Kibrin Kötülüğü.
Tevâzuun Fazileti
Kibrin Hakikati ve Âfet Oluşu.
Kibrin Çeşitleri
Kibrin Sebepleri
Tekebbürün Sebepleri
Kibirli İnsanların Ahlâkı
Kibri Giderip Tevazu Kazanmanın Yolu.
Ucb'un Kötülüğü.
KİBİR VE UCUB
Kibir ve ucub iki öldürücü hastalıktır. Kibir ve ucub sahibi kimseler de hastadırlar. Ancak bunlar kendilerine acınan ve merhamet edilen hastalar değil, buğzedilen ve kötülenen hastalardır. Allah Teâlâ yanındaki durumları da budur. Bir hadis-i şerifte şöyle buyurulmuştur:
"Allah Teâlâ vahyetti ki, kibir benim gömleğim, büyüklük de benim entarimdir. Kim bunlarda bana ortak olmaya kalkarsa, belini kırarım. (Bir rivayette de, hiçbir ameline aldırmadan onu cehenneme atarım.) " (Müslim, Hâkim) Bir hadis-i şerifte de şöyle buyurulmuştur:
"Üç şey helâk edicidirler. Bunlar cimrilik, heva-i nefs ve kişinin kendisini (veya fikir ve görüşünü) beğenmesidir." (Beyhakî, Taberanî, Bezzar)
Kibir iki çeşittir. Birincisi Allah Teâlâ'ya karşı kibirdir. Bu kibir küfürdür. İkincisi insanlara karşı kibirdir. Bu kibir büyük günahlardandır.
Kibrin Kötülüğü
Allah Teâlâ, Kur’ân-ı Kerim’in bir çok yerinde kibri ve kibir sahiplerini zemmedip kötülemiştir.
Bunun birkaç örneği şöyledir: "Allah kibirlenenleri sevmez." (Nahl, 23), "Bana ibadet etmekten kibirlenenler aşağılanmış bir hâlde cehenneme gireceklerdir." (Gâfir, 60), "Allah kibirli ve zorba kimselerin kalplerini gerçeklere karşı mühürler." (Gâfir, 35)
Allah Rasûlü (as) da şunları söylemiştir:
"Kalbinde zerre miktarı kibir bulunan bir kimse cennete girmez." Bir rivayette de, "Allah Teâlâ, bu kimseyi yüz üstü cehenneme atar." (Ahmed, Beyhakî), "Kişi kendisini beğene beğene kibirliler zümresine dâhil olur ve onların cezasına müstahak hâle gelir." (Tirmizî), "Kıyâmet gününde cehennem, 'Ben kibirli ve inatçı kimseleri, Allah ile birlikte başkasına kulluk ve duâ edenleri ve resim-heykel yapanları yakmakla emrolunmuşum.’ diye seslenir. (Tirmizî), "Yaratılmış bir kul iken, kibirlenip yaratıcısını unutan insan ne kötü insandır! Ölümlü iken, kendisini ebedî sanan kimse ne kötü kimsedir! Dünyada yolcu iken, nereden geldiğini ve nereye gideceğini unutan kul ne kötü kuldur!" (Tirmizî), "Size cehennem ehlini haber vereyim mi? Bunlar kibirli, zorba ve merhametsiz kimselerdir." (Buharî), "Kibirliler, kıyâmet gününde karınca şeklinde haşredilir ve mahşer ehlinin ayakları altında ezilirler." (Bezzâr), "Ümmetim kibirlenmeye başladığı zaman, Allah onları birbirine musallat eder." (Tirmizî, İbnu Hibban), "Kendi içinde büyüklenen ve kibirle yürüyen kimse, öldüğü zaman Allah Teâlâ'yı kendine kızgın bulacaktır." (Ahmed, Taberanî, Hâkim), "Allah'ım! Şeytanın nefesi ve şişirmesi olan kibirden sana sığınırım." (Tirmizî)
Nûh (as) vefat edeceği zaman çocuklarına şunu söylemiştir: "Vasiyet olarak size iki şeyi nehyediyor ve iki şeyi emrediyorum. Nehyettiğim şeyler, Allah Teâlâ'ya ortak tanımak ve kibir taşımaktır. Emrettiğim şeyler ise, lâ ilâhe illallah sözünü çok söylemek ve subhânellahi ve bihamdihi zikrini çokça yapmaktır."
Hz. Ebu Bekir (ra) şöyle demiştir: "Bir müslüman bir müslümanı küçük görmesin. Çünkü en küçük bir müslüman bile Allah yanında büyüktür."
Vehb şöyle demiştir: "Allah Teâlâ Adn cennetini yaratınca onun güzelliklerine bakmış ve: 'Sen, kibirli kimselere yasaksın.’ buyurmuştur."
