilerde bulunandır."
Hasan el-Basrî şöyle demiştir: "Günah işledikleri hâlde Allah’ın affını ümit edenlerin ümidi samimiyetten uzak boş bir temennidir. Çünkü hakikaten bir şey ümit edenler onu elde etmek için çalışırlar. Bir şeyden korkanlar da o şeyden kaçarlar." Allah Teâlâ her işi bir sebebe bağladığı gibi, af ve merhametini de iman ve ibadete bağlamıştır. "Bu Allah’ın âdetidir. Sen O'nun âdetinde değişiklik göremezsin." (Feth, 23; Fâtır, 43; Ahzâb, 62) Allah Teâlâ'nın bu âdetine uymayanlar hayâl kırıklığına uğrarlar. Bu kimseler, "Allah'tan akıllarına getirmedikleri kötü bir muamele görürler." Ve o zaman şu istekte bulunurlar: "Rabbimiz! Gözlerimizle görüp kulaklarımızla işittik. Bizi dünyaya geri çevir, sâlih amel işleyelim." (Secde, 12)
Günahkâr kimseler iki hâlde Allah Teâlâ’nın af ve rahmetini ümit edebilirler.
Bu hâllerden birincisi, tevbe etmeleri hâlidir. Buna göre, günahkâr bir kimse samimî olarak tevbe ederse, Allah Teâlâ’nın af ve merhametini bekleyebilir. Çünkü, bu ümidi veren ayet-i kerimeler vardır. Allah Teâlâ şöyle buyurmuştur:
"De ki: Ey nefisleri aleyhine israf eden (kendi zararlarına çokça günah işleyen) kullarım! Allah’ın rahmetinden ümit kesmeyin. Çünkü Allah, (isterse) bütün günahları affeder. O bağışlayıcı ve merhametidir. Onun için size azap gelmeden önce (tevbe edip) Rabbinize dönün ve O'na teslim olun. Azap gelirse, bir yerden yardım göremezsiniz." (Zümer, 52)
"Allah kullarından tevbeyi kabul eden, günahlarını affeden ve yaptıklarını bilendir." (Şura, 25)
"Ben tevbe eden, iman edip sâlih amel işleyen ve hidayet üzerinde sebat edenleri bağışlayanım." (Tâhâ, 82)
İkincisi ise, kişinin gücünü aşan sebeplerle ibadet ve tâatta kusur ve eksikliğin bulunması hâlidir. Bu kusurların da Allah Teâlâ’nın rahmeti ve affıyla karşılanabileceğini ümit etmek câizdir. Kusur, amel ve kullukta ideâl ölçülerin altında kalmaktır. Bunun bir türü de, ameli kendi seviyesine göre değil, daha aşağıdakilerin seviyesine göre yapmaktır. Bunu belirtmek için şöyle denilmiştir:
"Ebrâr sınıfından olanların amelleri (kusurlu ve eksik olduğu için) mukarrab sınıfından olanlar için günahlardır." Güç ve takati aşan mükellefiyetler ise Allah Teâlâ’nın af ve rahmetine tabidirler. Bu konuda şöyle buyurulmuştur:
"Allah bir kimseye ancak gücü kadar sorumluluk yükler.", "Kim çaresiz kalırsa, başkasının hakkına zarar vermediği ve çaresizlik sınırını geçmediği takdirde, bilsin ki, Allah bağışlayıcı ve merhametlidir." (Nahl, 115; Tevbe, 173; En'âm, 145)
Şer'î ve geçerli olan ümit, insanı ibadet ve hayır yapmaya sevk eder. Şeytanî ve boş ümit ise, günahta ısrar ve amelde tembelliğe iter.
Allah Rasûlü’ne nisbet edilen bir sözde şöyle denilmiştir: "Bir zaman gelecek, Kur’ân'ın kalplerdeki tesiri azalacak ve korku unsuru kalkıp yalnızca ümit kalacaktır. Bu sebeple, bir kimse bir hayır yaptığı zaman, 'Kesinlikle kabul edilmiştir.’ diyecek, bir kötülük yaptığı zaman da, 'Bağışlanacaktır.’ hükmünü verecektir." Bu hâl, daha önceki milletlerin de başına gelmiştir. Kur'ân-ı Kerim bunlardan şöyle bahsetmiştir:
"Peygamberlerden sonra kitaba vâris olanlar, bu değersiz dünyanın (haram olan) kısmını alıp, 'Nasıl olsa, bağışlanacağız.’ derlerdi. Bunun bir katını daha bulsalar onu da alırlardı. Kitapta, Allah hakkında doğru olmayan bir şeyi konuşmamaları için bunlardan söz alınmadı mı? Kendileri kitaptakini okumadılar mı? Ahiret, haramlardan ve Allah’ın emirlerine muhalefet etmekten sakınanlar için daha hayırlıdır. Akıllarınızı kullanıp düşünmüyor musunuz?" (A'râf, 169)
Kur'ân-ı Kerim baştan sona kadar Allah'tan korkmayı ve O'nun azap ve gazabından sakınmayı emreden ve bu konuda ısrarlı uyarıda bulunan âyetlerle doludur. Bu sebeple, onu (Kuran'ı) anlayıp tefekkür ederek okuyan bir müminin korkusu artar ve kendisi daha çok çalışma ihtiyacını duyar.
Bazı kimselerin bir miktar tâatları vardır. Fakat günahları da vardır. Kendileri ise, günahlarını önemsemez, tâatlerinin kendilerini kurtaracağını zannederler. Bu sebeple de, kendilerini iyi durumda görürler. Bunların bu hâli de bir aldanış ve gururdur. Çünkü, kıyâmet günündeki hesapta hem tâatlara, hem de günahlara yer verilir ve ikisi karşılıklı olarak tartılır. Ondan sonra, "Kimin tartılan ameli ağır gelirse, o kimse razı ve memnun olduğu bir hayata kavuşur. Kimin ameli hafif gelirse, onun yeri de kızgın ateştir." (Karia, 7-9)
Diğer bazı kimseler, günahlarını hiç görmez, yalnızca tâatlarını görürler ve bu sebeple kendilerini çok iyi bir durumda sanırlar. Allah Teâlâ, bunlar hakkında şöyle buyurmuştur:
"O gün Allah hepsini diriltecek ve yaptıklarını kendilerine haber verecektir. Allah bunların yaptıklarını unutmaz, fakat kendileri unuturlar. Allah her şeye şahittir." (Mücâdele)
"O gün, hesaba katmadıkları şeyler Allah tarafından önlerine çıkarılır." (Zümer, 47)
Aldanmışların Kısımları
Aldanmışlar dört kısımdır.
Birinci kısım, amelsiz âlimlerdir. Bu âlimler, Şer'î ve aklî ilimleri tahsil eder ve bu ilimlerde derinleşirler. Fakat ilmin gerektirdiği ibadetleri yapmaz ve günahlardan sakınmazlar. Bunlar zannederler ki, yalnızca ilim öğrenmiş olmak kendilerini Allah Teâlâ yanında yükseltir ve onlara manevî rütbe ve derece kazandırır. Bu sebeple bunlar, kendilerinin kurtulacaklarını ümit etmekle de kalmaz, başka günahkârlara şefaat edeceklerini de söylerler. Bunlar ilme aldanmışlardır. Halbuki ilim gaye değil, vasıtadır. Bu sebeple, ilim amele vasıta olduğu takdirde ve ancak o ölçüde kıymetli ve değerlidir. Amele vasıta olmayan ilim ise, cehaletten daha kötüdür. Çünkü cehâlet, bazı hâllerde mazeret oluşturabilirken ilim bütün mazeretleri ortadan kaldırır.
İlmiyle amel etmeyen bir âlim, hastalığının ilacını bildiği hâlde, onu kullanmayan bir hasta gibidir. Böyle bir hasta, ilaç kullanmamak yüzünden öldüğü takdirde, kendi kendisinin katili olur. Halbuki ilacını bilmeyen bir hasta ölse, bir ölçüde mazur sayılır. Hem, cehâleti ilimle gidermek ve câhili bilgilendirmek mümkün iken, ilmi başka bir şeyle gidermek ve âlimi bilgilendirmek mümkün değildir. Onun için bir şair şöyle demiştir: "Alimler, taamdaki tuz gibidirler. Câhiller onlar sayesinde bozulmaktan korunurlar ve kurtarılırlar. Fakat kendileri bozulurlarsa, onları kim ve nasıl bozulmaktan korur veya kurtarır."
İbadetleri bilen, fakat ibadet etmeyen; haramları bilen, fakat haramlardan sakınmayan; güzel ahlâkın prensiplerini bilen, fakat ahlâkını güzelleştirmeyen; kötü huyları bilen, fakat kendisini onlardan kurtarmayan bir âlim, Allah’ın dinini yanlış anlamış veya şeytan tarafından aldatılmıştır. Çünkü Allah’ın dini amel üzerine kurulmuş, ilim ise, amelin bilinmesi ve doğru yapılması için vasıta olarak ön görülmüştür. Hâl bu iken, aldanmış olan âlim, vasıtayı gaye hâline getirir ve tıpkı ağır hasta iken ilaç kullanmayıp onu raflara dizen ve ilaçlarının çokluğuyla ve ilaç bilgisiyle avunan ve övünen bir hasta durumundadır. Allah Teâlâ, böyle ilim sahiplerini kelb ve himar'a (köpek ve eşeğe) benzetmiştir. Ayetler şöyledir:
"O köpek gibidir." (A'râf, 177)
"O, kitap yüklenmiş eşek gibidir." (Cumua, 7) Bu iki âyet, her ne kadar İslâm’dan önce geçen bazı amelsiz âlimler hakkında indirilmişse de, herkesin bunlardan ders alması ve onların durumuna düşmekten korkması ve sakınmaya çalışması lâzımdır. Allah Rasûlü (as) şunları söylemiştir:
"Bir kimsenin ilmi artar da iman ve ameli artmazsa, o kimse Allah'tan daha çok uzaklaşır." (Geçti)
"Amelsiz âlim cehenneme atılır, iç organları yanıp yere dökülür ve kendisi değirmen merkebi gibi bunların etrafında döner." (Geçti)
"İnsanların en kötüsü, kötü alimlerdir." (Geçti)
"Kıyâmet gününde azabı en çok olan kimse, ilmiyle amel etmeyen alimdir." (Geçti)
"Kıyâmet gününde kişiye, "İlminle ne amel ettin?" diye sorulur." (Geçti)
Ebud-Derdâ (ra) şöyle demiştir: "Bilmeden günah işleyen câhile bir kere yazık olsun; bilerek onu işleyen âlime yedi kere yazıklar olsun."
