Tevekkül'ün Fazileti
Tevekkülün Hakikati
Tevekkülün Dereceleri
Tevekkül ile İlgili Sözler.
Tevekkül ve Çalışmak.
Aile Sahibinin Tevekkülü.
Ele Geçen Malı Korumak.
Zararları Defetmek.
Evden Ayrılmanın Edepleri
Tedavi Olmak.
Hastalığı Gizlemek veya Söylemek
Bil ki, yalnızca sebepleri görmek ve onlara güvenip dayanmak şirktir. Sebepleri bütünüyle terk etmek ve onları hiçe saymak da dinin emirlerine terstir. Biri ifrat, diğeri tefrit olan bu yaklaşımlar arasındaki orta yol ise tevekküldür. Kalb ve basireti açık olan kimseler tahkikli bir şekilde bilirler ki, bütün yaratıklar da kendileri gibi âciz ve etkisizdirler. Ancak Allah Teâlâ, kendi kudret, rahmet, gazap ve tasarrufunu bazen doğrudan doğruya, bazen de sebepler aracılığıyla gösterir. Bu yüzden sebeplere tevessül etmek, güç ve tasarrufu ise Allah Teâlâ'dan bilmek lâzımdır. Tevekkül de budur. Onun için tevekkül, sebeplere tevessül etmekle bozulmaz. O bunun dışında olan iki şeyle bozulur.
Bu şeylerden birisi, tesir ve etkiyi sebeplerden bilmek, diğeri de gayr-i meşru veya gereksiz sebeplere başvurmaktır.
Tevekkül'ün Fazileti
Allah Teâlâ şöyle buyurmuştur:
"Müminler iseniz Allah'a tevekkül edin." (Mâide, 23)
"Tevekkül edenler Allah'a tevekkül etsinler." (İbrahim, 12)
"Kim Allah'a tevekkül ederse, Allah ona kâfi ve yeterlidir." (Talâk, 3)
"Allah tevekkül edenleri sever." (Al-i İmrân, 159)
"Allah, kuluna yeterli değil midir?" (Zümer, 36)
"Kim Allah'a tevekkül ederse, Allah güçlü ve hakîmdir." (Enfâl, 49) Yani, onu korumaya gücü yeter ve onu nasıl koruyacağını da bilir.
"Allah dışında duâ ettiğiniz (bir şey umup başvurduğunuz) kimseler de sizin gibi (âciz ve etkisiz) kullardır." (Araf, 194)
"Allah dışında ibadet ettikleriniz rızkını ellerinde tutmazlar. Onun için, rızkınızı Allah'tan isteyin ve O'na ibadet edip O'na şükredin." (Ankebût, 17)
Allah Rasûlü (sa) da şunları söylemiştir: "Allah Teâlâ kendisine tevekkül edeni gözetir, dünyaya (sebeplere) tevekkül edeni ise dünyaya havâle eder." (Taberanî)
"İnsanların en zengini olmak isteyen, Allah Teâlâ'ya güvenip O'na tevekkül etsin." (Hâkim, Beyhakî)
Allah Teâlâ Dâvûd (as)’a şunu vahyetmiştir: "Ey Dâvûd! Kulum bana tevekkül ederse, bu durumda bütün sebepler toplu hâlde onun aleyhinde işleseler, ben ona bunların içinden bir çıkış halk ederim."
İbrahim (as) ateşe atılırken, Cebrâil (as) havada kendisine görünmüş ve ona, "Ey İbrahim! Bir ihtiyacın var mı?" diye sormuş. İbrahim (as):
"Allah bana kâfidir. Sebeplere ihtiyacım yoktur." demiştir. Bu samimî tevekkülünden dolayı Allah Teâlâ, onun düştüğü ateşi gül bahçesine çevirmiştir.
El-Havvâs şu âyeti okumuş: "Ölmeyen ve hep hayatta olan Rabbine tevekkül et, O'nu tazim et ve O'na hamd et. O kullarının hâllerinden tam anlamıyla haberdardır." (Furkan, 58), ondan sonra da şöyle demiştir: "Bu ilâhî emir ve beyân karşısında Allah Teâlâ'ya güvenip tevekkül etmemek ehl-i imana yakışmaz."
Şöyle denilmiştir: "Allah Teâlâ'ya tevekkül eden, O'nun kuvvetini arkasında bulur."
Şöyle denilmiştir: "Çalışmak, takdir edilmeyen bir şeyi elde etmek için değil, Allah Teâlâ’nın emrini yerine getirmek içindir." Çünkü Allah Teâlâ, "Çalışın!" (Tevbe, 105; Mu’minûn, 55; Sebe', 51; Kehf, 30; Bakara, 187; Cumua, 10; Ankebût, 17) buyurmuştur.
Yahya İbni Muâz şöyle deniştir: "Kul rızkı aramakla memur olduğu gibi, rızk da kulu aramakla memurdur." Bundan dolayıdır ki, rızkı arama gücü olmayanları rızk arayıp bulur.
İbrahim İbni Edhem şöyle demiştir: "Bir âbide, 'Neyle geçiniyorsun?’ diye sordum. Bana şu karşılığı verdi: 'Ben bilmem. Merak ediyorsan, beni neyle geçindirdiğini Rabbime sor."
Şöyle denilmiştir: "Allah Teâlâ’nın kılavuzluğuna güvenirsen, her hayra yol bulursun."
Uveys el-Karenî şöyle demiştir: "Kalpler Allah Teâlâ'ya tevekkülü kaybettikleri zaman, geçim korkusu ile huzursuz olurlar."
Tevekkülün Hakikati
Bil ki, tevekkül tevhidin meyvesidir. Tevhid ise, "Lâ ilâhe illellahu vahdehu lâ şerike leh, lehul-mulku ve lehul-hamdu ve huve alâ kulli şey'in kadîr." (Allah'tan başka ilâh yoktur. O uluhiyette birdir. Ortağı yoktur. Mülk ve varlık O'nundur. Hamd ve şükür O'nadır. O her şeye kadirdir.) cümlesinin ifâde ettiği mânaya iman etmektir. Bu itibarla, bu sözü inanarak söylemek, Allah Teâlâ'yı tevhid etmektir. Allah Teâlâ'yı tevhid etmek ise, diğer bir çok faydaları yanında, kalbe tevekkül de kazandırır.
Allah Teâlâ'yı birlemek ve O'nun bir olduğunu söylemek demek olan tevhid, birkaç kısımdır.
Birincisi, ibadeti Allah Teâlâ'ya tahsis etmek ve yalnızca O'na ibadet etmektir.
İkincisi, zâtında ve sıfatlarında O'nun eşi ve benzeri bulunmadığına iman etmektir.
Üçüncüsü, O'nun kâinattaki bütün tasarrufların fâili olduğuna inanmaktır.
Dördüncüsü, O'ndan başka hiçbir şeyi düşünmemektir. Bu tevhidlerin dördü de haktır ve hepsi, yukarıda geçen sözün mâna ve kapsamına dahildir.
(Beşincisi, âlemde Allah Teâlâ'dan başka varlık bulunmadığını söylemektir. Bu da iki çeşittir. Birincisi, âlemdeki her şeyin Allah Teâlâ’nın bir cüz'ü, parçası ve zatî tecellisi olduğuna inanmaktır. Bu tevhid şekli küfürdür ve şirkin en azîm türüdür. Çünkü bu tevhidde, bütün varlıklar uluhiyette Allah Teâlâ'ya ortak edilirler. İkincisi ise, Allah Teâlâ'dan başka âlemde mevcud olan şeylerin hayal olup hakikatlerinin bulunmadığına inanmaktır. Bu tevhid türü de Allah Teâlâ’nın isimlerini inkâr anlamını taşır. Çünkü O'nun isimlerinin çoğu varlıklarla ilgilidir. Örneğin, Hâlık ismi yaratıcı demektir. Mahluk hayal ise, sonuçta bu ismin de hayal olması lâzım gelir. Allah Teâlâ’nın isimlerinin hayal olduğunu söylemek de küfürdür. Onun için, Kur'ân ve Sünnetten süzülen Ehl-i Sünnet akidesine göre, "Eşyanın hakikatleri sabittir. Bunlar hakkındaki bilgi de hayal değil, gerçektir." (Ömer en-Nesefî, el-Akâidun-Neseffiyye))
Diğer bir taksime göre, tevhid üç kısımdır.
Birincisi, yalnızca dil tevhididir. Bu tevhid, kişinin dille Allah Teâlâ’nın bir olduğunu söylemesi ve fakat kalbiyle buna inanmamasıdır. Bu tevhid, münafıkların tevhididir.
Bu tevhid, bu kimselerin, dünyada mümin muamelesi görmelerine yarar. Çünkü, Şeriat iman konusunda insanların diline ve zahirine bakar, onların kalplerini kurcalamaz. Fakat bu tevhid ahirette bir işe yaramaz. Çünkü Allah Teâlâ, insanların sözüne ve zahirine değil, kalplerine bakar ve onlara kalplerindeki duruma göre muamele eder.
İkincisi, yalnızca kalb tevhididir. Bu tevhid, kişinin kalbiyle iman ettiği hâlde diliyle bunu söylememesidir. Bu tevhidin geçerli olup olmadığı hususunda farklı görüşler vardır. Fakat bu tevhid geçerli de olsa eksik bir tevhiddir. Çünkü tevhidin bir rüknü kalb ise, bir rüknü de dildir.
Üçüncüsü ise, hem dil ve hem de kalb tevhididir. Bu tevhid, kişinin kalbiyle iman ettiği şeyi diliyle de takrir etmesi ve söylemesidir. İdeâl tevhid budur. Ancak bu tevhidin de kalb ve akıldaki derinliğine göre bir çok mertebeleri vardır.