Muhammed İbni Ali (el-Bâkır) şöyle demiştir: "Kişinin kalbindeki kibir ölçüsünde aklında eksiklik vardır."
Süleyman İbni Yesâr şöyle demiştir: "İyiliklerin kefaret olmadığı günahlar şirk ve kibirdir."
Nü’mân İbni Beşir (ra) şöyle demiştir: "Allah’ın nimetleriyle kudurmayın; O'nun verdikleriyle gururlanmayın ve O'nun kullarına karşı kibirlenmeyin."
Hasan şöyle demiştir: "Ey gençliğiyle kibirlenen ve elbisesiyle gururlanan kimse! Çok yakında kabir bedenini saracak, melek amelini soracak ve bu kibrin seni yoracaktır."
Abdullah İbni Ömer (ra) şöyle demiştir: "Kibirli kimseler, şeytanın bize görünen kardeşleridir."
Mutrif İbni Abdullah şöyle demiştir: "Ey insan! Allah Teâlâ kibri ve kibirle yürüyenleri sevmez. Eğer sen vücuduna hayranlık duyuyorsan bil ki, vücudunun evveli bir damla su, onun âhiri necis bir leş, şimdiki hâli de pislikler tulumu olmaktır."
Allah Teâlâ şöyle buyurmuştur: "Yerde kibirlenerek yürüme! Sen ne gücünle yeri yarabilirsin, ne de cüssenle dağlara ulaşırsın. Kibrin günahı Allah yanında kötü bir günahtır." (İsrâ, 37)
Allah Teâlâ, ahiret ve haşri inkâr eden ve bunun için tartışan bir kâfirden bahsederken de şunları söylemiştir: "Zekât vermez, namaz kılmaz, dini yalanlar, emirlere sırt çevirir. Ehlinin yanına da çalım satarak gider. Ey adam! Helâk olasın! Helâk olasın! Helâk olasın! Helâk olasın! Bu adam, yaptıklarının kendisine kalacağını mı zanneder? Bu adam, akıtılan meniden bir parça değil miydi? Sonra kan pıhtısı oldu. Ve Allah onu bu maddeden yaratıp insan hâline getirdi. Ona erkek ve kız evlatlar verdi. Bu işleri yapan ölüleri diriltmeye de muktedir değil midir?" (Kıyâme, 31-40)
Tevâzuun Fazileti
Tevazu, kibrin zıddı ve karşıtı olan bir huydur. Bu sebeple, kibir ne kadar kötü ise tevazu da o kadar iyidir. Kibir Firavunların huyu, tevazu ise peygamberlerin ahlâkıdır. Mütevâzilerin efendisi ve seyyidi olan Allah Rasûlü (as), tevazu hakkında şunları söylemiştir:
"Allah Teâlâ, affetmekle kulun şerefini arttırır ve kendi rızası için tevazu göstermekle de onu yüceltir." (Müslim), "Kul kendisini yükseltirse beraberindeki melekler, 'Allah'ım! Bunu alçalt.’ diye beddua ederler. O, kendisini alçaltırsa, bu melekler, 'Allah'ım! Onu yücelt.’ diye duâ ederler." (Akilî, Beyhakî), "Ne mutlu o kimseye ki, zillet derecesine vardırmadan tevazu gösterir; helâl yollardan kazandığı malını hayırda sarf eder; düşkün ve miskinlere merhamet eder; ilim ve hikmet sahipleriyle oturup kalkar." (Beğavî, Taberanî, Bezzar), "Kim Allah için tevazu gösterirse Allah onu yükseltir; kim kibirlenirse Allah onu alçaltır; kim iktisatlı davranırsa Allah onun ihtiyaçlarını giderir; kim israfçı olursa. Allah onun ihtiyaçlarını arttırır; kim Allah'ı çok zikrederse Allah onu sever." (Bezzar, Taberanî), "Takva yücelik, tevazu şeref, kanaat zenginliktir." (Hâkim, İbnu Ebid -Dünya), "Gerekmeyen yerde susmak, tevekkül etmek, tevazu göstermek ve zühd sahibi olmak kulu Allah Teâlâ'ya sevdiren faziletlerdir." (Hâkim)
Allah Teâlâ Musa (as)’a şunu vahyetmiştir: "Büyüklüğüm önünde eğil; kullarıma karşı tevazu göster; korkumu kalbinde sabit tut; vaktini beni anmakla değerlendir; nefsini dünya şehvetlerinden uzaklaştır."
İsâ (as) şöyle demiştir: "Mütevazilere ne mutlu! Kıyâmet gününde yüce makamlar onlarındır. İnsanların arasını bulanlara ne mutlu! Cennete vâris olanlar onlardır. Kalplerini dünyadan temizleyenlere ne mutlu! Allah Teâlâ'yı görme saadetine erenler onlardır."