İlmiyle amel etmeyen alim, ilmin fazileti hakkında vârid olan âyet ve hadislere bakarak kendisini kurtuluş ehli zanneder ve hatta üstün derecede görür. Halbuki bu âyet ve hadisler amele vesile olan ilim hakkındadırlar. Onları bu şekilde anlamak zorunludur. Aksi takdirde, nasslar arasında çelişki doğar. Çünkü bazı nasslar ilim ve âlimi överken, bazı nasslar bunları kötülerler. Bundan kat'î olarak anlaşılıyor ki, övülen ilim amele vesile kılınan ilimdir, övülen âlim de ilmiyle amel eden âlimdir.
Bazı âlimler zahir amelleri yapar, açık günahlardan da sakınırlar. Fakat kibir, hased, riya, şöhret arayışı, su-i zan, emsallerini çekememek ve onların kötülüğünü istemek gibi bâtın (gizli, kalpte olan) günahlardan çekinmezler. Bunlar, Allah Teâlâ’nın "Nefsini (kalbini, ruhunu) arındıran iflâh olur, nefsini kirleten hüsrana uğrar." (Şems, 9,10), "Kıyâmette ancak temiz kalb sahipleri fayda görürler." (Şuarâ, 89) sözleriyle Allah Rasûlü’nün şu sözlerini duymazlıktan ve anlamazlıktan gelirler:
"Riyanın en azı da şirktir."
"Kalbinde zerre kadar kibir bulunan bir kimse cennete girmez."
"Ateş odunu yaktığı gibi, hased de sevapları yakar."
"Su, baklayı yeşerttiği gibi, şöhret ve mal düşkünlüğü de kalpte nifak (münafıklık) yeşertir."
"Allah, sizin suretlerinize ve malınıza bakmaz, sizin kalplerinize ve amellerinize bakar (ve önem verir)."
Bu âlimler, şu adama benzerler ki, evinin dış duvarlarını temizleyip süsler, fakat içini ihmal edip her türlü pislik ve haşerata teslim eder; veya evinin içini karanlıkta bırakıp damında ışık yakar. Bunlar o kabre benzerler ki, dışı mermerden yapılmış ve güllerle süslenmiştir, fakat onun içinde çürümüş ve kokmuş bir ceset yatar.
Bu kimselerden bazıları, kalplerindeki bozuklukların farkında bile değillerdir. Bunlar, içlerindeki bozuklukların dışlarına yansıyan izlerini de kendilerine göre yorumlar ve bu suretle kendilerini temize çıkarırlar. Örneğin, hâl ve hareketlerinde görülen kibri imanın izzeti ve ilmin vakarı ile te'vil ederler; şöhret arayışını dine daha çok hizmet etmek arzusuyla tefsir ederler; riyayı halka iyi örnek olmak niyetiyle açıklarlar; kendi nefisleri için kızmayı Allah için buğz etmek şeklinde takdim ederler. Bunlar bu iki yönlü aldanış sebebiyle de ne kötü huylarını değiştirmek, ne de onlardan dolayı tevbe ve istiğfar etmek ihtiyacını duyarlar.
Allah Teâlâ, bir kuluna iyilik irade ederse, ona ayıplarını gösterir, o da bunları görür ve ıslahına çalışır. En azından, kendisini kusurlu ve eksik bulur ve bundan dolayı eziklik ve burukluk hisseder. Allah Rasûlü (as) şöyle buyurmuştur:
"Kötülükleri kendisini üzen kimse mümindir." Bu kimse, kendi nefsini tezkiye eden (öven), ilim ve ameliyle Allah'a ve O'nun kullarına minnet eden ve kendisinin Allah’ın en hayırlı kullarından olduğunu zanneden ve bu zannı yaymaya çalışan mağrur bir kimseden çok daha iyi bir durumdadır.
Eksiklik ve kusurlarımızı görmemekten veya gördüğümüz hâlde onların ıslahına çalışmamaktan Allah'a sığınırız.
Bazı kimseler de âlet ve sanat türünden olan bilgilerini ilim zanneder ve bu bilgileri yüzünden Allah Teâlâ yanında dereceleri yüksek olan âlim sınıfına dahil oldukları vehmine kapılırlar. Halbuki ilim, Allah Teâlâ'yı tanımaya ve ahiret için çalışmaya yardımcı olan bilgidir. Alim de bu bilgiye sahip olan, dolayısıyla Allah Teâlâ'yı herkesten daha çok tanıyan, O'na en çok saygı ve huşû' duyan ve ibadet eden, ahireti dünyadan üstün tutan ve çalışmalarıyla ona yönelen kimsedir. Bu bilgi ise, Allah Teâlâ’nın ve Rasûlü’nün sözlerini (Kur'ân ve hadisi) anlamak ve bunların mâna ve maksatlarını bilmektir. Bunun dışında kalan bilgiler ise âlet ve sanatlardır.
Alet ve sanatlar ise, diğer imkânlar gibi, hayra hizmet ettikleri takdirde hayırdırlar, şerre hizmet ettikleri zaman da şerdirler. Fakat bunların hayır olanı da ilmin şeref ve derecesine sahip değildir. Çünkü Allah Teâlâ'ya karşı korku, huşû' ve heybet duymayı ve O'na karşı takva hâli içinde yaşamayı, ahlâkı güzelleştirmeyi ve sâlih amel işlemeyi emir ve telkin eden yalnızca ilimdir.
Farz-ı ayn dururken farz-ı kifâye ile meşgul olmak câiz bile değilken, bazı aldanmış kimseler kendileri için farz olan amel ve ibadetleri yapmaz, nefislerini ıslah etmez ve kalplerini kibir, hased, riya, dünya hırsı, şöhret arzusu, merhametsizlik gibi çürütücü illetlerden temizlemezler, bu çok önemli ve müslüman olmanın olmazsa olmaz şartları ve temelleri olan işlerle uğraşmak yerine, ilim öğretmek, kitap yazmak, dinî tartışmalara katılmak, sözde Allah’ın dinini hâkim kılmak için kavga etmek, başkalarına va'az ve nasihat etmek, kendi yapmadıkları amelleri başkalarına yaptırmak gibi nefsin de payı bulunan, bazen de bütünüyle onun hesabına yapılan daha az önemli işlerle uğraşırlar. Ve bunlar, bu yaptıklarıyla Allah Teâlâ yanında yüksek dereceler elde ettiklerini zannederler.
(Hiç şüphe yoktur ki, bütün bu işler iyi niyetle ve halisen Allah için yapıldıkları takdirde, O'nun yanında makbul olan işlerdir. Ancak bunların kabul şartı, farz-ı ayn olan ve bizzat kişiye hitap eden amel ve ibadetleri ifa etmek ve ahlâkını düzeltmektir. Bu şart yerine getirilmediği takdirde, diğer işler nefis ve dünya hesabına olan işler durumunda kalır ve manevî değeri ve bereketi bulunmaz. Asırlardır milyonlarca müslümanlar bazı şeyleri ıslah etmek için çalışadururlar. Fakat bu şeyler ıslah olmak yerine, daha çok ifsat olurlar. Çünkü bu müslümanların bizzat kendi hayatlarında bir sürü ifsatlar vardır. Bu ifsatlar, farz-ı ayn olan işleri yapmamak, eksik yapmak veya bunlara riya gibi hastalıklar katmaktır. İfsat ise ifsatlarla ıslâh olup salâh bulmaz.)
Bazı aldanmışlar da Allah Teâlâ'ya karşı korku ve ümit dengesini bozarak halka çürütücü miktarda ümit aşılar ve bu suretle onlarda amel ve ibadete karşı gevşeklik, günah ve gaflete karşı arzu ve cesaret oluştururlar. Bu suretle bu kimseler, din için şeytan kadar zararlı iken, kendilerini yüksek mertebelerde görürler.
Bazı aldanmışlar da va'z ve sohbetlerinde halkın kalite ve idrâk seviyelerini nazar-ı itibara almaz, muhabbet, visal, firak gibi hem ulvî, hem de süflî mânaları bulunan kavramları sakınmadan ağızlarına alır, bunlar üzerinde konuşur ve onları kitaplarına yazarlar. Onları dinleyenlerin seviyesi ise çok düşük olduğu için, hemen hemen hepsi bu sözlerin süflî mânalarını anlarlar. Hatta bunlardan bir kısmı süfli duygulara kapılır ve bağırıp çağırır, sallanır ve tevâcüd ederler. Ancak şeytanı memnun eden bu sefil manzarayı görmek, konuşanları coşturur ve daha fazla zırvalamaya iter.
(Tevâcüd, vecde gelmek için kendini zorlamaktır. Vecd ise, kendinden geçmektir. Sufiler, vecdi büyük bir makam ve mertebe zannederler. Halbuki, kendinden geçmek şeklindeki vecd, makam ve mertebeden düşmek ve sükût etmektir. Çünkü insanı maddî ve manevî yönlerden yükselten akıl, şuur ve idrâktir. Bunların yokluğu veya gitmesi hâlinde insan yüceliğini kaybeder ve basit bir hayvan haline gelir. Bu sebepten dolayı, Allah Teâlâ aklı gideren maddeleri şiddetle yasaklamış ve onları büyük günahlardan saymıştır. Ayrıca, "Siz sarhoş iken namaza yaklaşmayın." deyip akıl ve şuurunu gidermiş olan kimseleri namaz kılmaktan ve kendi huzuruna çıkmaktan da menetmiştir.)