Tevekkülün tevhidin meyvesi olması ise şundadır: Âlemdeki bütün tasarruf, takdir, tedbir, halk ve icadın, vermenin ve almanın Allah Teâlâ'ya ait fiiller olduğuna, O'nun emri ve izni olmadan ne göklerde ve ne yerde bir zerrenin yerinden hareket etmediğine, bir yaprağın kıpırdamadığına, sebep olarak bilinen şeylerin O'nun emrine musahhar vasıtalar olduklarına iman etmek, kaçınılmaz olarak O'na dönmeyi, O'ndan korkup O'ndan ümit etmeyi, O'ndan isteyip O'na güvenmeyi, O'na boyun eğip O'na teslim olmayı ve O'na tevekkül etmeyi gerektirir. Kur’ân-ı Kerim'de bu mânayı pekiştirmek için şöyle buyurulmuştur:
"De ki: Allah'ım, ey mülkün sahibi! Sen mülkü istediğine verirsin, istediğinden alırsın. İstediğini aziz edersin, istediğini rezil edersin. Hayır yalnızca senin elindedir. Sen her şeye kadirsin. Geceyi kısaltıp gündüze katar, gündüzü kısaltıp geceye katarsın. Ölüden diri, diriden de ölü çıkarırsın. Dilediğini hesapsız bir şekilde rızıklandırırsın." (Al-i İmrân, 26, 27)
"Allah sana bir zarar dokundurursa onu ancak kendisi kaldırabilir. O sana bir hayır dokundurursa, buna da gücü yeter. Çünkü O her şeye kadirdir." (En'âm, 17)
Alemde Allah Teâlâ'dan başka fâil bulunmadığının ispatı ise şöyledir: Varlıklar cansızlar ve canlılar olmak üzere iki kısımdırlar. Cansızların kendiliğinden hareket etmedikleri bilinen bir gerçektir. Ancak bazı kimseler, cansızların birbirlerini hareket ettirdiklerini söylerler. Bu görünürde doğru da olsa, cansızların birbirlerini hareket ettirmeleri tıpkı bir zincirin halkalarının birbirlerini hareket ettirmeleri gibidir. Bu hareketlendirmenin olabilmesi için bir elin zinciri hareket ettirmesi lâzımdır. Bu böyle olduğu için, halkalardan birbirlerine geçen hareket de bu elin hareketidir. Halkaların kendileri ise, sadece birer iletkendirler. Bunun gibi, bir zincir durumundaki cansızlar alemini sallayan da Allah Teâlâ’nın kudreti ve elidir. Cansızlardan birbirine geçen hareket de O'nun elinin hareketidir. Onun için Kur'ân-ı Kerim'de şöyle buyurulmuştur:
"Güneş, ay ve yıldızlar O'nun emrine musahhardırlar.
Bunları yaratan ve kendi emriyle yöneten O'dur." (A'râf, 54)
Canlılara ve bunların en mükemmeli olan insanlara gelince, bunlarda cansızlardan farklı olarak irade vardır. Ancak bunların hareket ve faaliyetlerinden çok az bir miktarı iradelerine bağlıdır. Çoğu hareket ve faaliyetleri ise iradelerinin dışındadır. Onun için bu hareket ve faaliyetlerin sebebi onların dışındadır. Bu sebep ise, Allah Teâlâ’nın iradesidir. Bunun yanında, canlılarda ve özellikle insanlarda görülen iradenin sebebi de onların dışındadır. Çünkü onlar kendi iradelerinin fâili ve yapıcısı değildirler. Çünkü bir şey yapmak için onu bilmek lâzımdır. Halbuki canlıların en akıllısı ve bilgilisi olan insan bile iradenin ne olduğunu ve nasıl işlediğini bilmez. Bu da gösterir ki, iradenin yaratıcısı ve işleteni de, Allah Teâlâ’dır.
Bu gerçeği ifade etmek için Kur'ân-ı Kerim'de, "Alemlerin Rabbi ve yöneticisi olan Allah dilemedikçe siz irade edemezsiniz." (Tekvir, 29; İnsan, 30), "Allah sizi de, amellerinizi de yaratır." (Sâffât, 96) buyurulmuştur.
İnsan iradesinin Allah Teâlâ’nın meşietine (irade ve dilemesine) bağlı olduğu gerçeğini göz önünde tutan Cebriyye fırkası; insanların mecbur olduklarını, yani, yaptıkları işlere zorlandıklarını ve bu işlerde hiçbir katkılarının bulunmadığını söylemişlerdir. Ancak bunu bu şekilde söylemek doğru değildir. Çünkü insanların sorumlu olmaları, onların yüzde yüz mecbur olmadıklarını, yani yaptıkları işlere zorlanmadıklarını gösterir. Bu, izah istemeyecek kadar açık ve kesin bir gerçektir. Çünkü bir işe zorlanan, adalet ölçüleriyle ondan dolayı sorumlu tutulmaz. Allah Teâlâ ise mutlak âdildir. Onun için, sorumluluğa zemin ve sebep teşkil etmesi için, bir katkı payı bulunması zorunludur. Bu katkı payı meyil ve eğilimdir. Bu meyil ve eğilim, fiillerin Allah Teâlâ tarafından yaratılmasını istemek ve talep etmektir. Kur'ân-ı Kerim'de buna duâ ismi verilmiştir. Çünkü dua da istemek demektir. Allah Teâlâ buna işaret ederek şöyle buyurmuştur:
"De ki: Duânız olmazsa Rabbim size ne önem verir?" (Furkan, 77)
"Bana duâ edin, size cevap vereyim." (Gâfir, 60)
"İnsan hayır için duâ ettiği gibi, şer için de duâ eder." (İsrâ, 11) Kabul edileceği bildirilen duâların başında bu türlü dua gelir. Bu türlü duânın çoğu, sorumluluğu dua edene ait olmak üzere kabul edilir.
Suâl: İnsan hem mecbur (zorlanmış), hem muhtar (irade sahibi) olabilir mi? Diğer bir ifade ile, insanın fiilinde cebr ve ihtiyar birleşebilir mi?
Cevap: Bunlar birleşebilir. Nitekim, insan çok kere bunu dile getirerek, "Bu işi zorunlu olarak (veya mecburen) yaptım." der. Halbuki, o işi kendi iradesiyle yapmıştır. Bir tehlike karşısında kaçması veya savunmaya geçmesi ve nefes alması gibi hâdiselerde de insan hem mecbur, hem de muhtardır.
Suâl: İrâde ve ihtiyar aynı şeyler midir, yoksa aralarında fark mı vardır?
Cevap: İrâde mutlak olarak istemektir. İhtiyar ise hayır olduğu düşünülen şeyi istemektir. Buna göre, ihtiyar iradenin bir çeşididir. Ancak, bu farka rağmen, çoğu zaman ikisi aynı anlamda kullanılır.
Suâl: İnsanın kendi fiilinde hem mecbur, hem de muhtar olması ne demektir ?
Cevap: İnsanın kendi fiilinde mecbur olması, fiili kendisinin değil, Allah Teâlâ’nın yaratması demektir. Onun muhtar olması ise, bu fiili kendisi için hayırlı sanıp istemesi demektir. Ancak, insanın bir fiili hayırlı sanması, onun hakikatte de hayırlı olmasını gerektirmez. Çünkü insan, yanılabilir. Allah Teâlâ şöyle buyurmuştur:
"Olur ki, siz bir şeyi seversizin, halbuki o sizin için şerdir. Veya siz bir şeyi sevmezsiniz, halbuki o şey sizin için hayırdır. Allah bilir, siz bilmezsiniz." (Bakara, 216)
•Bir fiilin meydana gelmesinde mekanizma şöyle işler: Önce ilim (bilgi) konuya taalluk eder ve onun yapılmasında zaruret veya hayır görür. Bunun üzerine istek ve irade uyanır. Uyanan istek ve irade de kudreti harekete getirir. Kudret de ilgili uzuv ve organı çalıştırıp fiili oluşturur. Bu unsurlardan bir tanesinin eksik olması hâlinde fiil oluşmaz. Ancak bu unsurlar insana nisbet edilse bile, onları yaratan, birbirine bağlayan ve çalıştıran Allah Teâlâ’dır.
Suâl: "Allah Teâlâ Âdem'i kendi suretinde yarattı." (Ahmed İbni Hanbel, Beyhakî) hadisinin mânası nedir?
Cevap: Bu hadis iki şekilde mânalandırılmıştır. Birinci mânası şudur: Allah Teâlâ, Âdem'i bir defada ve yetişkin suretinde yarattı. Halbuki, onun zürriyeti olan diğer insanları bir damla sudan başlayarak kademe kademe yaratmıştır. Bu hadisin sahih rivayetlerdeki devamı da bu mânayı teyid eder. Çünkü devamı şöyledir: "Âdem yaratıldığı zaman boyu atmış arşındı. Allah Teâlâ ona, 'Git, şuradaki meleklere selâm ver.’ dedi. Cennete girenlerin hepsi Âdem'in suretinde ve onun boyunda olacaklardır. Fakat dünyada, Âdem'den sonra boylar kısaltıldı." (Feydul-Kadîr, 3/445)
Hadisin ikinci mânası ise şudur: Allah Teâlâ, Âdem'i kendi suretinde yarattı. Ancak, buradaki suretten maksat maddî suret ve maddî benzerlik değildir. Çünkü Allah Teâlâ’nın maddî bîr varlık olmadığı ve zâtının bir benzeri bulunmadığı kesin olarak bilinen bir husustur. (Şûra, 11; Rûm, 27; Nahl, 60; Nûr, 35) Onun için, bu hadiste söz konusu edilen suretten maksat, sıfatlardan oluşan manevî surettir. Bu da şu demektir: Allah Teâlâ’nın yedi subutî sıfatları vardır. Bunlar hayat, ilim, irade, kudret, sem' (duymak), basar (görmek) ve kelâm (konuşmak) dır. Allah Teâlâ, bu yüce sıfatlarının beşerî çerçeveye sığışabilen birer küçük numunelerini insanda da yaratmıştır. (Bu olay da yaratma olayıdır, yansıma, aksetme ve tecelli etme değildir.) Onun için, diğer yaratıklardan farklı olarak insanda da bu sıfatlar vardır. "Allah Âdem'e kendi ruhundan üfledi." (Secde, 9; Hicr, 29; Sâd, 72) âyetinin mânası da bu sıfatlarla ilgilidir. Ancak güneş ışığı, bir zerredeki parıltısından ne kadar farklı ise Allah Teâlâ’nın sıfatları da insandaki bu sıfatlardan o kadar farklıdır. Bu farkları şöyle özetlemek mümkündür:
1- Allah Teala'nın sıfatları zatî ve ezelidir. İnsanların sıfatları ise arızî ve hâdistir.