Hz. Ömer (ra) şöyle demiştir: "Kibirli insan kendi kendisini aldatır. O, kendisini büyük görür, halbuki halk onu küçük görür; o sevildiğini zanneder, halbuki herkes ona buğz eder."
Hz. Aişe (ra)’a şöyle demiştir: "Siz en üstün ibadeti unutuyorsunuz. Bu ibadet Allah için tevazu göstermektir."
Fudayl şunu söylemiştir: "Tevazu, kimin söylediğine ve yaptığına bakmadan hak ve doğru olanı kabul etmektir."
İbnu Mübarek şöyle demiştir: "Tevazu, kendisinden üstün olduğun kimseye üstünlüğünü hissettirmemektir."
Katâde şunu söylemiştir: "Kendisine ilim, güzellik, mal gibi bir nimet verilen bir kimse, bunun imtihan olduğunu düşünüp tevazu göstermezse, ahirette bu nimet kendisi için azap olur."
Kâ'b şunu söylemiştir: "Allah Teâlâ kuluna bir nimet verdiği zaman, eğer kendisi buna şükreder ve tevazu gösterirse, Allah Teâlâ ona bu nimetin dünyadaki faydasını (huzur, mutluluk gibi..) verir, ahirette de bununla onun derecesini yükseltir. Fakat o şükretmez ve kibirlenirse, Allah Teâlâ nimetin faydasını ona vermez, ahirette de onun derecesini düşürür."
Abdulmelik İbni Mervan şunu söylemiştir: "Mükemmel adam odur ki, üstünlüğü bulunduğu hâlde tevazu gösterir, isteği bulunduğu hâlde zühd yapar, gücü yettiği hâlde affeder."
İbnus-Semmâk, Halife Harun er-Reşid'e şunu söylemiştir: "Ey müminlerin emîri! Yüce mertebene rağmen tevazu göstermen, senin için bu mertebeden daha büyük bir mertebedir. Ey müminlerin emîri! Allah Teâlâ bir kimseye vücut güzelliği, soy üstünlüğü ve mal verir de bu kimse güzelliğine rağmen iffetli yaşar, soy üstünlüğüne rağmen tevazu gösterir ve malıyla hayra hizmet ederse, Allah Teâlâ onu hâlis kulları arasına alır." Bu sözü dinleyen Harun, kâğıt ve kalem istemiş ve onu kendi eliyle yazmıştır. O bunu yazmakla bir İslâm âliminin sözünü kendisi için Allah Teâlâ yanında belge hâline getirmek istemiştir. Çünkü zikredilen sıfatlar kendisinde vardı.
Görkemli bir saltanata sahip olan Süleyman (as), bir fakir görünce onun yanında oturur ve, "Fakir fakirin yanında oturmalı. Ben de senin gibi (Rabbime karşı) fakirim." derdi.
Şöyle denilmiştir: "Üst tabakanın seni basit elbiseyle görmesinden çekindiğin gibi, alt tabakanın da seni pahalı elbiseyle görmesinden çekin."
Hasan şöyle demiştir: "Tevazu, yolda karşılaştığın her müslümanı kendinden üstün görmendir."
Ebu Süleyman şöyle demiştir: "Allah Teâlâ, ruhlar âleminde kalplere bakmış, peygamberlerin kalplerini en mütevâzi bulmuş ve bu sebeple onlara peygamberlik vermiştir."
Yûnus İbni Ubeyd, Arafat vakfesinden ayrılırken kırık bir kalb ile şöyle demiştir: "Ben aralarında olmasaydım, Allah Teâlâ’nın burada toplanan insanlara merhamet edeceği kesindi. Fakat aralarında ben de bulunduğum için, korkarım ki, benim yüzümden onlara da bir zarar gelir."
Mâlik İbni Dinar şöyle demiştir: "Mescid kapısından birisi, 'İçinizdeki en kötü adam dışarı çıksın!’ diye seslenirse, Allah'a yemin ederim, ben herkesten evvel koşarım." Mâlik'in tevazu yüklü bu sözü İbnu Mübarek'e ulaşınca, kendisi, "İşte Mâlik'i Mâlik yapan onun kendine bu bakışıdır." demiştir.
Musa İbni Kasım şunu anlatmıştır: "Depremler oluyor, şiddetli rüzgarlar esiyordu. Ben Muhammed İbni Mukatil'e gittim ve bu âfetlerin durması için duâ etmesini istedim. Muhammed ağladı ve şöyle dedi:
"Sen benden duâ istiyorsun; halbuki ben bu âfetlerin benim yüzümden olduğundan korkuyorum."
Ebu Süleyman şöyle demiştir: "İnsanlar isteseler de, beni kendimi hor gördüğüm kadar hor göremezler."