Bazıları da Allah korkusundan bahsettikleri hâlde kendileri O'ndan korkmazlar. Allah sevgisinden konuştukları hâlde kendileri O'nu sevmezler. Allah’ın kader ve takdirine razı olmaktan bahsederler fakat kendileri O'nun kader ve takdirine razı olmazlar. Allah'a tevekkül etmenin faziletini anlatırlar; fakat kendileri O'na değil, şan, şöhret, mal, makam gibi sebeplere tevekkül ederler.
İhlâsın öneminden bahsederler, fakat kendileri riyadan sakınmazlar. İhlâsın ilmini bilirler, fakat ameline sahip değildirler. Dünyayı halkın gözünde küçültmeye çalışırlar, fakat dünya onların gözünde ve gönlünde çok büyüktür.
Hırs, tamah, riya, kibir, cimrilik gibi kötü sıfatların bırakılması gerektiğini anlatırlar, fakat kendilerini bu illet ve zilletlerden kurtarmak için hiç bir çaba sarf etmezler. Bu şeylerin kötü olduklarını söylemekle otomatik olarak onlardan kurtulduklarını zannederler.
Bunlar halkın takdir ve ilgisinin önemli olmadığını telkin etmeye çalışırlar, fakat kendileri herkesten fazla takdir ve ilgiye taliptirler. Maksadlarının halkı irşat ve ıslah etmek olduğunu söylerler, fakat bu işleri kendilerinden daha iyi yapan birisi çıkarsa, ona can düşmanı kesilirler ve ellerinden gelse onu boğup yok ederler. Bunu yapamadıkları zaman da onu gıybet eder, küçümser, ona kusur ve kabahat isnat ederler.
Bunlar, zahire göre halkı Allah'a davet ederler, fakat kendileri Allah'tan kaçarlar. Zahire göre Allah'ı sevdirmeye çalışırlar, fakat kendileri Allah'ı sevmezler. Zahire göre Allah’ın zikredilmesini, hatırlanıp unutulmamasını isterler, fakat kendileri Allah'ı zikretmezler ve O'nu akıllarına getirmezler. Zahire göre, halkı Allah’ın rızasını aramaya çağırırlar, fakat kendileri nefislerinin rızasını Allah’ın rızasından üstün tutarlar Bunlar, ulemâ-i sû'durlar.
(Ben, bu son birkaç paragrafı kitaba almakta hayli tereddüt geçirdim. Çünkü, zamanımızda zaten âlimlere karşı saygı, hürmet ve edep azalmıştır. Bu durumda bu gibi sözler, bazı câhil ve garazkâr kimseleri âlimlere karşı daha da küstah ve edepsiz hale getirir. Sonra düşündüm ki, her meslekte olduğu gibi, âlimler içinde de nâ-ehil ve tıynetsiz kimseler vardır. Sayıları az da olsa, bu kimseler ilimleriyle amel etmezler ve onunla olgunlaşıp tekemmül etmezler. Ancak, buna rağmen, bu kimseler kendilerini âlim zannetme havasındadırlar. Bunları da uyarmak lâzımdır. İmam Gazali de bu sözleri yazarken, elbette ki câhil ve edepsiz kimseleri âlimlere karşı kışkırtmak istememiş, aksine bunlara itibar ve saygınlık kazandırmak için kendilerini uyarmayı düşünmüştür. O hâlde herkes kendi sütüne ve tıynetine göre bu sözlerden pay çıkarsın. Alimler bu dinin direkleridir. Bu sebeple, onları sevmek ve saymak Allah içindir. Hatta onlardan bazıları kendileri açısından bu sevgi ve saygıya lâyık olmasalar bile, taşıdıkları ilim yüzünden onlara karşı edepli olmak lâzımdır. Zamanımızda artistler, şarkıcılar ve sporcular büyük kitleler tarafından sevilip alkışlanırken, bir iki hataları yüzünden binlerce fazilete sahip olan âlimlerden soğumak, onları eleştirmek, kötülemek ve onlara karşı saygısız davranmak kesinlikle Allah Teâlâ'nın hoşuna gitmez.)
İkinci kısım, aldanmışlar ibadet ve amel sahipleridir. Bunlar da kendi aralarında birkaç sınıftırlar.
Onlardan bazıları, farzları ihmal eder veya eksik yapar, buna mukabil sünnet ve nafileye ağırlık verirler. Bunlar fazilet konusunda vesvese derecesinde titizlik gösterirler. Bu yüzden, fıkhın temiz kabul ettiği bazı sularla abdest almaz, bazı elbiselerde ve bazı yerlerde namaz kılmazlar. Fakat, meselâ bir mala sahip olmaya çalışırken, onun haram olabileceği konusunda titizlik göstermezler; hatta haram olduğu kuvvetle muhtemel bile olsa, te’vil yoluna sapıp onu kendilerine helâl ederler. Halbuki, önceki titizliği burada gösterseler, ashâb siretine daha çok yaklaşmış olurlar. Çünkü onlar (ashâb), özellikle haram konularında titizlik gösterirlerdi. Örneğin, Hz. Ömer (ra), hıristiyan bir kadının testisindeki su ile abdest almış, fakat haram olan bir işe bulaşmamak için, gerektiğinde bir çok helâlı da terk etmiştir.
Bazıları, niyette gereksiz olan vesvese göstermeyi önemli sayarlar. Bu yüzden, uzun uzadıya niyet getirir ve onu bir çok kere tekrar ederler. Fakat namaza girdikten sonra, Allah Teâlâ’nın huzurunda olduklarını unutmakta sakınca görmezler.
Bazıları, namazda okudukları Fâtiha ve sûrelerin şedde ve meddelerini büyük bir itina ile yaparlar. Fakat, okuduklarının mânasını öğrenmeye ve okurken onu düşünüp kendilerini muhâsebe etmeye aldırmazlar.
Bazıları, Kur'ân'ı çok okumanın sevap ve faziletine inanmışlardır. Bu sebeple, onu çok okurlar; hatta yirmi dört saatte bir hatim indirenleri vardır. Ancak, bunların dilleri Kur’ân okurken, kalpleri dünya vadilerinde dolaşır, akıl ve fikirleri başka işlerle uğraşır. Bu sebeple, bunlar okuduklarının mânasını düşünmezler, üzerinden geçtikleri emir ve nehiyleri duymazlar ve ibret alınması gereken kıssalardan ibret almazlar. Halbuki, Kur'ân okumak, öncelikle onu anlamak içindir; onu anlamak da onun emir ve yasaklarına uymak içindir.
Bazıları çok oruç tutarlar. Bunların içinde bütün sene oruç tutanlar vardır. Fakat bu zor ibadeti yaparken dillerini gıybet, dedikodu ve fuzulî konuşmalardan korumazlar riya yapmaktan sakınmazlar ve iftarı helâl bir yemekle yapmak hususunda titizlik göstermezler. Buna rağmen, sadece karınlarını aç bıraktıkları için Allah Teâlâ yanında iyi bir yerde olduklarını zannederler.
Bazıları sık sık hac ederler. Fakat hac etmek için helâl para gerektiğini düşünmezler. Bu yüzden, muamelelerinde helâl ve haramı karıştırırlar. Hacca giderken de emanetleri sahiplerine iâde etmezler, zulmettikleri kimselerden helallik istemezler, anne babalarının ve akrabalarının gönlünü almazlar. Bu yüzden de, hacca nasıl giderlerse, öyle dönerler. Yaptıkları bu ibadet onların ruh, kalb, vicdan ve hislerinde her hangi bir iyileştirme yapmaz.
Bazıları emr-i maruf ve nehy-i münker yaparlar. Fakat bu hayırlı ve önemli iş için gerekli ve şart olan ihlâs, yumuşaklık, sabır ve şefkati göstermezler. Kaba, kırıcı ve nefret ettirici davranırlar. En ufak bir direnme karşısında kızarlar. Buna da Allah için kızmak adını verirler. Fakat başkalarına söylediklerini kendileri yapmazlar ve şayet onları bu konuda uyaran olursa, küplere biner ve bunu küstahlık ve edebe muhalefet sayarlar.
Belli ki, bunlar kendi kendilerini "lâ yus'el" görürler. Halbuki "lâ yus'el olmak" Allah Teâlâ'ya mahsus bir uluhiyyet sıfatıdır. (Lâ yus'el, kendisinden hesap sorulmaz, hesaba tâbi tutulmaz, günün tabiriyle dokunulmaz kimse demektir.) Kur'ân-ı Kerim'de şöyle buyurulmuştur:
"Allah, yaptıklarından sorumlu değildir. Onlar ise, sorulurlar." (Enbiyâ, 23)
Bazıları bir dinî hizmeti yürütürler. Örneğin, bir mescitte imamlık veya müezzinlik yaparlar ve bunu yalnızca Allah rızası için yaptıklarını söylerler. Fakat bu hizmetleri kendilerinden daha iyi yapan birileri ortaya çıktığı zaman, buna sevinmezler ve Allah için yaptıklarını söyledikleri hizmetleri bu kimselere kaptırmamak için gerekirse gayr-i meşru ve Allah’ın rızasına muhalif olan işlere de tevessül ederler. Halbuki, bu hizmetleri hakikaten Allah için yapmış olsalar, bu şekilde kötü tepki göstermeleri mümkün değildir.