2- Allah Teâlâ’nın sıfatları ebedî ve devamlıdır. İnsanların sıfatları muvakkat ve geçicidir.
3- Allah Teâlâ’nın sıfatları sınırsızdır. İnsanların sıfatları ise sınırlıdır. Onun için, örneğin, ilim konusunda Allah Teâlâ kendisi için, "O her şeyi bilir." (Ankebût, 62) derken; insanlar için, "Size ancak az bir ilim verilmiştir." (İsrâ, 85) demiştir.
4- Allah Teâlâ’nın sıfatları âlet ve organlara muhtaç değildir. İnsanların sıfatları ise göz, kulak, dil gibi âlet ve organlara muhtaçtır. Çünkü onların görmeleri göz ile, duymaları kulak ile, konuşmaları dil ile, tutmaları el ile, yürümeleri ayak iledir. Onun için, bu uzuv ve organlar olmadığı zaman, bu sıfatlar da olmaz.
5- Allah Teâlâ’nın sıfatları O'na mahsustur. İnsanların sıfatları ise bütün insanlar arasında müşterektir.
6- Allah Teâlâ’nın sıfatları eşyaya tâbi değildir ve onlardan etkilenmez. İnsanların sıfatları ise eşyaya tâbidir ve onlardan etkilenir. Onun için, ancak bir şey mevcut ise, insanlar onu bilebilirler ve görebilirler veya ancak konuşunca onu duyabilirler. Bir şeyi bilmeleri, görmeleri ve duymaları o şeyin özelliklerine göre de değişir.
7- Allah Teâlâ sıfatlarını kullanma tarzından sorumlu değildir. İnsanlar ise, sıfatlarını kullanma tarzından sorumludurlar.
Kur'ân-ı Kerim'de şöyle buyurulmuştur: "Allah, yaptıklarından sorumlu değildir. İnsanlar ise sorumludurlar." (Enbiyâ, 23), "Kulak, göz ve kalb sorumludurlar." (İsrâ, 36)
Tevekkül, Allah Teâlâ’nın kudret, rahmet ve hikmetine inanmakla oluşur ve bu inanç güçlendikçe o da güçlenir. Çünkü kul, Allah Teâlâ’nın her şeye kadir olduğuna ve her işi kendisinin yaptığına inandığı zaman, yüzünü O'na çevirip O'na döner. O'nun merhametli ve hikmet sahibi olduğuna inandığı zaman da O'na güvenir ve kalb huzuruyla O'na teslim olur ve kendisine tevekkül eder. İbrahim (as) bu iman ve inanca sahip olduğu için, Allah Teâlâ ona, "Teslim ol." dediği zaman, hemen, "Âlemlerin Rabbine teslim oldum." demiştir. (Bakara, 131)
Allah Teâlâ’nın bütün fiilleri adâlete uygundur. O'nun bütün işleri hesaplı ve gerekçelidir. O'nun her türlü tasarrufu rahmet üzerine binâ edilmiştir. Ancak kulun kötü niyeti ve yanlış istekleri bazı tasarrufları rahmet olmaktan çıkarıp musibet ve azap hâline getirir.
Allah Teâlâ’nın dünya ve ahiret için kurduğu düzen en iyi ve en mükemmel düzendir. Çünkü eğer bundan daha iyi ve daha mükemmel bir düzen bulunsa ve Allah Teâlâ onu gerçekleştirmemiş olsa; bu durumda, eğer buna gücü yetmemişse, âciz olması, gücü yettiği hâlde o düzeni kurmamışsa cimri olması lâzım gelir. Halbuki cimrilik de, acizlik de Allah Teâlâ için muhal olan kusurlardır. Çünkü O her şeye kadirdir.
Ve, "O büyük bir fazl ve cömertliğin sahibidir." (Hadîd, 21) Allah Teâlâ’nın kurduğu düzende eksiklik ve kusur vehmedilmesi, bu düzenin iki kanadı ve iki kefesi olan dünya ve ahireti birlikte görüp düşünmemekten ileri gelir.
Bu sebeple, vehmedilen eksiklik ve kusur düzende değil, eksik olan bakış ve düşüncededir.
Tevekkülün Dereceleri
Bil ki, insan Allah Teâlâ'nın ilmini kendi ilminden, O'nun kudretini kendi kudretinden ve O'nun merhametini kendi kendine acımasından daha ileri ve üstün gördüğü takdirde O'na tevekkül eder ve O'nu kendisine vekîl yapar.
Ancak tevekkülün üç derecesi vardır.
Birinci derecesi, yetenekli bir vekile güvendiği gibi Allah Teâlâ'ya güvenmek, işini ve davasını O'na emânet ve havâle etmektir. Bu tevekkül derecesi, "Hasbunellahu ve ni’mel-vekîl." (Allah bize kâfidir ve O en güzel vekîldir) sözüyle ifâde edilmiştir.
İkinci ve daha kuvvetli bir derecesi, küçük çocuğun annesine güvenmesi ve ona sığınması gibi, Allah Teâlâ'ya güvenip sığınmaktır. Bilindiği gibi, küçük çocuk yalnızca annesine güvenir ve korkup bir tehlike hissettikçe koşup onun kucağına girer. Onu bulamadığı zaman da, "Anne!" diye çağırır ve ağlayarak onu arar. Çünkü annesinin şefkatine inanmış ve onun koruyuculuğuna güvenmiştir. Tıpkı bunun gibi, Allah Teâlâ’nın şefkatine ve O'nun güç ve kuvvetine iman eden bir kimse de, başına gelen işler karşısında, çocuğun yaptığı gibi, O'na döner, O'nu çağırır ve O'nun himayesine girer. Bu kimse, Allah Teâlâ'dan başkasına ne müracaat eder, ne de O'nu aklına getirir.
Üçüncü ve en üstteki tevekkül derecesi ise, ölünün yıkayıcıya teslim olması gibi Allah Teâlâ'ya teslim olmaktır. Ölünün yıkayıcıya teslimiyeti çocuğun annesine teslimiyetinden daha kuvvetlidir. Çünkü çocuk, annesine sığınmakla birlikte, bir şeyler ister ve bazı işlerin kendi istediği gibi olmasını talep eder. Ölü ise, her türlü istek ve talepten uzaklaşmış ve yıkayıcının elinde ve emrinde yok olmuştur.
Allah Teâlâ'ya tevekkülün bu derecesinde olan bir kul, kişisel talep ve isteklerden vazgeçer ve hiçbir beklenti içinde olmaz.
(O, Erzurumlu İbrahim Hakkı’nın dediği gibi, "Mevlâ görelim neyler. Neylerse güzel.eyler." der ve kaderin tecellilerini zevkle seyretmek ve her türlü tecelliye şükretmekle yetinir.)
Bu tevekkül, "Lâ havle ve lâ kuvvete illâ billâh." sözüyle ifâde edilmiştir. Çünkü bu derecede olan kul, kendisinde hiçbir hareket ve kuvvet görmez. O kendisini kaderin eliyle çevrilen bir ölü gibi hisseder ve rüzgârın önündeki kuru bir yaprak gibi, kaderin kuvvetiyle itildiğine inanır.
Suâl: Tevekkül sebepleri terk etmeyi gerektirir mi?
Cevâp: Sebepler iki kısımdır. Bir kısmı meşru, bir kısmı gayr-i meşrudur. Tevekkül, meşru olan sebepleri terk etmeyi gerektirmez. Çünkü meşru olan sebepler, vekîl olan Allah Teâlâ’nın emrettiği veya izin verdiği şeylerdir. Vekilin emrine uymak veya izin verdiğini yapmak, onu vekâletten azletmek veya ona ters gitmek anlamına gelmez; aksine, ona daha çok güveni, itaati ve teslimiyeti ifâde eder. Fakat tevekkül, gayr-i meşru olan sebepleri terk etmeyi gerektirir. Çünkü bu sebepler, vekilin nehyettiği ve vekâlet şartına aykırı bulduğu şeylerdir. Bu şeylere başvurmak, vekile güvenmemeyi ve onu dinlememeyi ifade eder. Bu da vekâleti bozmak anlamına gelir.
Tevekkülün birinci derecesinde meşru sebeplere tevessül eden kul, bu tevessülü tamamladıktan, yani sebepler planında yapılması gerekeni yaptıktan sonra onun, yani tevekkülün ikinci ve üçüncü derecelerine çıkar. Bu dereceler, çocuğun annesine sığınması gibi, Allah Teâlâ’nın şefkatine sığınmak ve sebepleri etkili kılması için duâ etmek, ondan sonra da ölü gibi, sessizlik ve teslimiyet içinde sonucu beklemektir.
Suâl: "Lâ havle ve lâ kuvvete illâ billâh." (Hareket ve kuvvet yalnızca Allah Teâlâ'dandır) mi, yoksa "lâ ilâhe illallah." (Allah'tan başka ilâh yoktur) mı daha çok tevekkül ifade eder.
Cevap: "Lâ havle" sözüyle yalnızca hareket ve kuvvet Allah Teâlâ'ya izafe ve tahsis edilir. Bu, çok şey olmakla birlikte her şey değildir. "Lâ ilâhe" de ise her türlü tedbir ve tasarruf O'na nisbet edilir ve O'na mahsus kılınır. Bu sebeple, birinci söz ikinci sözün ancak bir cüz'ü durumundadır. Bundan dolayı, " Lâ havle" yalnızca bir zikir iken, "Lâ ilâhe illallah" imanın esası ve temeli olmuştur. Bu ikisi arasındaki fark, Allah Rasûlü’nün şu sözlerinden de anlaşılır:
"Kim kalbinin samimiyetiyle ve ihlâsla "Lâ ilâhe illallah" derse kendisine cennet vacip olur.", "Lâ havle ve lâ kuvvete illâ billâh." Cennet hazinelerinden bir hazinedir. Bu demektir ki, birinci sözün karşılığı cennet, ikinci sözün karşılığı ise cennetteki bir hazinedir.