Bazıları Mekke veya Medine'de "mucâveret" yaparlar. (Mucâveret sözlükte, komşuluk yapmak demektir. Dinî bir terim olarak ise, sevap maksadıyla hac ve umre mevsimleri dışında Mekke veya Medine'de bir müddet (bu müddet yıllarca uzun olabilir) ikamet etmektir.) Fakat bu mübarek yerlerde bulunmaktan yararlanarak nefislerini ıslah etmek ve kötü huylarını değiştirmek için çalışmazlar. Bu yüzden, buralarda senelerce de kalsalar, hiç değişmemiş bir hâlde ve geldikleri gibi dönerler. Fakat buna rağmen, bu mucâvereti yapmış olmaktan dolayı kendilerine bir üstünlük atfederler.
Bunlardan kimisi de, kendi memleketinde iken, hiç olmazsa geçimini kendi çalışması ve alın teriyle karşılarken, bu yerlerde boş dolaşır ve başkalarının verdiği hayır ve sadaka ile yaşar. Halbuki, kendini bu hâle getirmek, ancak ilim tahsili ve cihad hizmeti gibi çok önemli işler yüzünden câiz olabilir.
Şeytan, bütün insanları günahlarla aldatmaz, bazılarını da amel ve ibadetlerle aldatır. O, önemi veya sevabı daha az olan amelleri bunların gözünde büyütür ve câzip hâle getirir ve bunları bu amellerle oyalayarak daha önemli ve sevabı daha çok olan amellerden geri bırakır. Bazen de, amel ve ibadetlerin içine onları bozan yabancı unsurların karıştırılmasını sağlar ve bu suretle ibadet olmaktan çıkardığı bu meşguliyetleri bu kimselerin nazarında hâlâ dereceler kazandıran ameller olarak gösterir.
Bazı aldanmışlar da Allah Teâlâ'ya yakın olmak için dünyaya ait her şeyi terk ederler; fakat şan, şöhret, riyaset ve baş olma hevesini terk etmezler. Bu aldanmış kimseler bilmezler ki, dünyaya ait hiçbir şey şan ve şöhret arzusu kadar insanı Allah Teâlâ'dan uzaklaştırmaz. Çünkü, bu arzuyu taşıyan bir kimse, ister istemez münafıklık yapar, kıskançlık duyar, kibirli olur, riyakârlık eder, yalan söyler ve bunlar gibi bütün kötü huyları kendisinde bulundurur.
Bazıları riyaset ve baş olmayı da terk ederler. Fakat buna rağmen, halkın onları meth etmesi hoşlarına gider ve nefislerini okşar. Bunlara "âlim", "üstad", "seyda", "velî", "kutup" denilmesi aldanışlarını arttırır. Bunlar zannederler ki, halk onlar için ne derse, Allah yanında da durumları odur. Bu zan yanlıştır. Çünkü halk, zahire bakarlar, Allah Teâlâ ise kalbe bakar. Bu sebeple, insanlar hüsn-i zan edip birisini övseler veya ona bazı üstün sıfatları yakıştırsalar bile, kendisinin bu övgüye sevinmemesi ve o sıfatları sahiplenmemesi lâzımdır. Hatta, şöhreti arttıkça kendi hakkındaki kanaati daha çok bozulmalıdır. Çünkü halk çoğunluğu genellikle riyakâr ve şarlatan kimseleri sevip takdir ederler. Bunlar, ihlâslı ve hakikaten fazilet sahibi olan kimselerin fazilet ve meziyetlerini görüp anlama ve takdir etme yeteneğinden yoksundurlar.
Bazıları amel ve ibadetlerinin, hayır ve hizmetlerinin, değer ve kıymetlerinin hakkıyla bilinmediğinden ve hak ettikleri medh ve takdiri alamadıklarından şikâyet ederler. Yaptıklarının karşılığını halktan almak isteyen bu kimseler, bu yüzden halka kırgın ve kızgındırlar. Bu sebeple, onlardan uzak dururlar, onlarla karşılaştıkları zaman yüzlerini ekşitirler, onlarla konuşurken sert bir tonda hitap ederler.
Bu kimseler düşünmezler ki, ibadetler ve hayırlar insanların takdiri için değil, Allah Teâlâ’nın rızası için işlenir. Hâl bu olunca da, bu işlerden dolayı kimsenin insanlardan bir şey bekleme hakkı yoktur. Bu sebeple, Kur'ân-ı Kerim'de şöyle buyurulmuştur:
"De ki: Müslümanlığınızı başıma vurmayın. Eğer gerçekten müslüman olmuşsanız, sizin kimse üzerinde minnetiniz yoktur, Allah’ın sizin üzerinizde minneti vardır." (Hucurât, 17)
İyiliği takdir edip etmemek ise başkalarının sorunudur. Bu, onların anlama kabiliyeti, ruh asaleti ve değer ölçüleriyle alâkalı bir olaydır. "Cevheri ancak cevherci anlar." denilmiştir. Onun için, cevheri kömürcülere beğendirmeye kalkışmak gibi, faziletleri de faziletsiz kimselere takdir ettirmeye çalışmak sonuçsuz kalır.
Bazıları, hoşlarına giden sünnetleri farzlardan üstün tutarlar. Bu, Allah Teâlâ’nın yaptığı tertib ve düzenlemeyi beğenmemek ve bozmak anlamındadır. Çünkü, amel ve ibadetler Allah Teâlâ tarafından farz-ı ayn, farz-ı kifâye ve sünnet (diğer adıyla, nafile) şeklinde derecelendirilmiş ve farz-ı aynlara birinci derecede önem verilmiştir. Allah Teâlâ hadis-i kudsi'de şöyle buyurmuştur:
"Rızamı arayanlar, bunu en çok kendilerine farz kıldığım amelleri yapmakla kazanabilirler." (Buharî) Onun için, farzlar ve sünnetler arasındaki önem sırasını bozmak, kimseye Allah Teâlâ’nın rızasını kazandırmaz. Farzlar da kendi arasında da önem sırasına tabidirler ve bu sırlamayı gözetmek lâzımdır.
Bir sahâbi, Allah Rasûlü’ne "Önce kime iyilik etmem gerekir?" diye sordu. Allah Rasûlü (as), "Önce annene iyilik etmek gerekir." buyurdu. Sahâbi, "Ondan sonra?" dedi. Allah Rasûlü, "Ondan sonra, babana, "buyurdu. Sahâbi, "Bundan sonra?" dedi. Allah Rasûlü (as), "Bundan sonra sana yakınlık derecelerine göre akrabana." buyurdu." (Tirmizî, Hâkim)
Anne baba, akraba ve diğer muhtaçlara değişik şekillerde yardım etmek bazen farz-ı ayn, bazen de farz-ı kifâyedir. Fakat bu farzlar da hadis-i şerifte anlatıldığı gibi, kişilere ve olaylara göre birbirinden önceliklidirler.
Günahları terk etmekte de önem ve öncelik sırası söz konusudur. Onun için, öncelikle "kebâir" denilen büyük günahlardan kaçmak gerekir. Bu büyük günahlardan birisini işlememek için, icap ederse bir farzı geciktirmek ve hatta kazaya bırakmak da lâzımdır.
İbadetler ve günahlar arasındaki sıralamayı gözetmek çok önemli olduğu hâlde, aldanmış kimse, bu sıralamayı gözetmezler. Onun için, nefisleri istediği zaman küçük bir ibadeti büyük bir ibadetin önüne geçirir veya büyük bir günahı küçük olan bir günahtan sakınmak için işlerler.
Üçüncü kısım aldanmışlar, zamanımızın (İmam Gazâlî'nin zamanının) sûfileridir. Bunlarda da gurur ve aldanmışlık oldukça fazladır. Aldanmışlık yüzünden bazıları, tasavvuf ve sûfiliği elbiseden, kılık kıyafetten, özel bir tarzda konuşmaktan, eski sûfilerin terim ve deyimlerini kullanmaktan, şemail ve merasimde onlara benzemeye çalışmaktan ibaret zannederler. Böyle zannedince de, artık kendi nefislerini mücâhede, riyazet, kalb murâkabesi, açık ve gizli günahlardan ve kötü sıfatlardan uzaklaşmak için yormazlar. Bu sebeple, bunlar şüpheli ve haram şeylerden (özellikle, yemek ile ilgili olanından) de sakınmazlar; çıkar ve şöhret için birbirlerini kıskanırlar; kardeşlik ve dayanışmanın İslâm’ın emri olduğunu duymamış gibi aralarında çekişirler.
Bunlar bilsinler ki, kıyâmet gününde Allah Teâlâ’nın huzuruna çıkarıldıkları zaman, ne sakal ve cübbeleri, ne de ruhsuz ve ihlassız merasim ve gürültüleri onları kurtarmaz. Çünkü Allah Teâlâ, hesap yerinde kimsenin suretine bakmaz, onun kalbine bakıp ona göre hakkında hüküm verir.
Bunlardan bazıları, tasavvufun özel terimleri olan marifet, müşahede, hâl, makam, kurb (yakınlık), visal (kavuşmak) gibi kelimeleri öğrenirler ve kendilerini bu terimlerin ifade ettiği derecelerde görürler. Kendilerini bu derecelerde gördükleri için de, kendi hayâllerinde çok büyürler ve artık herkese ve hatta bu ümmetin en üstün ve mümtaz sınıfı olan âlimlere bile yukarıdan bakarlar.
Bunlar, kendilerinden daha çok ibadet eden, daha çok din ve ahiret için çalışan ve fakat tasavvuf ve tarikate girmeyen kimseleri de küçümserler ve onların ibadet ve çalışmalarından bir sonuç çıkmadığını söylerler. Bu aldanmışlar, kendi zanlarına göre Hakka ulaşmış ve O'nun en yakınlarından olmuşlardır. Halbuki bu kimseler ne yeterli derecede ilim tahsil etmişler, ne ahlâklarını düzeltmişler, ne de amel ve ibadette diğer müminleri geçmişlerdir. Bütün sermayeleri tasavvuf terimlerini tekrarlamak ve kendi kendilerini yüksek derecelerde tahayyül etmekten ibarettir.