Bu iki söz arasındaki bir fark da şudur: "Lâ ilâhe illallah" sözü, açık olan şirki, yani Allah Teâlâ'dan başka ilâhların varlığını defeder. "Lâ havle" ise gizli olan şirki reddeder. Gizli şirk ise, insandaki hareket ve kuvvetin kendisine ait olduğuna inanmaktır. Çünkü, Allah Teâlâ zat olarak bir olduğu gibi, hareket ve kuvvetin fâili ve haliki olmak yönünden de birdir. Ancak bu gerçeği anlamayan veya aldırmayan bazı filozoflar ve bir İslâmî fırka görünümünde olan Mutezile, insanın kendi hareket ve kuvvetinin fâili ve haliki olduğunu söylemişlerdir. Halbuki insan bunların fâili ve haliki değil, âletidir. Bu tıpkı, baltadaki kuvvetin ve kalemdeki hareketin tutan ele ait olması gibidir.
Tevekkül ile İlgili Sözler
Ebu Musa ed-Deylî şöyle demiştir: "Yırtıcı canavarlar ve yılanlar tevekkül sahibinin etrafını sarsalar, onun kalbinde bir bozulma ve korku meydana gelmez." Bu gibi hâllerde kalbin bozulmaması hemen hemen imkânsızdır. Ancak duyulan korkunun sebeplerden değil, Allah Teâlâ'dan olması lâzımdır, çünkü sebepler, O'nun kudret elinde birer maşa ve âlettirler. Bundan dolayı, müşrikler İbrahim (as)’ı putların kızgınlık ve gazabıyla korkutunca, kendisi şöyle demiştir: "Sizin Allah'a ortak yaptığınız şeylerden korkmam. Fakat, Rabbim benim için bir musibet irade ederse, ben ondan korkarım." (En'âm, 80)
Zünnun şöyle demiştir: "Tevekkül sahte ilâhları reddetmektir." Bu sözdeki sahte ilâhlardan maksat, sebepleri etki ve tesir sahibi görmektir. Çünkü sebepleri böyle görmek, onları ilâhlaştırmaktır.
Hamdun el-Kassâr şöyle demiştir: "Tevekkül, zahirî sebeplerin ötesinde manevî sebeplerin varlığına inanmaktır." Bu sözdeki manevî sebeplerden maksat, zahirî sebepleri etkisiz kılan veya etkilerini ters çeviren ilâhî kuvvet ve iradenin tecellileridir.
Ebu Abdillah el-Kureşî şöyle demiştir: "Tevekkül, her hâl ve durumda Allah Teâlâ'ya güvenmek ve sebeplerin de O'nun emrinde olduklarını düşünmeden onlara tevessül etmemektir."
Ebu Said el-Harrâz şöyle demiştir: "Tevekkül, hâdiseler karşısında havf ve recâ (Allah Teâlâ’nın bunlarla kendisine azap vermesinden korkmak ve bunlarla kendisine bir rahmet ulaştırmasını ummak) hâlinde olmaktır."
Ebu Ali ed-Dakkak şöyle demiştir: "Tevekkül üç şeyden oluşur. Bu şeyler Allah Teâlâ’nın bilmesiyle yetinmek, O'nun va'dine güvenmek ve O'nun hükmüne razı olmaktır." Buna göre, tevekkül sahibi, hâlini kimseye söylemez. Nasıl olsa, Allah Teâlâ’nın bir gün kendisine yardım elini uzatacağına inanır. Onun için; bir müddet hâdiselerin seyri ne şekilde olursa olsun, Allah Teâlâ’nın hüküm ve takdirine razı olur.
Tevekkül ve Çalışmak
Bil ki, her konuda olduğu gibi, tevekkül konusunda da ilim irade doğurur, irade de fiil ve amel meydana getirir. Fiil ve amel, ilmin maddî tercümesi ve onun maddeleşmiş hâli durumundadır. Bu sebeple, tevekkülün özellikle ilim plânında ne olduğunu iyi tespit etmek lâzımdır. Bazı kimseler zannederler ki, tevekkül bedenle çalışmayı ve kalple tedbir düşünmeyi terk etmek, hareketsiz ve pasif bir hâlde yaşamaktır. Bu, câhillerin (dini bilmeyenlerin) zannıdır. Çünkü bu tembel yaklaşım, övülen tevekkül olmak şöyle dursun, dinde haram sayılan bir hâldir.
Öyleyse tevekkül nedir? Bu suâle cevap vermek için, önce insanın hareket ve aktivitesini dört kısma ayıralım ve bu kısımlardan her birindeki tevekkülün ne olduğunu ve nasıl olması gerektiğini açıklayalım.
Bu hareket ve aktiviteler faydalı bir şeyi kazanmak için çalışmak, elde olan faydalı bir şeyi muhafaza etmek, dışarıdan gelen saldırı ve tehlikeyi defetmek ve mevcut olan bir olumsuzluğu (hastalık gibi) kaldırmak ve gidermektir.
Faydalı Bir Şeyi Kazanmak İçin Çalışmak
1- Allah Teâlâ, bazı sonuçları zorunlu olarak bazı sebeplere bağlamıştır. Bu yüzden, örneğin, ekmeden biçilmez, yemeden doyulmaz, ilişki olmadan çocuk olmaz. Bu ve benzeri işlerde değiştirilmesi mümkün olmayan bir ilâhî kanun ve sebep-sonuç bağlantısı vardır. Böyle olan durumlarda, sonuçlar meşru ve gerekli iseler, onların sebeplerini tevekkül niyetiyle terk etmek câiz değildir. Onun için bu yerlerde tevekkül, sebep-sonuç düzenini kuran, sebeplere tevessülü emreden ve onları etkili ve yetkili kılanın Allah Teâlâ olduğunu düşünmek ve bu düşünceyi duygu hâlinde yaşamaktan ibarettir.
2- Allah Teâlâ, bazı sonuçları ekseriyet ve çoğunluk itibariyle sebeplere bağlamıştır. Bu durumlarda da tevekkül, çalışmayı ve sebeplere tevessülü (başvurmayı, onları kullanmayı) terk etmeyi gerektirmez.
3- Allah Teâlâ’nın kendisi değil, O'ndan gâfil olan insanlar, bazı sonuçları bazı sebeplere bağlamışlardır. Bu, onların evhamından ve aşırı hırs ve tamahından kaynaklanan bir durumdur. Bu durumda, Allah Teâlâ’nın fâil, yaratıcı ve müessir (etkileyen) olduğu unutulur ve O'na ait olan etki ve tesir sebeplere verilir. Tevekkül, bu türlü sebeplere tevessül etmemeyi gerektirir. Allah Teâlâ, haram şeyler için de meşru sebepler yaratmamıştır. Onun için, tevekkül bu sebeplerden de uzak durmaktır.
Tevekkülün meşru olan çalışmayı terk etmek olmadığını gösteren en açık delillerden birisi de önde gelen sahâbilerin çalışmalarıdır. Onun için, sıddıkların büyüğü olan Hz. Ebu Bekir (ra), halife seçildikten sonra da alış veriş yapmak üzere eşyasını alıp pazara gitmiştir. Fakat, ashâb onun bütün vaktini devlet hizmetine hasretmesi gerektiğini söyleyerek kendisine hazineden asgarî bir maaş bağlamışlardır.
Cuneyd'in şeyhi olan Ebu Ca'fer el-Haddâd şöyle demiştir: "Sağlığım el verdiği sürece çalışmayı bırakmadım. Her gün dükkânımı açıp çalıştım ve günde bir altın kazandım. Ancak akşam olmadan bu altınları sadaka verip elimden çıkardım. Ben tevekkülü böyle anlamıştım."
El-Hammâd'a göre, tevekkül çalışmak ve fakat kazandığını elde tutmayıp dağıtmaktır.
Sehl şöyle demiştir: "Çalışmaya itiraz etmek, Allah Rasûlü'nün sünnetine itiraz etmektir. Çalışırken tesiri sebeplerden bilmek de tevhide inanmamaktır." Sehl'e göre de tevekkül, çalışmak ve fakat tesir ve sonucu Allah Teâlâ'dan bilmektir. Esasen, müessir failin yalnızca Allah Teâlâ olduğuna inanmadıkça iman da kâmilleşmez.
Eğer desen ki, çalışmakla birlikte kalbi sebeplerden koparmak ve Allah Teâlâ'ya güveni güçlendirmek için bir çare var mıdır?
Derim ki, evet, böyle bir çare vardır. Bu çare bir çok ayet-i kerimede ısrarla bildirildiği gibi, bütün varlıkları Allah Teâlâ’nın yarattığını ve onları tek başına idare edip yönettiğini, sebeplere tesir ve etki gücü vermediğini bilmektir. Bu âyetlerden bazıları şöyledir:
"Allah sana bir zarar vermek isterse, bunu kendisinden başkası önleyemez. Ve eğer O sana bir iyilik vermek istese, kendisi bunu vermeye kadirdir." (En'âm, 17)
"Allah’ın insanlara verdiği bir rahmeti kimse tutamaz ve onun tuttuğu bir rahmeti kimse veremez." (Fâtır, 3)
"Hareket eden hiçbir varlık yoktur ki, Allah onu alın ve perçeminden tutmuş olmasın." (Hûd, 56)
"Yeryüzünde hiçbir canlı yoktur ki, onun rızkı Allah'a ait olmasın. Allah hepsinin karar kıldığı ve dolaştığı yerleri bilir. Bunların hepsi ayrıntılı bir şekilde O'nun ilmindedirler." (Hûd, 6)
Allah Teâlâ, bütün canlıların rızkını üzerine aldığını bildirmesine rağmen, şeytan özellikle bu konuda kalbe korku, endişe ve şüphe sokmaya çalışır. Allah Teâlâ bunu bir âyette şöyle bildirmiştir:
"Şeytan size fakirlik va'deder ve size fuhşu emreder." (Bakara, 268) Bu âyetteki fuhuş kelimesi, bilinen fuhuş yanında, özellikle burada başka mânalara da gelir. Bu mânalar; Allah Teâlâ’nın sözünü yerine getirmesinde şüphe etmek, cimrilik edip parayı elden çıkarmamak, haram kazanca tevessül etmek, rızk için Allah Teâlâ'dan başkasına yalvarmak gibi çirkin işlerdir. Şeytan, insanları fakirlikle korkutarak onlara bu türlü çirkin ve aşırı işleri yaptırmaya çalışır.
Allah Teâlâ’nın rezzâk olduğunu ve bütün canlıların rızkını verdiğini ispat etmek için fazla söze ihtiyaç yoktur. Çünkü rızkın kaynağı olan su, toprak ve hava Allah Tealâ'nın elinde ve emrindedirler. O, bunlardan çeşitli ve değişik rızklar yaratarak yerküresi üzerindeki yüz binlerce tür ve sınıf hayvanları ve canlıları besler. Ve bu büyük, baş döndürücü hâdise gözlerin önünde cereyan edip durur.
Ancak, Allah Teâlâ, rızkı ulaştırmak için, gücü yeten insanlar ve bir kısım hayvanlar için isteme, çalışma ve aramayı şart koşmuştur. Bu yüzden, gücün yetmesine rağmen, meşru dairede çalışıp aramamak rızkın ulaştırılmasını önleyebilir.
Aile Sahibinin Tevekkülü
Bil ki, tevekkülün kuvveti nisbetinde sebeplerin kalpteki önemi azalır. Bu yüzden, tevekkülün zirvesine ulaşan bazı zatlar, bazı hâllerde sebepleri fiilen de devre dışı bırakmış ve bir kenara atmışlardır. Ancak, bir kimse evli ve çoluk çocuk sahibi ise, onun bu şekildeki bir tevekkül anlayışını onlar için de uygulaması câiz değildir. Bundan dolayı, Allah Rasûlü (sa), tevekkülün zirvesinde olduğu ve kendisine ait olan bir malı bir gün bile yanında tutmadığı hâlde, hanımlarının yıllık rızklarını temin ederdi. Bunun gibi, o tek başına olduğu zaman, düşmanlarının arasında silâhsız ve tedbirsiz dolaştığı hâlde, ordunun başında ve onun sevk ve idaresinden sorumlu olarak savaşlara gittiğinde hem silâh alır, hem de zırh giyerdi.
Bu o demektir ki, aile fertlerini ve sorumluluğu altındaki diğer kimseleri tehlikelerden korumak ve rızklarını temin etmek söz konusu iken, sebepleri terk etmek şeklindeki tevekkül Şer'î bir yol değildir. Bu durumlarda tevekkül, sebeplere başvurmak, fakat etki ve tesiri Allah Teâlâ'dan bilmektir. Bir cemaat, topluluk veya topluma rehberlik eden bir kimse için de Şer'î tevekkül bundan ibarettir. Çünkü, insanlar tevhidin zirvesinde ve her şeyi Allah Teâlâ'dan bilme noktasında olmadıkları takdirde, sebeplere başvurmak onlar için psikolojik bir zorunluluktur. Buna aynı zamanda dinî bir zorunluluk da denilebilir. Çünkü, hadis-i şerifte ifade edildiği gibi, Allah Teâlâ kuluna kendisi hakkındaki iman, itikat ve beklentisine göre muamele eder. Bu yüzden, bir kimse, Allah Teâlâ’nın hiç sebep bulunmadan da sonuçları halk edebileceğine dair kesin bir itikat oluşturmadığı sürece, Allah Teâlâ o kimseye sebepler dairesinde muamele eder.
Rızk konusunda sebeplere tevessül etmenin önemini abartan kimseler şu tabloya bir baksınlar: Cenin anne karnında iken hiçbir sebebe tevessül edebilecek hâlde değildir. Fakat Allah Teâlâ, onu orada annesinin kanıyla besler. Doğup dünyaya geldiği zaman da mutlak bir acz ve çaresizlik içindedir. Burada da Allah Teâlâ, onu annesinin göğsünde halk ettiği sütle besler. Bu sütü azalttığı zaman da onun çenelerine diş takıp katı gıdaları yemesini mümkün hâle getirir. Bütün insanları bu aşamalardan geçiren ve ancak ondan sonra sebeplerle tanıştıran bir kudretin sebep olmadan da rızk verebileceğinde şüphe etmek, her şeyden evvel kendi kendini ve oluşum aşamalarını bilmemek demektir. Açık olan bu durumu bilmemek ise çirkin bir cehalettir. Bile bile inkâr etmek ise, büyük bir nankörlüktür. Onun için Allah Teâlâ, bu tip insanlar hakkında şöyle buyurmuştur: "Katlolası insan, ne kadar da nankördür! Allah onu nasıl yaratmıştır, bunu düşünmez." (Abese, 17)
Allah Teâlâ rezzâktır ve yarattığı kullarına ya doğrudan doğruya veya sebepler aracılığıyla mutlaka rızk verir. Ancak insanın tembelliği, hırsı, cezaya müstahak olması gibi sebepler rızkın gecikmesine yol açabilirler. Bu sebepler de insanın kendisinden kaynaklanırlar.
Âlemde câri olan "sünnetullahı" bilen ve etrafında olup bitenlerden gafil olmayan bir kimse, Vuheyb İbni Verd gibi şöyle der: "Gök bakır, yer demir olsa, ben Allah Teâlâ’nın rızkımı vereceğinden endişe etmem."
Veya Hasan el-Basrî gibi şunu söyler: "Bütün Basra halkını geçindirmek durumunda olsam ve bir buğday tanesi bir altın kadar pahalı ve kıt olsa, yine de Allah Teâlâ’nın bizi besleyeceğinden şüphe etmem."
Allah Teâlâ şöyle buyurmuştur:
"Kim Allah'a karşı takva hâlinde olursa, O kendisine bir çıkış yolu açar ve kendisini ummadığı bir şekilde rızıklandırır." (Talâk, 2), "Rızkınız ve size va'edilen şeyler göktedirler." (Zâriyât, 22) Yani, bunlar mevcut ve hazır hâldedirler. Onun için sebepler rızkı icad etmezler. Bunların araya sokulması, sadece insanları imtihan etmek içindir. Nitekim, müminler, sebeplere rağmen rızkı Allah Teâlâ'dan bilip O'na şükrederler; kâfirler ve gafiller ise onu sebeplerden bilip nankörlük ederler.
Bir hakîm şöyle demiştir: "Zayıflar kuvvetlilerden, budalalar akıllılardan daha rahat ve daha güzel beslenirler. Bu gerçek, rızkın sebeplerden, akıl ve güçten değil, Allah Teâlâ’nın takdir ve tedbirinden kaynaklandığını gösterir."
Unutulmamalıdır ki, rızk, fiilen tüketilen şeydir. Biriktirilen şey ise, gerçek anlamda rızk değildir. O bir emanettir. İleride rızk ve kısmet olacağı da belirsizdir.
Ele Geçen Malı Korumak
Bir kimsenin eline çalışma yoluyla veya başka bir şekilde bir mal geçmişse, bu mala karşı tevekkül üç türlüdür.
Birincisi ve en üstün olanı, hâl-i hazırdaki zarurî ihtiyaçlarını giderip geri kalanını hemen sadaka gibi hayır yollarıyla dağıtmaktır.
İkincisi ve orta derecede olanı kırk güne kadarki ihtiyaçlarını ayırmak ve bundan fazla kalanı vermektir.
(Kırk günlük süre, Allah Teâlâ’nın Musa (as)’a Tûr dağına gidip kendi huzuruna çıkması için emrettiği bekleme süresidir. (Bkz: Bakara, 51; A'râf, 142) Bu süre, Musa (as) için yüce huzura hazırlanmak süresi olmuştur. Tasavvuf ehli, bu süreyi bir çok işler için limit kabul etmişlerdir. Çile dedikleri ve kırk gün süren halvet fikri de buradan kaynaklanmıştır. Ölünün kırkı veya kırkıncı günü gibi şeyler ise bâtıl inançlardır. Bu bâtıl inançlar için toplantılar yapmak, mevlit okutmak, dua ettirmek gibi işler de bid'attırlar. Allah Teâlâ, bid'at olan amel ve ibadetleri kabul etmez. Fakat tuhaftır ki, insanlar, Allah Teâlâ’nın kabul ettiği ve razı olduğu işlere rağbet etmezler de, batıl ve bid'at olan şeylere diş ve tırnaklarıyla yapışırlar. Bâtıl dinlerin mensupları da aynı tuhaflıkla, hak dinin mensuplarından daha fazla dinlerine bağlıdırlar.)
Üçüncüsü ve en aşağıda olanı da bir senelik ihtiyacını ayırmaktır. Geçindirmekle yükümlü bulunduğu kimseler varsa, bunların bir senelik ihtiyaçlarını temin etmek veya mevcut olan maldan bu kadarını elde tutmak, tevekkülü birinci dereceden aşağı düşürmez. Malı bundan fazla bir süre için düşünmek ve elde tutmak ise tevekkülsüzlüktür. (Burada sözü edilen maldan maksat sermaye olarak çalıştırılmayan maldır. Sermayeyi muhafaza etmek ise tevekküle aykırı değildir.) Çünkü bu, kalbin sebeplere bağlı olduğunu gösterir. Tevekkül ise, kalbin sebeplere değil, Allah Teâlâ’nın kudretine bağlanması ve O'nun rızk verici olduğuna inanmasıdır.
Eldeki malı şu veya bu süre için korumak yaşama ümidiyle alâkalıdır. Onun için, çok yaşamayı ümid eden (tûl-i emel sahibi olan) bir kimse, malı uzun bir süre için elinde tutmak ister. Bu ümit azaldıkça, malı tutma süresi de azalır. Uzun yaşama ümidi ve beklentisi (tûl-i emel), dinen kötülenmiş, buna mukabil, kısa yaşama ümidi ve beklentisi (Kasr-ı emel) ise övülmüştür. Allah Teâlâ, tûl-i emel sahipleri hakkında şöyle buyurmuştur: "Tûl-i emel onları aldatıp oyalasın. Yakında (ümidlerinin boş olduğunu) anlayacaklardır." (Hicr, 3)
Şu da bilinmelidir ki, tevekkülden maksat, kalbin Allah Teâlâ'dan başka bir şeyle meşgul olmamasıdır. Bu sebeple, bir kimsenin kalbi zayıf olduğu için, malın yokluğu hâlinde vesvese, endişe ve korkuya kapılır veya halktan bir şey bekler hâle gelirse, bu kimse için kalbini teskin edecek ve halktan beklentisini kesecek miktarda mal ve zahire bulundurmak daha iyidir.