Bazıları, daha da ileri giderek Şeriat hükümleriyle mükellef olmadıklarını ve üzerlerinden mesuliyetin kaldırıldığını söylerler. Bunlar, "Şeriatın hükümleri ve ibadetler Allah Teâlâ'yı tanımak ve sevmek içindir. Biz ise O'nu tanıma ve sevme derecesine gelmişiz. Bu sebeple, ibadet ve Şeriat bizi ilgilendirmez." derler. Bunlar, bu iddialarıyla peygamberlerden üstün olduklarını söylemiş olurlar. Çünkü peygamberler hayatlarının sonuna kadar ibadete ve Şeriatın hükümlerine titizlikle bağlı kalmışlardır. Bunların mantığına göre, demek ki, peygamberler kendileri gibi Allah Teâlâ'yı tanıma ve sevme derecesine çıkamamışlardır.
Bazıları şöyle derler: "Şeriat, kalpleri şehvetlerden ve dünya sevgisinden koparmayı emretmiştir. Halbuki bunu başarmak muhaldir. Onun için, şeriatın emirleri hakikî emirler değil, semboliktirler. Bunlardan kasdedilen şey, marifet kazanmaktır." Bu ahmaklar bilmezler ki, Şeriat insan fıtratında bulunan şehvet, arzu ve istekleri kökten kurutmayı emretmemiş, bunları din ve aklın emri altına sokmayı ve disipline bağlamayı emretmiştir. Marifet de ancak bunun yapılmasıyla kazanılabilir.
Bazıları Allah Teâlâ'yı çok sevdiklerini ve O'na âşık olduklarını söylerler. Bunun için şiirler yazar ve mecnunluklar yaparlar. Fakat bunların çoğu Allah Teâlâ'yı câiz olmayan şekillerde tasavvur eder ve küfre girerler.
Hiç şüphesiz ki, Allah Teâlâ'yı sevmek en büyük ibadettir. Ancak, bundan önce O'nun zatı için vacip ve câiz olan ve câiz olmayan sıfatları öğrenmek ve O'nu câiz olmayan sıfatlardan tenzih ve takdis etmek lâzımdır. Allah Teâlâ için câiz olmayan sıfatlardan birisi O'nun madde veya ruh olmaması ve hiçbir yaratığa benzememesidir. Ayrıca, Allah Teâlâ'yı sevmenin kulu mesuliyetten kurtardığını ve Şeriatın emir ve yasaklarını çiğnemesini mubah kıldığını zannetmemek lâzımdır.
Allah sevgisi, ancak O'na ibadet ve itâat etmekle kazanılan, bunlarla varlığını sürdüren ve bunlarla beslenip güçlenen bir duygudur. Allah sevgisi bir ışıksa, bu ışığın yağı ibadet ve tâattır. Bu sebeple, ibadet etmeden ve Şeriatın hükümlerine uymadan Allah'ı sevdiğini iddia eden bir kimse ya sevginin ne olduğunu bilmez veya yalan söyler. Çünkü Allah Teâlâ'yı sevmek, O'nun rızasını kendi arzu ve isteklerinden üstün tutmayı gerektirir.
Halbuki Allah'ı sevdiğini söyleyen aldanmışlar, kendi nefis ve heveslerini Allah Teâlâ'nın rızasını temsil eden Şeriatın emirlerinden üstün tutarlar.
Bazıları da Allah Teâlâ'ya olan sevgilerini raks, vecd, sekr gibi hâl ve hareketlerle ifade etmeye kalkışırlar. Bunların yaptıkları da doğru değildir. Çünkü, Allah Teâlâ kendisini sevmede Peygambere uyulmasını emretmiş ve sevgiyi ancak bu şartla kabul edeceğini bildirmiştir. Bunu açıklayan ayet-i kerime şöyledir:
"De ki: Eğer Allah'ı seviyorsanız, (O'nu nasıl sevmek gerektiği konusunda) bana uyun. Bunu yaparsanız Allah da sizi sever..." (Al-i İmrân, 31) Peygamberin Allah sevgisinde ise, bu şeyler yoktur; sadece çok ibadet, çok hizmet, çok takva ve çok duâ vardır.
Bazıları da Allah Teâlâ'nın rızâsını kazanmak yerine, O'nun zatına ulaşmayı ve O'nu görmeyi akıllarına koyarlar. Vaktiyle, yahudiler de bu hevese kapılmışlardır. Allah Teâlâ, yahudilerin kıssasını iki âyette bildirmiştir.
Birinci âyet şöyledir: "Bir vakit sizin atalarınız Musa'ya, 'Biz Allah'ı açıkça görmedikçe O'na iman etmeyeceğiz.’ dediler ve O'nu görmeyi beklerken kendilerini yıldırım çarptı." (Bakara, 55)
İkinci âyet de şöyledir: "Yahudiler, kendilerine gökten bir kitap indirmeni isterler. Bunların ataları, vaktiyle Musa’dan daha büyük bir istekte bulunmuşlardı. Ona, 'Allah'ı bize açıkça göster.’ demişlerdi. Bu azgınlıklarından dolayı onları yıldırım çarpmıştı." (Nisa, 153)
Fakat, beşer tarihinde aynı hatalar değişik suretlerde tekrarlanıp dururlar. Bu şekillerden bazıları küfür, şirk, inat isimlerini, bazıları da din, tasavvuf, yüksek himmet adlarını alırlar. Allah Teâlâ'ya ulaşma ve O'nu görme hevesine kapılan sûfiler, Şeriatta böyle bir yol bulamadıkları için, kendi hayâllerinden oluşan bir yol icat ederler.
Bu hayâlî yol ise, belirsizlik, karanlık ve şeytanın oyunlarıyla kuşatılmış bir hâldedir. Bunlar, din ve Şeriatın aydınlatıcı ışıklarından mahrum olan bu karanlık yolu izlerken, şeytanın türlü taciz ve tasallutlarına uğrarlar. Bu yüzden, bunlar bu karanlık, ıssız ve işlenmemiş yolda giderken kendi hayâllerinden veya şeytanın sihrinden kaynaklanan bir parıltı görürler. Şeytanın telkinleriyle bu parıltının Allah Teâlâ’nın nuru olduğunu zannederler; hatta bazıları onu Allah Teâlâ’nın kendisi zannedip O'na ulaştıkları vehmine kapılırlar.
(Bu parıltının Allah Teâlâ’nın zâtıyla hiçbir alâkası yoktur. Eğer denilse ki, "Sen bu ışığı görüp tecrübe etmedin ki, böyle kesin konuşursun." Ben de derim ki, biz dinimiz ve özellikle Rabbimiz hakkındaki bilgilerimizi tecrübelerden almayız. Bu konudaki bilgimizin meşru kaynağı Kur’ân-ı Kerim ve hadis-i şeriflerdir. Onun için, tecrübelerden bahsedenler bize bu iki geçerli kaynaktan bu parıltı hakkında delil çıkarıp göstersinler. Böyle bir delil göstermeleri ise imkânsızdır. Nakşî silsilenin önemli bir halkası olan İmam Rabbani (ra), bir mektubunda bu parıltıdan bahsetmiş ve onun kendisini taciz ettiğini, bu sebeple ondan kurtulmayı temenni ettiğini yazmıştır. Bu parıltının Allah Teâlâ’nın zâtıyla ilgisi olsa, onun hakkında böyle konuşmak câiz olabilir mi? En iyimser bir ihtimal ile, bu parıltı ibadetin nuru da olabilir. Fakat o yine de Allah Teâlâ değil, ve O'nun zâtıyla alâkası yoktur. Biz hakikî tasavvufa ve gerçek sufilere hürmetkarız. Fakat dinimizi ve Rabbimizi ilgilendiren konularda hiç kimseye ne taviz veririz, ne de onun hatırını sayarız. Çünkü Allah Teâlâ’nın hakkı bütün haklardan daha önemli ve O'nun hatırı bütün hatırlardan daha yüce ve âlidir. Onun için, kendisi söz konusu iken, gözlerimiz hiç kimseyi görmez. Onun için, bu mesele ben sen meselesi değildir. Yeni neslin Rablerini bazı tasavvufî kavramların bulaklığı içinde değil, Kur'ân ve Sünnetin aydınlığı altında tanımaları lazımdır. Kimse bu yolu tıkamaya kalkışmamalıdır.)
Enfüsî bir seyir takip edenler de Allah zannettikleri bu parıltıyı kendi kalplerinde hissederler. Bunun üzerine, "Ben Allah'ım.", "Allah kalbimdedir.", "Allah'ı kalbimde gördüm." gibi küfür olan sözler söylerler.
(Fakat, küfür olan bir sözü söylemek her zaman, onu söyleyenin kâfir olduğunu göstermez. Çünkü kendisi bu sözü farkında olmadan veya başka bir mâna ile söylemiş olabilir. Lâkin, bu te'viller onu tekfir etmekten kurtarsa da, bu sözü söylemek ona büyüklük kazandırmaz. Çünkü zahiri alçaltıcı küfür olan bir sözün bâtını, büyütücü hikmet olamaz.)
Şeriat yolunda ise, "gökler ve yer Allah Teâlâ’nın nuruyla aydınlanmıştır." (Nûr, 35) Bu nur İslâm ve Kur'ân'dır. Bunların isimleri de nurdur. (Tevbe, 32; Saff, Kâinat, İslâm ve Kur’ân bilgisiyle aydınlanır, hâdiselerin mânaları da bu bilgi ile vuzuha kavuşur.
Sufilerin başına gelen bütün bu ve benzeri aldanış ve belâların sebebi, onların yeterli derecede ilim öğrenmeden sülûka girmeleri ve kâmil bir mürşid aramak yerine, rast gele bir takım kimselerin peşine düşmeleridir.
(Peşine düştükleri bu kimseler, onları irşad etmek şöyle dursun, kendilerini bile irşad etmekten âciz kimselerdir. Bunlar için şöyle denilmiştir: "Kendisi muhtac-ı himmet bir dede. Nerede kaldı başkaya himmet ede.)