Şu bir gerçektir ki, bazı kimseleri malın varlığı, bazılarını da onun yokluğu daha çok meşgul eder. O hâlde, bu farklı kimselerin kalplerini Allah Teâlâ'ya çevirme yöntemi de farklı olacaktır. Çünkü, malı elden çıkarmak gaye ve maksat değil, kalbin ıslahı için düşünülen bir tedavi yöntemidir. Bundan dolayıdır ki, böyle bir düşünce bulunmadığı takdirde malı büyük meblağ hâlinde elden çıkarmak israf, tebzir ve sefehtir.
Bu duruma göre, bu tedavi yöntemi ve ıslah metodu bazı kimselerde ters tepki yaparsa, onlar için bu yöntem ve metottan vazgeçmek lâzımdır. Çünkü vasıtaları gayelere göre ayarlamak prensiptir. Onun için, gayeler sabit iken, vasıtalar farklı durumlarda değişirler. Bundan dolayı, Allah Rasûlü (sa), vasıtalar üzerinde durmamış, yalnızca dikkatleri gayelere çevirmiş ve Allah Teâlâ'yı çokça zikretmeye, kalpleri O'nunla meşgul etmeye davet etmekle yetinmiştir.
Zararları Defetmek
Zararları defetmek için sebeplere tevessül etmek tevekküle aykırı değildir. Ancak bunun şartı, zararın kesin veya kuvvetle muhtemel olması, başvurulan sebebin de defedici ve önleyici olduğunun kesin veya kuvvetle muhtemel olması lâzımdır. Onun için, zararda veya sebepte kesinlik veya kuvvetli ihtimal mevcut değilse, o zaman zararı defetmek bahanesiyle sebebe tevessül etmek tevekküle aykırıdır. Bundan dolayı, Allah Rasûlü (sa) o dönemdeki Arapların başvurdukları fal, muska, dağlama gibi şeyleri sebep olarak kullanmanın tevekkülü bozduğunu bildirmiştir.
Zarar can ve mal telefi şeklinde olmayıp mücerret eziyet şeklinde ise, bazı hâllerde buna sabretmek onu defetmeye çalışmaktan daha iyidir. Onun için, Allah Teâlâ peygamberimize şu emirleri vermiştir:
"Allah doğu ve batının Rabbidir. O'ndan başka ilâh yoktur. Onu vekîl edin ve müşriklerin dedikodularına sabret" (Müzzemmil, 9,10)
"Kâfir ve münafıklara itâat etme ve onların eziyetlerine katlanıp Allah'a tevekkül et. Vekîl olarak O yeterlidir." (Ahzâb, 48)
"Sen de önceki azm (kararlılık) sahibi peygamberler gibi sabret ve sana eziyet edenlerin ceza bulmaları için acele etmekten sakın. Onlar va'dedilen cezayı buldukları gün, dünyada sadece bir saat kadar yaşadıklarını zannedeceklerdir." (Ahkâf, 35) Ve herkese yönelik bir hüküm olarak da şöyle buyurulmuştur: "Çalışanların (sâlih amel işleyenlerin) mükâfatı ne güzeldir. Bunlar sabreder ve Rablerine tevekkül ederler." (Ankebût, 58, 59)
Zararın oluşmaması için önceden tedbir almanın hükmü de, mevcut zararı defetmenin hükmü gibidir. Yani, bunların (zarar ve sebebin) ikisi de zikredilen şart dahilinde iseler, bu yola başvurmak tevekküle aykırı değildir. Onun için Allah Teâlâ şöyle buyurmuştur:
"Savaşta iken namaz kılanlar (muhtemel bir saldırıya karşı) uyanık davransın ve silâhlarını taşısınlar." (Nisa, 102)
"Düşmanlarınıza karşı gücünüz yettiği kadar kuvvet hazırlayın." (Enfâl, 60)
"Allah yolunda harcama yapın. Kendinizi kendi ellerinizle tehlikeye atmayın. İyilik yapın. Allah iyilik yapanları sever." (Bakara, 195) Allah Teâlâ, huruç (Mısır'dan çıkış) hâdisesinde Musa (as)’a da şu emri vermiştir:
"Kullarımı gece çıkar. Çünkü (düşmanınız farkına varırlarsa) sizi takip ederler." (Duhân, 23) Allah Rasûlü (sa) da bu ilâhî hükme uyarak geceleyin ve gizlenerek hicret etmiştir. Zararın oluşmasını önlemek babından Allah Rasûlü (sa) bir bedevi'ye de şöyle demiştir: "Deveni bağla; ondan sonra Allah'a tevekkül et." (Tirmizî, İbnu Huzeyme) Allah Teâlâ, bazı sonuçları bazı sebeplere bağlamışsa, bu sebeplere riâyet etmek Allah Teâlâ’nın sünnetine ve iradesine riâyet etmek olur. Ancak, bunu yaparken bu şekilde düşünmek ve niyet etmek gereklidir.
Eğer desen ki, bazı zatlar aslan gibi yırtıcı canavarlardan sakınmamışlar. Bunlar bu durumda tedbiri ihmal mi etmişler?
Derim ki, Hayır! Onlar tevhid ve tevekkülün öyle bir aşamasına gelmişlerdir ki, o aşamada esbap ölü, cansız ve hareketsiz görünürler. Burada aslanın dirisi de ölüsü gibidir. Bu yüzden sözü edilen zatlar aslandan sakınmamakla tedbiri ihmal etmemişlerdir. Aksine, onların bulunduğu yerde tedbir almaya kalkışmak, tevekküle aykırı aşırı bir hassasiyet olur.
Eğer desen ki, tehlikelere karşı gerekli tedbirleri alan bir kimse neyle tevekkül sahibi olur?
Derim ki, bu kimse ilim ve hâl ile tevekkül sahibi olur. Buradaki ilimden maksat, tehlikelerin kendi tedbirleri ile değil, Allah Teâlâ’nın takdiri ile defedildiğini bilmek ve düşünmektir. Çünkü Allah Teâlâ, tehlikeleri kendi takdir ve kudretiyle defetmediği takdirde, tedbirler onları defetmekten âciz kalırlar. Bu durumda en büyük tedbirler en küçük tehlikeleri bile önleyemezler. Hâl ise, bu bilgi, düşünce ve inancın Allah Teâlâ’nın koruyuculuğu hakkında kalpte oluşturduğu güveni duymaktır. Bu güven duygusu mutlak olup tehlikelerin defedilmesiyle de sınırlı değildir. Bu sebeple, şayet tehlike defedilmese güveni yitirmek yerine, ya sünnetüllah'a uygun tarzda tedbir alınmadığını veya hayrın olan şeyde olduğunu düşünmek lâzımdır. Çünkü, "Bazen bir şeyden hoşlanılmaz, fakat o şey hayırdır." (Bakara, 216)
Suâl: Malın çalınması, nimetin alınması gibi işlerde kişinin sabrını denemek ve sabretmesi hâlinde ona sevap vermek bilinen bir hikmettir. Bunun dışında da bu işlerde hikmet var mıdır?
Cevap: Bunun dışında da bir çok hikmet vardır. Bu Hikmetlerden bir tanesi odur ki, Allah Teâlâ tarafından bir kimseye verilen bir mal ve bir nimet, her zaman ona mülk olması için verilmez. Bazen o bu nimete karşı bir aracı ve emanetçi durumundadır. Onun için zamanı gelince bu nimet onun elinden alınıp hakikî sahibine verilir. Bazen durum bu olduğu için, kul bir taraftan malı ve nimeti korumak için tedbir alırken, bir taraftan da şöyle demelidir:
"Allah'ım! Bilmiyorum, bu nimeti bana mı vermişsin, yoksa beni bunda aracı ve emanetçi mi yapmışsın. Her iki hâlde de ben senin takdirine râzıyım. Bu tedbiri de senin emrinden kaçmak için değil, senin emrine uymak için aldım. Güvenim sanadır."
Mal ve nimet emanet iseler, onları elde tutmak için hiçbir tedbir fayda vermez. Çünkü bu türlü tedbirlerin arkasında Allah Teâlâ'nın desteği yoktur. Halbuki tedbirleri etkili kılan da, onların arkasındaki ilâhî destektir. Tedbirlerin kendiliğinden her hangi bir etkiye sahip olmadıkları bu gibi durumlarda gayet açık ve net bir şekilde görülür.
Onun için, Allah Teâlâ'yı tanıyan ve O'nun kudret ve hikmetine inanan bir kimse, ne sebeplere güvenir, ne de sonuçlara kalıcı gözüyle bakar. O, ne türlü sonuçların kendisi için hayırlı olduğunu bilmediğini göz önünde tutarak Allah Teâlâ'nın her türlü takdirine mutlak teslimiyet ve rızâ gösterir. Bu teslimiyet ve rızâyı göstermeyip kendi hazırcı nefsine ve sınırlı aklına göre hâdiselere sevinen veya üzülen bir kimse ise, üzülmesi gereken şeylere sevinmek veya sevinmesi gereken şeylere üzülmek gibi hakikat nazarında çirkin olan durumlara düşmekten kurtulamaz. Bundan dolayı Hz. Ömer (ra) şöyle demiştir:
"Zengin olarak mı, yoksa fakir olarak mı sabahladığıma aldırmam." Yani, zengin olmakla fakir olmak arasında ayırım ve tercih yapmam. Çünkü bunlardan hangisinin benim için hayırlı olduğunu bilmem. Gerçekten de nice varlıklar acı yokluklara ve nice yokluklar tatlı varlıklara sebep ve vesile olurlar. Bu, dünyada da, ahirette de böyledir.
Evden Ayrılmanın Edepleri
Bir kimse kısa veya uzun bir süre için evden ayrıldığı zaman, şu hususlara uyması önerilir:
1- Kapıyı normal bir şekilde kilitlemek. Kapıyı açık bırakmak tedbirsizlik, onu normalden fazla kilitlemek ise tevekkülsüzlüktür.
2- Evde hırsızları davet eden kıymetli ve pahalı şeyler bulundurmamak, bunlardan yolculuk için gerekli olanları almak, diğerlerini de sadaka ve hediye şeklinde dağıtmak ve elden çıkarmak.
3- Evde bırakmak zorunda olduğu şeyleri Allah Teâlâ'nın meşiyetine bırakıp O'nun bunları korumasına da zayi etmesine de peşinen rıza göstermek. Bu zihnî hazırlık, istenmeyen bir durumun oluşması hâlinde sabırlı davranmayı kolaylaştırır. Çünkü sabır, olumsuz bir durum karşısında ilk lahzadaki temkin hâlinden ibarettir. Bu temkini rahatlıkla gösterebilmek için, bu şekilde hazırlı olmakta büyük yarar vardır.
4- Geri döndüğünde malı çalınmış veya zayi olmuş bir hâlde görünce, bunun kendisi için daha hayırlı olduğu ihtimalini düşünmek ve sükûnetini korumak.
5- Eve hırsız girmişse ona beddua etmemek. Çünkü beddua bir çeşit intikam almaktır. İntikam almak ise kazanılmış sevabı bitirir. Onun için Allah Rasûlü (sa) şöyle buyurmuştur:
"Kendisine zulmedene beddua eden bir kimse, hakkını almış olur." (Geçti) Bir zata, "Sana zulmedene beddua et." denilmiş, kendisi şu karşılığı vermiştir:
"Onun için duyduğum üzüntü ve acıma, ona beddua etmekten beni men ve meşgul etmiştir." Çünkü zâlimlerin Allah yanındaki azabı düşmanlarını bile rikkate getirecek kadar ağır ve şiddetlidir.
6- Kendisinin hırsız yerinde olmadığına sevinmek ve bunun için şükretmek. Çünkü hırsızı hırsız yapan sebepler, onu da hırsız yapabilirlerdi. Bu sebeplerin başında da fakirlik ve iman azlığı gelir. Ayrıca, kendi hakkının başkasına geçmesi, başkasının hakkının kişiye geçmesinden daha hayırlıdır. Çünkü birinci durumda o ahirette alacaklıdır, ikinci durumda ise borçludur.
7- Musibetin dinine değil, dünyasına geldiğini düşünüp teselli bulmak ve hatta sevinmek. Bir adam Mâlik İbni Dinar'a, evine hırsız girip malını çaldığını söylemiş ve üzüntüsünü belirtmiştir. Mâlik kendisine şunu söylemiştir:
"Üzülme ve hatta sevin. Çünkü bunun yerine, kalbine şeytan girip imanını çalsaydı ne yapardın?" Mâlik şunu düşünmüştür: Bu adam için bir hırsızlık musibeti mukaddermiş. Mukadder olan ve mutlaka yerine gelmesi gereken bu hırsızlık musibeti, şeytanın onun kalbine girip imanını çalması şeklinde de takdir edilebilirdi. İki musibet söz konusu ise, onlardan hafif olanı diğerine göre nimet sayılır ve şükür gerektirir.
8- Giden malı Allah için sadaka etmek. Bunun sadaka edilmesi onun sevabını arttırır. Bu şekilde sadaka edilmiş bir mal bulunsa, onu geri almak câizdir. Ancak evlâ olan onu bir daha almamaktır.
Tedavi Olmak
Bil ki, tedavi olmanın hükmü, bunun için kullanılan ilacın durumuna göre değişir. İlacın hastalığı giderici olması kesin ise, tedavi olmak farzdır. Örneğin, su susuzluğu, ekmek de açlığı kesin olarak gidericidir. Bu sebeple, susuzluğun tehlike arz etmesi hâlinde su içmeyi veya açlığın zarar vermeye başladığı aşamada bir şey yemeyi ihmal etmek câiz değildir. İlacın etkisi kesin değil, muhtemel ise, tedavi olmak sünnettir. Çünkü Allah Rasûlü (sa) tedavi olmuş ve onu ümmetine de tavsiye ederek şöyle buyurmuştur:
"Her hastalığın bir ilacı vardır. Ancak bazı kimseler (bazı dönemlerdeki insanlar) bazı ilaçları bilirler, bazıları da onları bilmezler." (Ahmed, Taberanî)
"Ey Allah’ın kulları! Tedavi olun. Çünkü Allah Teâlâ hastalığı da, ilacı da yaratmıştır." (Tirmizî, İbnu Mâce)
"Hastalık gibi, tedavi olmak da Allah Teâlâ’nın takdiridir ve takdir takdirde etkilidir." (Tirmizî, İbnu Mâce)
"Kan aldırın. Vücudunuzda artan kan sizi zehirleyip öldürmesin." (Tirmizî, İbnu Mâce) Allah Rasûlü (sa), bu hadiste fazla olan kanın ölüm sebebi olduğunu ve Allah Teâlâ’nın takdiriyle sahibini öldürdüğünü bildirmiş, buna karşılık kan aldırmanın kişiyi bu tehlikeden kurtardığını açıklamıştır. Bu sebeple, kan aldırmak tevekküle aykırı değildir. Çünkü, zararlı hâle gelmiş bir kanı damardan çekip almak, akrebi elbisenin altından çıkarıp atmaktan veya evi yakan ateşi su ile söndürmekten farklı olmayan bir eylemdir.
Rivayete göre, Hz. Musa (as), "Ya Rabbi! Şifa veren sensin. Bu ilaçlar nedir?" demiş, Allah Teâlâ ona şu cevabı vermiştir:
"İlâçlar, verdiğim şifanın vasıtalarıdır." Gâfil olanlar bu vasıtalara takılıp Allah Teâlâ'yı unuturlar; uyanık olanlar ise onların arkasında O'nu bulurlar. Bundan dolayı, Hz. İbrahim (as) ilaç kullanmak ve vasıtaları kabul etmekle birlikte, "Hastalandığım zaman Allah bana şifa verir." (Şuarâ, 80) demiştir. Allah Teâlâ’nın güzel isimlerinden bir tanesi de, şifa veren anlamında olan "eş-Şafi" dir.
O hâlde, bu konuda gerekli olan şey tedavi olmamak ve ilaç kullanmamak değil, şifanın Allah Teâlâ'dan olduğunu, ilaçların ve doktorların ise O'nun araya soktuğu etkisiz ve tesirsiz birer vasıta ve araçtan ibaret olduklarını bilmek ve düşünmektir. Allah Teâlâ, bu vasıtaları kendi kudret, rahmet ve hikmetini kâfir ve gafillerin gözlerinden saklamak ve gizlemek için birer örtü olarak halk ve icad etmiştir. Onlar da mahluk oldukları için, kendilerinde hâlik'in yetkisi yoktur.
İlacın etkisi ilim ve tecrübeye değil, söylenti ve hurafeye dayanırsa, bu türlü ilacı kullanmak mekruh ile haram arasında dolaşır. Böyle bir ilacı kullanmak tevekküle de aykırıdır. Çünkü böyle belirsiz şeylere başvurmak, Allah Teâlâ’nın hastalık vermesindeki hikmete de, O'nun daha sağlıklı yollarla şifa verebileceğine de inanılmadığını gösterir. Bu şeylere başvuran bir kimse, denize düşüp çaresiz bir şekilde köpüklere sarılan ümitsiz bir kimseyi andırır. Halbuki, Allah Teâlâ’nın rahmet, imdat ve yardımından bu ölçüde ümit kesmek ve O'ndan yüz çevirip yaş veya kuru eline geçen her şeye sarılmak doğru değildir. Onun için, Allah Teâlâ'ya tevekkülü olan kimseler, ne etkisi belirsiz olan ilaçları, ne de haram olan maddeleri tedavide kullanmazlar. (Alternatif ilaç bulunmadığı takdirde, faydası kesin olan haram maddeleri ilaç olarak kullanmanın câiz olup olmadığı hususu âlimler arasında ihtilâf konusudur. Ancak bunların çoğuna göre, rakı ve diğer sıvı içkilerin ilaç olarak kullanılması câiz değildir. Bunlar aynı zamanda necistirler.)
İslâm'ın tedavi konusundaki olumlu hükmüne rağmen, bazı zatlar tedavi olmayı, doktora görünmeyi ve ilaç kullanmayı terk etmişlerdir. Örneğin, Hz. Ebu Bekir (ra) hasta iken:
-"Sana doktor getirelim." demişler. Kendisi:
-"Doktor beni gördü ve 'Ben dilediğimi yaparım.’ dedi." karşılığını vermiştir.
Ebud-Derdâ (ra) hasta iken:
-"Şikâyetin nedendir?" demişler.
-"Günahlarımdandır." demiş.
-"Ne arzu ediyorsun?" demişler.
-"Günahlarımın affını." demiş.
-"Sana doktor getirelim." demişler.
-"Doktor beni hasta etti." demiştir. Ebu Zer (ra) gözlerinden rahatsız olmuş. Kendisine:
-"Gözlerini tedavi et." demişler.
-"Onlarla uğraşacak vaktim yok." demiş.
-"Öyleyse, onların şifa bulması için duâ et." demişler.
-"Duâ edeceğim daha önemli şeyler var." demiştir.
Ancak bu ve benzeri zatlar, tedaviyi tevekküle aykırı olduğu için değil, başka sebeplerden dolayı terk etmişlerdir. Bu sebeplerden bazıları şöyledir:
1- Şifa bulacağını veya bulamayacağını keşif yoluyla öğrenmek. Bu iki durumda da tedavi ile uğraşmak gereksiz bir meşguliyettir.
2- Kendi nefsinin ıslahı ile meşgul olmayı hastalığın tedavisiyle meşgul olmaktan daha önemli ve öncelikli bulmak. Allah Teâlâ’nın öyle kulları vardır ki, bir tek nefeslerini bile zikirsiz, ibadetsiz ve sevapsız geçirmeyi büyük günahlardan sayarlar. Bunların bir kısmı da Allah Teâlâ’nın korkusu (veya sevgisi) içinde kendilerini kaybedip unutmuşlardır. Bunlar, vücut'larının (beden, varlık) hâlinden haberdar bile değildirler. Cehennemi ve ahiret azaplarını (veya cenneti ve nimetlerini) gözleriyle görür gibi olanlar, duydukları dehşetten (veya sevinçten) dolayı vücutlarındaki en büyük hastalıkları bile hissetmezler.
3- Mevcut olan ilaçların faydasız ve etkisiz olması. Bu durumda da ilaç kullanmak faydasız ve fuzulî bir meşguliyettir.
4- Tıp bilgisinin yetersiz olması yüzünden ilaçların faydalı olduğuna inanmamak.