Dördüncü kısım aldanmışlar, mal ve servet sahipleridir. Bunlardan bazıları, zulüm ve hile gibi gayr-i meşru yollardan mal toplar, ondan sonra da bu haram malı mescit, medrese, köprü gibi binaların yapımında kullanarak Allah Teâlâ’nın rızasına ulaştıklarını sanırlar. Halbuki, Allah Teâlâ, haram bir mal ile yapılan bir hayrı kabul etmez ve bu türlü hayırları yapanlardan razı olmaz. Allah Rasûlü (as) şöyle buyurmuştur:
"Allah Teâlâ temizdir ve ancak temiz ve helâl olan şeyleri kabul eder." Bu sebeple, hayır yapmaktan önce haram maldan sakınmak lâzımdır. Her nasılsa haram bir mal zimmete geçmişse, bu durumda da yapılması gereken iş, onu hayırda kullanmak değil, sahibine iâde etmektir.
(Böyle bir malın sahibi ölmüş veya bulunamaz durumda ise, onu vârislerine vermek lâzımdır. Vârisleri de yoksa veya bilinemiyor-sa, o zaman onu bir hayırda sarf etmek gerekir. Bu durumda da en efdal olan, onu bina ve saireye yatırmak değil, fakir ve muhtaçlara vermektir.)
Diğer bir aldanış yönü de odur ki, bu kimseler bu türlü binaları hâlis bir niyetle ve Allah için yaptıklarını zannederler. Halbuki, kimsenin görüp duymadığı bir yerde bir altınlık hayır yapmaları istense, bu kadarını yapmak bile nefislerine ağır gelir. Çünkü bunlar, yaptıkları hayırların mutlaka duyulmasını isterler. Hayırların duyulmasını istemek ise riyadır. Bunlar, aynı sebepten dolayı, mescit ve çeşmelerin üstüne de kendi adlarının yazılmasında ısrar ederler. Bu da, bu amellerde riya bulunduğunun açık bir delilidir. Çünkü ihlâs sahipleri, amellerinin bilinmesine çalışmazlar ve onları kendilerine mal etmezler. Onlar için, Allah Teâlâ’nın bilmesi yeterlidir. Bu sebeple onlar, gizlemek mümkün oldukça amellerini açıkça yapmazlar.
Allah Rasûlü’nün ifadesiyle, "bunların sağ elleriyle yaptıkları hayırdan sol ellerinin bile haberi olmaz." Riya ise, amellerin sevabını yakar ve sahibine gizli şirk günahını kazandırır.
Bazılarının malı helâldir. Fakat bunlar da riya ve gösteriş için hayır yaparlar. Sonuçta bunlar da öncekiler gibi, sevaptan mahrum kalır ve günah kazanırlar. Bu sebeple bunlar, hayır yapmadan önce riyadan kurtulmaya ve ihlâs kazanmaya çalışmalıdırlar. Allah Teâlâ, kesilen kurbanlar hakkında şöyle buyurmuştur:
"Bunların ne etleri, ne de kanları Allah'a ulaşmaz. O'na sadece takvanız (İhlasınız) ulaşır." (Hac, 37) Bu hüküm, diğer hayır işlerinde de aynen geçerlidir.
Bazıları, daha önemli hayırlar varken daha az önemli veya önemsiz işlere para yatırırlar. Örneğin, çevresi fakir ve muhtaçlarla meskûn bir mescidin nakış ve süslemeleri için bolca para harcarlar. Halbuki böyle bir yerde daha önemli ve öncelikli olan iş, mescidin nakışları değil, açları doyurmak ve açıkta olanları barındırmaktır. Fakat sevabı daha çok olan bu türlü hayırlar, göze hitap etmediği için bazılarını tatmin etmez. Bu kimseler hayır yapınca onun gözlerini kamaştıracak şekilde karşılarında gözükmesini isterler.
(Bir de insanlar birbirine iyilik etmeyi, dinî nasslarda emredilmiş olmasına rağmen çoğu zaman istemezler. Çünkü Ademoğulları birbirlerini samimî olarak sevmezler ve Allah Teâlâ’nın onlara verdiği değeri birbirlerine vermezler. Kendilerine yapılan iyiliği takdir etmemeleri, kendilerini rahat hissedince şımarmaya ve zararlı olmaya başlamaları da bu soğuk yaklaşımda önemli rol oynar. Ancak, iyilik Allah için yapılırsa, kimin bunu nasıl karşıladığı sorun olmaktan çıkar. Onun için, "İyilik yap, denize at; balık bilmezse Hâlık bilir." denilmiştir. Kur'ân-ı Kerim'de de, "Görücü olarak Allah yeterdir." (Feth, 28), "Değerlendirici olarak Allah yeterdir." (Ahzâb, 39) denilmiştir.)
Bazıları, yaptıkları hayır ve yardımlar için merasim düzenlerler. (Merasim düzenlemekten maksat, kendi amellerini teşhir etmek ve kendilerini göstermek olsa, yaptıkları riya olur. Fakat bundan maksatları hayrı teşvik etmek olsa, o zaman hüküm değişir. Allah Rasûlü (as), "Ameller niyete göredir." buyurmuştur.
Bazıları, fakirlere yardım ederken dindarlığı veya ihtiyacı esas almazlar, kendilerine yapılan yardımları en çok anlatıp yayabilen veya onun karşılığını bedenî hizmet gibi yollarla verebilen kimseleri tercih ederler. Bu tercih şekli de amelin Allah için olmasına aykırıdır. Allah Teâlâ ihlâs sahipleri hakkında şöyle buyurmuştur:
"Onlar, taamı kendi ihtiyaçlarına rağmen miskin, yetim ve esire yedirirler. Kendi içlerinden de şunu geçirirler: Biz bunu Allah için size yediriyoruz. Sizden ne bir karşılık, ne de bir teşekkür beklemiyoruz." (İnsan, 8, 9)
Bazıları, yanı başlarında bir sürü muhtaç ve çaresiz insanlar varken sıkça hac ve umre yaparlar. Halbuki hac ömürde bir kere farzdır. Bunun dışındaki hac ve umreler sünnettir. Aç ve muhtaçlara yardım etmek ise farz-ı kifâyedir. Farz-ı kifâyeler de sünnetten daha önemli ve önceliklidirler. Bu sebeple, bu insanlar farz-ı kifâyelerin çok olan sevabını kaçırmış olurlar. Abdullah İbni Mes'ûd (ra) şöyle demiştir:
"Âhir zamanda hac edenler çoğalır. Bunun sebebi, dindarlığın artması değil, rızkın bollaşması ve yolculuğun kolaylaşmasıdır. Bunlar bu sebeple hac ederken, yanlarındaki komşuları fakirlik ve çaresizlik içinde kıvranırlar." Bir adam Bişr İbni Hars'a, hacca gitmek üzere olduğunu söyledi ve kendisinin de bir şey isteyip istemediğini sordu. Bişr ona:
-"Niçin hacca gidiyorsun? Beytullah'a duyduğun iştiyaktan mı, yoksa Allah Teâlâ’nın rızasını kazanmak için mi?" dedi. Adam:
-"Allah Teâlâ’nın rızasını kazanmak için." dedi. Bişr: "Kendi evinde oturduğun hâlde, Allah Teâlâ’nın rızasını kazanırsan yine gider misin?" dedi. Adam:
-"Hayır, o zaman gitmem." dedi. Bişr:
"Öyleyse, hac için ayırdığın iki bin dirhem parayı birkaç fakir, borçlu ve yetim sahibine ver." dedi ve şunu ilâve etti:
-"Çaresizlerin yardımına koşmak, yoksulların sıkıntısını gidermek, müslümanların kalplerine sevinç sokmak da birer hacdırlar." Adam biraz düşündü ve şöyle dedi:
-"Fakat, kalbim yine de hac etmemi istiyor." Bunun üzerine Bişr ona şunu söyledi:
-"Peki, o takdirde de riya yapmak ve günah işlemekten sakın. Çünkü Allah Teâlâ, ancak takva sahiplerinin (riya ve günahdan sakınanların) amellerini kabul etmeyi kendi üzerine farz kılmıştır." Bu önemli gerçeği bildiren âyet şöyledir:
"Allah yalnızca muttakilerden kabul eder." (Mâide, 27)
Bazıları, zekâtlarını en kötü mallarından çıkarırlar. Halbuki Allah Teâlâ şöyle buyurmuştur:
"Ey iman edenler! Kazandıklarınızın ve size yerden çıkardıklarımızın iyisinden infak edin. Bunların kötüsünü ayırıp ondan infak etmeyin." (Bakara, 267) Bunlardan bir kısmı zekâtı da ancak kendilerinden bir karşılık bekledikleri kimselere verirler. Böylece zekâtı da, dünyaya ait maksatlar için bir yatırım hâline getirirler. Halbuki zekât, diğer hayır ve sadakalar ve tüm ibadetler ahiret yatırımlarıdır.
Bazıları, cimrilik yüzünden mallarını hayırda sarf etmezler, bunun yerine, para harcamayı gerektirmeyen amellere yönelirler. Örneğin, gündüz oruç tutar, gece namaz kılar ve çokça Kur'ân okurlar. Bu aldanmışlar bilmezler mi ki, Allah Teâlâ kendilerinden mal sarfetmek suretiyle de ibadet etmelerini istemiştir. Meselâ bir âyette şöyle buyurmuştur: "Ey iman edenler! Alış veriş, dostluk ve aracılığın olmadığı bir gün gelmeden önce size verdiğimiz rızıktan (mal ve paradan) infak edin (hayırda harcayın). Malı stok edip gizleyenler öncelikle kendilerine kötülük ederler." (Bakara, 254) Bir âyette de şöyle buyurulmuştur:
"Birinize ölüm gelip de, 'Rabbim! Ölümümü biraz daha geciktir, sadaka vereyim ve sâlih ameller işleyeyim.’ demeden önce, size verdiğimiz rızktan infak edin." (Münâfikûn, 10) Bu kimseler, mallarını hayırda harcamadıkları takdirde Allah Teâlâ yanında bahillerden sayılacaklardır. Bahiller hakkında da şu âyet indirilmiştir:
"Allah’ın kendi cömertliğinden verdiği malda bahillik ve cimrilik edenler, bunun kendileri için iyi olduğunu zannetmesinler. Aksine, bu onlar için kötüdür. Bahillik ettikleri mal, kıyâmet gününde boyunlarına dolanacaktır." (Al-i İmrân, 180)
Mal ve servet sahiplerine en çok yakışan ve kendilerine en çok sevap kazandıran amel çeşidi, parasal amellerdir. Bişr İbni Hars'a, "Falan zengin, çok nafile oruç tutar ve namaz kılar." dediler. Bişr şu karşılığı verdi: "Miskin adam! Kendisine yakışan amelleri terk etmiş, fakirlerin amellerini seçmiştir. Ona yakışan, çok oruç tutmak ve çok namaz kılmak değil, açları doyurmak ve muhtaçları sıkıntıdan kurtarmaktır."
Bazı aldanmışlar da ilim ve va'az meclislerine gidip gelirler, fakat duyup dinledikleriyle amel etmezler. Bunlar zannederler ki, bu kabil meclis ve cemaatlere katılmak tek başına kendilerini ahirette kurtaracaktır. Bu zan da yanlış bir aldanıştır. Çünkü ilim öğrenmek ve va'az dilemekten maksat amel etmektir. Onun için gereğince amel edilmezse, ne ilim öğrenmenin, ne de va'az dinlemenin bir anlamı kalmaz. Allah Teâlâ, sadece okumak ve dinlemekle yetinilmesini, aklını çalıştırmamak veya akıl melekesinden mahrum olmakla açıklamıştır. Âyetler şöyledir:
"Siz kitabı okuduğunuz hâlde, amel etmeyi ihmal ediyorsunuz. Aklınızı çalıştırmıyor musunuz?" (Bakara, 44)
"Dinlediklerini anlayıp ona göre amel etmeyenler, çobanın bağırıp çağırmasını dinleyen sürü gibidirler." (Bakara, 171)
İlim ve nasihat meclisine katılıp da duyduklarıyla amel etmeyen bir kimse o hastaya benzer ki, doktorların meclisine gider gelir, onların hastalık üzerindeki konuşmalarını dinler, fakat gereğini yapıp kendi hastalığını tedavi etmez. Bu kimse aynı zamanda o aç adama benzer ki, yemeklerin çeşitlerini anlatan alıcıları dinler, fakat yemek yemeği aklına getirmez. Bu kimselerden bazıları Kur’ân veya va'az dinlerken ağlarlar.
Ancak ağlamak da iki türlüdür. Birincisi, Allah Teâlâ’nın hakkının büyüklüğünü, buna karşılık kendi kusur ve ihmallerini düşünmekten ve eksikliğini telâfi etme isteğinden ve kararlılığından ileri gelen ağlamaktır. Bu türlü ağlamak tevbe edip hayır ve ibadete yönelmeye vesile olduğu için değerlidir. İkincisi ise, tamamıyla mizaç rikkatinden ve çabuk heyecanlanmaktan ileri gelen fizyolojik bir hâdisedir. Bunun bir değeri yoktur. Bu türlü ağlamanın en âlâsı kadınlarda ve çocuklarda görülür.
İlim ve va'az dinlemek, dinleyenin kötü sıfatlarını değiştirmez, fiil ve hareketlerini düzeltmez ve onu Allah Teâlâ’nın ibadetine yöneltmezse, kişinin aleyhinde hüccet ve delil olur.
Eğer denilse ki, buraya kadar yaptığın tenkit ve eleştiriler ümit kırıcıdır. Çünkü, herkes bir şeyler yapar ve karşılığında Allah Teâlâ'dan af ve merhamet bekler. Sen ise, yanlış ve eksik yapılan işler karşılığında af ve merhamet beklemenin aldanış olduğunu söylüyorsun. Senin tarif ettiğin şekilde amelleri tam ve mükemmel yapmak da zordur. Bunu ancak tek tük fertler yapabilirler.
Ben de (İmam Gazali) derim ki: İbadetleri doğru ve dört başı mamur bir şekilde yapmak hiç de zor değildir. Fakat insanlar, tembelliğe heves ettikleri zaman, her türlü işi zor bulurlar. Halbuki bunlar kararlı oldukları zaman, inanılmaz işler başarırlar. Dünya için bu işleri yapabilen insanlar, ahiret için de benzer işleri yapabilirler. Yeter ki, dünyaya inandıkları kadar ahirete de inansınlar ve nefislerine hizmet etmekten zevk aldıkları kadar Allah Teâlâ'ya kulluktan da zevk alsınlar.
Kur'ân-ı Kerim'de namazın kılınmasıyla ilgili bir âyette şöyle buyurulmuştur:
"Namaz kılmak insanlara ağır gelir. Ancak o, Allah'a karşı huşû' duyan (O'ndan korkan ve O'na saygı duyan) kimselere ağır değildir. Çünkü bunlar, Rableriyle karşılaşacaklarına ve O'nun huzuruna çıkacaklarına iman ederler." (Bakara, 45, 46) Bir deyimde de şöyle denilmiştir: "Sevgi doğru ise, sevgiliye ulaşmak için yol bulunur."
Kaldı ki, benim aldanış diyerek eleştirdiğim husus, amel ve ibadet etmeden veya eksik ve sakat bir şeyler yaparak kendini ahirette kesin bir şekilde kurtulanlardan ve hatta Allah Teâlâ'ya yakın bahtiyarlardan sayma gafletidir. Bu gaflete düşülmediği takdirde, yapılan zerre miktarı şer ve günah gibi, zerre miktarı hayır ve ibadetin de ağırlığı ve karşılığı vardır. Allah Teâlâ bunu açıkça bildirmiştir:
"O gün insanlar, amellerinin karşılığını görmek için gruplar hâlinde gelirler. Kim zerre kadar hayır yapmışsa onu görür ve kim zerre kadar günah işlemişse onu görür." (Zelzele, 7, Allah Teâlâ, günahlarını itiraf edip tevbe edenlere de ümit kapısını açmıştır: "Bazıları da hem iyi işler, hem de kötü işler yaptılar ve günahlarını itiraf edip tevbe ettiler. Umulur ki, Allah bunları da affeder. Çünkü Allah bağışlayıcı ve merhametlidir." (Tevbe, 102)
Gururdan Kurtulmanın Çaresi
Bil ki, gurur ve aldanıştan kurtuluş üç şeyle olur. Bu şeyler akıl, marifet ve ilimdir. Aklın kâmil ve selim olması gurur ve aldanmayı önleyen birinci etkendir. Bu akıldan yoksun olan bir kimse ise, nefis ve şeytan hilelerine aldanmaya açık ve hâzır hâldedir. Akıl fıtrîdir; yani yaratılırken Allah Teâlâ tarafından verilir. Onu marifet ve ilim yoluyla parlatıp nur ve ışığını arttırmak ise insanın çalışmasıyla olur.
(Akıl, kâmil ve nakıs diye iki kategoriye ayrılır. Kâmil tam ve olgun demektir. Nakıs ise eksik ve ham demektir. Diğer bir açıdan akıl selîm ve marîz diye ikiye ayrılır. Selîm sağlam ve illetsiz demektir. Marîz ise hasta ve illetli demektir.)
Marifet, dört şeyi doğru olarak tanımaktır. Bunlar insanın kendi kendisini tanıması, kendisini yaratan ve yaşatan Rabbini tanıması, dünyayı tanıması ve ahireti tanımasıdır.
İnsan kendi kendisini tanıyınca, hiçbir şekilde gururlanmaya hakkı olmayan âciz, fakîr ve çaresiz bir kul olduğunu anlar.
Rabbini tanıyınca, her şeyiyle O'na borçlu olduğunu ve O'nun lütuf ve rahmeti olmadan hiçbir şeye sahip olamayacağını anlar. O'nun büyüklüğü karşısında kendi varlığının eridiğini ve yok olduğunu görür ve iyilik adına ne yapsa O'nun adına ve O'nun için yapması gerektiğini idrâk eder. Çünkü, iyilikler ancak O'nun kabul etmesiyle anlam ve değer bulur ve zayi olmaktan kurtulurlar.
Dünyayı tanıyınca ondaki baş döndürücü değişmeleri, yıkılış ve ayrılıkları görür ve yaz boz tahtası olan bu dünyaya güvenmenin ve onunla sevinmenin akıl işi olmadığını anlar.
Ahireti tanıyınca da aradığı ve özlediği âlemin orası olduğunu fark eder ve artan bir rağbetle ona yönelir.
Bu marifet sayesinde nefsi yerine Rabbine hizmet etmeyi, dünya yerine de ahiret için çalışıp hazırlık yapmayı düstur ve prensip hâline getirir. Bundan sonra niyetinde samimiyet ve ihlâs, ibâdetinde de bütünlük ve mükemmellik kendini gösterir. Çünkü ihlâssızlık ve riya kendini görmekten, amelde kusur ve ihmal da dünyayı öne çıkarmaktan ileri gelir.
İlim ise, Allah Teâlâ’nın kulundan nasıl razı olacağını ve onun amellerini hangi şartlarla kabul edeceğini öğrenmektir. Bu şartlar ve keyfiyetler öğrenilince de onlara göre hareket etmek kolaylaşır. Çünkü, işlerin yanlış ve eksik yapılmasındaki en büyük sebep, onların doğru ve tam olarak nasıl yapılacağını bilmemektir.