5- Hastalığın manevî faydalarını ve sevabını kaçırmak istememek. Buna dair bir örnek şöyledir: Bir tarihte Medine havası çok sıtmalıydı. Onun için Allah Rasûlü (sa) ve ashâbı bu şehre hicret edince, onlardan çok kimse sıtmaya yakalandı. Bunun üzerine Allah Rasûlü (sa) şehirden sıtmanın kaldırılması için dua etti. Onun bu duası bereketiyle sıtma şiddetini ve yaygınlığını kaybetti. Ancak ara sıra ona yakalananlar yine olurdu. Bunlardan birisi de Sahabî Ubeyy İbni Kâ'b'tır. Bu zat Allah Rasûlü’nün, "Sıtmanın bir günü bir seneye kefarettir." (Ahmed, Ebu Yâ'lâ), "Sıtma, cehennem ateşinden mümine düşen paydır." (Ahmed, Taberanî) dediğini duyunca şöyle dua etmiştir: "Allah'ım! Beni cihad yapmaktan ve mescide gidip cemaatle namaz kılmaktan menetmediği sürece bana sıtma ver."
Sehl şöyle demiştir: "Vücuttaki hastalıklar rahmettir. Kalpteki hastalıklar ise azap ve ukubettir.
İsâ (as) şöyle demiştir: "Musibet ve hastalıklara sevinmeyen bir kimse âlim sayılmaz. Çünkü bunlarda pek çok sevap ve hayır vardır."
Musa (as), bir hasta için duâ ederek, "Allah'ım! Ona merhamet et!" deyince, Allah Teâlâ kendisine şunu bildirmiştir:
"Ey Musa! Ben ona nasıl merhamet edeyim? Ona merhamet ettiğim için kendisine hastalık verdim. Çünkü bununla onun günahlarını affeder, derecesini yükseltirim."
6- Nefsini istediği ölçüde ıslah etmekten âciz kaldığını düşünüp onun musibet ve hastalıklarla ıslah olmasını istemek. Sağlığın pek çok faydaları olmakla birlikte, gafleti arttırmak, nefsi azdırmak gibi yan etkileri de vardır. Sağlık yüzünden kötü duygular uyanır ve kötü arzular güç ve kuvvet bulur. Bunlardan hiç birisi olmasa bile, sağlıklı kişi mubah şeylere ilgi duyar ve zamanının çoğunu bunlarla geçirir. Halbuki, ahiret yolcusunun bu şekilde de fazla vakit kaybetmekten sakınması lâzımdır. Çünkü vakit, ibadet ve hayır işlerinde kullanılması gereken bir sermayedir. Onun başka türlü harcanması ahiret hesabına kayıp ve zarardır. Bundan dolayı, Allah Teâlâ bir kulu için iyilik istediği zaman, onu bu olumsuzluklardan uzaklaştıran bir musibet veya hastalıkla meşgul eder. Allah Rasûlü (sa) şöyle buyurmuştur:
"Allah Teâlâ bir kulunu sevince ona musibet verir." (Taberanî) Allah Teâlâ’nın şöyle buyurduğu rivayet edilmiştir:
"Fakirlik ve hastalık benim iplerimdir. Bunlarla sevdiğim kullarımı kötülüklere karşı bağlarım."
Allah Rasûlü (sa) da bu mânayı teyiden şöyle buyurmuştur:
"Allah Teâlâ, bazı insanları zincirlerle cennete çekmekten hoşlanır."
Sağlık ve afiyet iki türlüdür. Meşhur olanı vücut sağlığıdır. Bundan daha önemli olanı ise, günah işlemektir.
Onun için ariflerden bir zat şöyle demiştir: "Allah Teâlâ'ya karşı günah işlemiyorsan, sen her şeye rağmen afiyettesin. Fakat günah işliyorsan, her şeye rağmen hastasın."
Günah işlemek gibi zararlı bir hastalık yoktur. Çünkü vücut hastalığı insanın dünya hayatını acılaştırır veya en çok onun sonunu getirir. Günah işlemek ise, ahiret hayatını acılaştırır, bazen de onu baştan başa azap hâline getirir.
Hz. Ali (ra) şöyle demiştir: "Allah Teâlâ'ya karşı günah işlemediğim her gün benim için bayramdır."
Bir zat şöyle demiştir: "Firavun uzun zaman hastalanmadığı için tuğyan edip, 'En büyük Rabbiniz benim.’ (Nâziât, 24) demiştir. Halbuki, vücudunda bir hastalık olsaydı veya uykusunu kaçıran bir ağrı duysaydı, böyle şımarmaz ve normal olan bir çok arzudan da vazgeçerdi."
Hastalık ve musibetler aynı zamanda uyarıcıdırlar. Onun için, bunlarla kendine gelmek ve tevbe edip doğru çizgiye dönmek lâzımdır. Bundan dolayı, Allah Teâlâ münafıkları kötüleyip şöyle buyurmuştur:
"Onlar, her yıl bir veya iki kere (değişik musibetlerle) imtihan edildiklerini görmüyorlar mı? Fakat buna rağmen, ne tevbe ediyorlar, ne de akıllarını başlarına alıyorlar." (Tevbe, 126)
Halbuki, musibetler ve hastalıklar günahlarını düşünüp pişman olmaya ve ölümü düşünüp tevbe etmeye vesiledirler.
Suâl: Allah Rasûlü (sa), "Bir yerde veba çıkar ve siz de orada olursanız, o yeri terk etmeyin." (Buharî, Ahmed) buyurmuştur. Bu hadis-i şerif, hastalığa karşı tedbir almanın tevekküle aykırı olduğunu göstermiyor mu?
Cevap: "Hayır! Bu onu göstermiyor. Çünkü Allah Rasulü'nün böyle bir yeri terk etmeyi nehyetmesinin sebepleri başkadır. Bu sebepler şunlardır:
1- Hastalığı başka yere taşımamak;
2- Yardıma muhtaç olan hastaları yüz üstü bırakmamak;
3- Kesin olmayan bir ihtimali (hastalığa yakalanma ihtimalini) kesin gibi telakki etmemek.
Kesin veya kuvvetle muhtemel olmayan mevhum hastalıklara, tehlikelere, ilaçlara ve tedavi yöntemlerine itibar etmek ise, birkaç kere tekrarlandığı gibi, tevekküle aykırıdır. Kaldı ki, vebalı bir yeri terk etmek yüzde yüz kurtuluş sağlamaz. Çünkü hastalığın mikrobunu almış olan bir kimse, gideceği yerde de hastalanır.
Hastalık ve tehlikelere karşı tedbir almanın tevekküle aykırı olmadığının en açık bir delili bizzat bu hadistir. Çünkü Allah Rasûlü (sa) bu hadisin başında şöyle buyurmuştur:
"Veba bulunduğunu duyduğunuz bir yere girmeyin." Bu sözün anlamı hastalığa karşı tedbir almak ve ondan kaçmaktır. Bundan dolayı, Hz. Ömer (ra) Şam'da veba bulunduğunu duyunca oraya gitmekten vazgeçmiş ve bazılarının, "Sen Allah Teâlâ’nın takdirinden mi kaçıyorsun?" demeleri üzerine de şöyle demiştir:
"Evet, Allah Teâlâ’nın takdirinden yine O'nun takdirine kaçıyoruz." (Buharî)
Hastalığı gidermek için çare aramak, açlık ve susuzluğu gidermek için yemek ve içmek gibidir. Onun için, bu arayışlar, sebepler Müsebbib'ül-esbâp (sebeplerin yaratıcı olan Allah Teâlâ) derecesine çıkarılmadığı, gayr-i meşru vasıtalar kullanılmadığı ve gayr-i meşru sonuçlara ulaşmak niyeti bulunmadığı takdirde sünnetüllah'a ve Şeriata uygundurlar. Bundan dolayı Allah Rasûlü (sa) tevekkül edenlerin seyyidi, başı ve en büyüğü olmasına rağmen ne çalışmayı, ne de tedaviyi terk etmemiştir. Bunları terk etmek için, meşru bir mazeretin bulunması lâzımdır.
Hastalığı Gizlemek veya Söylemek
Bil ki, prensip olarak hastalık, fakirlik ve diğer belâ ve musibetleri gizlemek evlâdır. Çünkü bu tavır, sabırlı olmanın ve rıza göstermenin gereği ve işaretidir. Ancak bazı hâllerde bunları söylemek de sakıncasızdır. Hastalık için bu hâller şunlardır:
1- Hastalığı doktora söylemek. Bu aynı zamanda zorunludur. Çünkü doktor hastalığı ve ayrıntılarını bilmezse ona doğru bir şekilde müdâhale edemez.
2- Onu beşerin acizlik ve zayıflığını göstermek için söylemek;
3- Onu Allah Teâlâ’nın tasarruflarını anlatmak için söylemek. Ahmed İbni Hanbel (ra), mübtelâ olduğu hastalıkları söyler ve şöyle derdi:
"Ben Allah Teâlâ’nın tasarruflarını anlatmak için bunları söylüyorum.".
4- Sağlığın büyük bir nimet olduğunu hatırlatmak ve hasta olmayanları şükre sevketmek için söylemek.
5- Hastalık ve musibette sabırlı olmak gerektiğini telkin etmek ve kendini örnek göstermek;
6- Hastalığı nimet telakki edip onu hamd ve şükürle anlatmak. Hasan el-Basrî (ra) şöyle demiştir:
"Hasta, Allah Teâlâ'ya hamd ve şükrettiği takdirde, acı ve ağrılarını söylemesinde sakınca yoktur."
Hastalık bu maksatlar ve şartlar dahilinde anlatılırsa, o şikâyet değil, hikâyet edilmiş olur. Hastalığı hikâyet etmek câiz, şikâyet etmek ise haramdır. Çünkü şikâyet etmek, Allah Teâlâ’nın takdirini beğenmemek, O'nun hikmetini itham etmek ve rahmetini inkâr etmektir. Bunlar ise imana zarar veren hâllerdir.
Rivayet edildiğine göre, Allah Teâlâ bir kulunu hasta edince, onun yanındaki meleklere, "Kulumun ziyaretçilerine ne dediğini dinleyin." diye emreder. Melekler de onu dinlerler. Eğer şükredip iyi şeyler söylerse, melekler ona dua ederler. Eğer şikâyet edip kötü şeyler söylerse, melekler, "Öyle olsun!" diye beddua ederler.
Selef, hastanın inlemesini de hoş görmemişler ve onun şikâyet anlamını taşıdığını söylemişlerdir.