Bu zikrettiğimiz şeylerle kişi gurur ve aldanıştan kurtulur. Çünkü akıl, marifet ve ilmin olduğu yerde aldanmak olmaz. Ancak bu suretle gururdan kurtulan bir kimseyi yeni bir tehlike bekler. Çünkü, kendi kendisini gururdan kurtulmuş ve Allah yoluna girmiş bir hâlde görünce, Allah Rasûlü’nün "Din nasihattir.", "Allah’ın en çok sevdiği kul, O'nun kullarına faydalı olandır.", "Allah, senin çalışmanla bir kişiye hidayet verirse, bunun sevabı senin için üzerinde güneşin doğduğu bütün varlıklara sahip olmaktan daha hayırlıdır." gibi sözlerinin teşvikine ve kendisindeki acıma hissinin dürtüsüne uyarak, gaflet ve aldanış içinde gördüğü insanları irşad etmek ve onları kurtuluşa davet etmek için harekete geçer. Bu iş için fıtrî kabiliyetle de donanımlı ise, kısa zamanda etrafında büyük bir kalabalık oluşur. Bu kalabalık onu sevip sayar, ona minnet duyar ve onu övüp medh-u sena eder. Adam kendisini bu şekilde seven ve övenlerin ortasında görünce, daha önce bastırdığı gururu tekrar uyanmaya başlar. Eğer, kendisi hemen farkına varıp onu ihlâs makasıyla kesip atmazsa, o giderek büyür ve kendisi riyaset ve baş olmanın zevk ve sevdasıyla sarhoş olur. Çünkü, nefse en çok lezzet veren ve aklı baştan alan şey riyaset ve baş olmaktır. Onun için, dünyanın diğer bütün lezzetlerinden geçebilmiş bazı kimseler, riyaset ve baş olma lezzetine mağlup olmuş ve onun içinde boğulmuşlardır. Hidayet bulduktan sonra sapmaktan ve düzeldikten sonra bozulmaktan Allah Teâlâ’nın rahmetine sığınırız.
Bir cemaat veya topluluğu irşad etmeye kalkışan bir kimsenin riyaset sevdasıyla hareket etmediğini gösteren bazı ölçüler vardır. Böyle bir kimse kendisini devamlı surette bu ölçülerle tartmalı ve gerçek durumunu öğrenmelidir. Bu ölçüler şunlardır:
1- Yegâne niyet ve maksadının insanların hidayet bulması olmak. Bir kimsenin maksadı bu olsa, hidayetin onun çabasıyla veya bir başkasının çalışmasıyla gerçekleşmesi onun nazarında aynı değerdedir. Bu sebeple, o kendi seviyesinde olanları rakip ve düşman gibi görmez; aksine dost ve yardımcı olarak görür ve onlarla tamamlanmanın rahatlık ve sevincini duyar.
2- Halktan medh ve övgü görmeyi aklından geçirmemek ve bunu kesinlikle beklememek. Medh ve övgü beklemeyen bir kimsenin nazarında takdir edilmekle tenkid edilmek aynı şeydir. Bu sebeple ne medhedilmek onu sevindirir, ne de zemmedilmek onu üzer. O, bu açıdan kendisini çoban, etrafındakileri de sürü olarak görür. Nasıl ki, çoban kendisini sadece sürüye hizmetle yükümlü bulur ve sürüdeki koyunlardan veya develerden övgü, takdir ve karşılık beklemezse, mürşit ve nasihatçi da halka bu anlayış ve yaklaşım içinde hizmet eder. Bundan fazla olarak, o tenkit ve eleştirilere de açık olur. Bunları dinler ve değerlendirir.
Şöhret zebunu olan bir kimse ise eleştirilere tahammül etmez. O kendisini Allah Teâlâ’nın sıfatı olan "lâ yus'el" (dokunulmaz) olmak derecesinde görür. Faydalı hizmetler yaptığına inanılan bir zatı yıpratıcı mahiyette eleştirmek elbette ki doğru değildir ve bu, onun hizmetlerini olumsuz yönde etkilediği ölçüde günahtır. Fakat bunu düşünerek hak ve insaf çizgisinde durmak, eleştiri yapanın sorunudur. Eleştirilen zat ise, bu konuda geniş davranmalı ve kendisini rahat hissetmelidir. Eleştirilen yıpratıcı değil de, hataları gösterici ve düzeltici mahiyette iseler, onları dinlemek ve değerlendirmek lâzımdır. Çünkü bu şekilde eleştirilen kim olursa olsun, hatasını kabul etmek ve onu düzeltmeye çalışmak zorundadır. Hata herkes için hatadır. İslâm dini bu hususta hiçbir kimseye ayrıcalık ve dokunulmazlık tanımamıştır.
3- Derece ve mertebe yönünden kendisini köle, nasihat ve irşad ettiği kimseleri seyyid ve efendi olarak görmek. Allah Rasûlü (as) şöyle buyurmuştur: "Bir kavmin büyüğü, onların hizmetçisidir." Kendisini hizmetçi durumunda gören bir kimse de, kendisini büyük, başkalarını hakîr ve küçük görmez.
4- Kimseden her hangi bir surette maddî yönden faydalanmayı düşünmemek. Bu prensibi gözeten bir mürşit ve nasihatçinin nazarında zengin fakir ayırımı yoktur. O, kendisine bu yönden bir yararı olanla olmayanı birbirinden ayırmaz. İkisine de aynı gözle bakar ve aynı ilgiyi gösterir. Elbette ki, kendisini halkın hizmetine adayan ihlâslı kimselere yardım edilir. Ancak bu da onların sorunu değildir. Bu, halkın hizmeti anlayıp anlamamaları ve değer verip vermemeleriyle ilgilidir. Bu hususta yapılan yardımlar da Allah Teâlâ için yapılmalı ve karşılığı o kimselerden ayrıcalık ve teveccüh şeklinde istenmemelidir.
5- Bir hizmet başardığı veya bir kimsenin hidayetine vesile olduğu zaman, bunu kendi hüneri olarak görmemek, Allah Teâlâ’nın lütuf ve inayetine bağlamak. Çünkü Allah Teâlâ, Peygambere bile şöyle hitap etmiştir:
"Sen istediğini hidayet edemezsin, ancak Allah istediğini (senin vasıtanla) hidayet eder." (Kasas, 56)
"Sen düşmana (ok) attığın zaman, onu (hakikatte) sen değil, Allah attı." (Enfâl, 17) buyurmuştur. Bu uyarıları alan Allah Rasûlü (as) da Mekke'yi fethettiği gün mahşerî kalabalığın önünde şöyle seslenmiştir:
"Hamd ve övgü yalnız Allah içindir. O kuluna verdiği sözü yerine getirdi; ona yardım etti ve düşmanı tek başına yendi."
Hidâyet ve zaferde kişisel hüner söz konu olmayınca, kişinin kalbine ucub da girmez. Çünkü ucub, yaptığı işlere acep kalmak ve bundan kendi nefsine büyüklülük payı çıkarmaktır. Ucub kibirden de büyük bir günahtır. Onun için âlimler şöyle demişlerdir:
"Yaptığın bir hayır ve ibadeti büyük görüp bundan ucub duyarsan o ameli bırak ve amelsiz kal. Böyle daha iyidir."
6- Kendi nefsine karşı dikkatli ve uyanık olmak. Çünkü, Allah Teâlâ, "Nefis usanmadan kötülüğü emreder." (Yûsuf, 53) buyurmuştur. Nefis, aynı zamanda emrettiği kötülükleri örtmesini ve onları iyilik suretinde göstermesini de bilir. Bu sebeple, çok kimse kötülük yaparken iyilik yaptıklarını zannederler.
7- Sadece din hizmetinde çalışmanın kendisini Allah Teâlâ yanında makbul bir kul derecesine çıkarmaya yetmediğini düşünmek. Çünkü bunun bazı önemli şartları vardır. Hizmetin Allah Teâlâ’nın istediği şekilde yürütülmüş olması, sadece O'nun rızasının niyetlenmesi, farzların edâ ve kebâirin terk edilmesi bu şartlardandır. Bu ve benzeri şartlardan bir tanesinin eksik olması durumunda, hizmet ne olursa olsun, sahibi için makbuliyet vesilesi olmaz.
Allah Rasûlü (as) şöyle buyurmuştur: "Allah Teâlâ, (istediği zaman) bu dini fâsık ve fâcir kimselerle (diğer bir rivayette, ahirette nasibi olmayan insanlarla) da kuvvetlendirir."
8- Allah Teâlâ'dan gördüğü bazı yardım ve kolaylıklardan dolayı O'nun azap ve gazabından emin olmamak. Çünkü bu kabil yardımlar, istidrac şeklinde en kötü insanlara da yapılabilir. Allah Teâlâ şöyle buyurmuştur: "İnkârcı ve azgın müşrikleri kendilerine nimet vermek ve işlerini kolaylaştırmak suretiyle gafil yakalamak isteriz. Onlara bu yüzden bir müddet mühlet veririm. Benim tedbirim kuvvetlidir." (A'râf, 187)
9- Dünyada oldukça şeytanın kendisini aldatıp yoldan çıkarmasından emin olmamak. Şeytan son nefesini vermekte olan bir velîye görünüp: "Ey adam! Benden kurtulduğuna emin olabilirsin artık." demiş. Velî: "Hayır! Daha bir nefes var." diye karşılık vermiştir.
Mürşit ve nasihatçi bu sıfatlara sahip olmadığı zaman da ondan yararlanılabilir. Fakat bu durumda kendisi kendi hizmetinden yararlanamaz. O bu durumda, başkasına aydınlık yaparken kendi kendisini yakıp tüketen bir mum gibidir.
Gurur ve aldanış bahsini de gayet isabetli olarak söylenmiş şu sözle bitirelim.
"Alimler dışında bütün insanlar helâkettedirler. İlimleriyle amel edenlerin dışında bütün âlimler de helâkettedirler. İhlâs sahipleri dışında bütün amel eden âlimler de helâkettedirler. İhlâs sahipleri de her an tehlike halindedirler."