Cuneyd el-Bağdâdî, Cuma günleri nasihat eder ve başlarken şöyle derdi: "Allah Rasûlü (as), 'Ahir zamanda kavmin önderi onun en rezil ferdidir.’ demeseydi, ben önünüze çıkıp nasihat etmezdim."
İbrahim en-Neha’î şöyle demiştir: "Benim Kûfe'de âlim sayıldığım bir zaman kötü bir zamandır."
Atâ es-Sülemî, bir kıtlık, yokluk veya âfet olduğu zaman, "Bu benim kötülüğüm yüzündendir. Ben ölürsem, insanlar rahata kavuşacaklardır." derdi.
Fudayl şöyle demiştir: "Riyaset ve üstünlük isteyen bir kimse, (dinî anlamda) iflâh olmaz."
Şöyle denilmiştir: "Kendi nefsine her hangi bir şekilde kıymet veren bir kimse tevâzudan nasipsizdir."
Şöyle denilmiştir: "Kişi kendi içinde ne kadar mütevâzi ise, Allah Teâlâ yanında o kadar yücedir; kendi içinde ne kadar kibirli ise, Allah Teâlâ yanında o kadar düşüktür." Bu hükmü teyid eden bir hadis-i şerifte Allah Rasûlü (as) şöyle buyurmuştur:
"Kişinin Allah Teâlâ yanında en çok yükseldiği an, onun secde ettiği andır." Çünkü secde etmek, tevâzuun son derecesidir.
Zeyyâd en-Numeyrî şöyle demiştir: "İmanın meyvesi tevazudur. Bu sebeple, tevazu doğurmayan iman, meyve vermeyen ağaç gibidir."
Ebu Süleyman şöyle demiştir: "Kişi kendi mahiyetini bilmedikçe mütevazi olamaz. Kişi Rabbini tanımadıkça kibirli olmaktan kurtulamaz." Allah Teâlâ'yı tanımanın sonsuz faydalarından birisi de insana tevazu kazandırmasıdır. Bu sebeple, insanın imanı arttıkça tevazuu da artar. (İmansızların ise kibir ve gururları müthiştir.)
Urve İbni Verd şöyle demiştir: "Her türlü nimeti kıskanan vardır. Fakat, ne hikmetse, en büyük nimet olan tevazuu kıskanan yoktur."
Şöyle denilmiştir: "İzzet Allah için zillet göstermekte, yücelik O'nun için alçalmakta, güvenlik O'ndan korkmakta, kazanç kendi nefsini O'na satmaktadır."
Ebu Ali el-Cuzcani şöyle demiştir: "Nefis kibir, hırs ve hasetle yoğrulmuştur. Fakat Allah Teâlâ bir kimse için hayır irade ederse, ona kibre karşı tevazu, hırsa karşı kanaat ve hasede karşı şefkat verir."
Şöyle denilmiştir: "İlim sahibi ibadet ettikçe tevazu kazanır; câhil ise ibadet ettikçe kibir kazanır." Çünkü ilim sahibi, Allah Teâlâ'yı bilerek ibadet eder. Cahil ise bunu körü körüne yapar.
Hz. Ali şöyle demiştir: "Zenginlerin fakirlerin yanında tevazu göstermeleri ne kadar güzeldir!"
Kibrin Hakikati ve Âfet Oluşu
Bil ki, kibrin bir iç, bir de dış yüzü vardır. Onun iç yüzü, insanın kendisini büyük görmesi, dış yüzü ise bu görüşten ileri gelen tavır ve hareketlerdir. Kibir, bazen bu iki yüzüyle kendisini gösterir; bazen de dışa vurma imkânı bulamaz ve nefiste mahsur kalır. Allah Teâlâ, bu ikinci durum için, "Onların kalplerinde sıkışmış kibir vardır." buyurmuştur. (Gâfir, 56)
Kibrin dışa vurması ise, insanın kendisinden aşağı gördüğü kimselerle konuşmaması, onlarla bir arada bulunmaktan sıkılması, onlara hakaret etmesi, onlarla eşit muameleye tâbi tutulmayı kabul etmemesi, onlardan saygı ve hürmet görmeyi kendisi için kazanılmış bir hak sayması, eleştiri ve nasihate kızması; konuşma, yürüme ve giyim kuşamda farklı olmaya özen göstermesi gibi hâl ve hareketlerle olur.
Kibir; hırs, hased, hile, riya, zulüm, merhametsizlik, hakkına razı olmamak, haksız yere kızmak gibi kötü huy ve duyguların da kaynağıdır. Kibir sahibi, var saydığı üstünlüğünü korumak ve ayrıcalığını elde tutmak için hiçbir kötülükten sakınmaz.
"Kalbinde zerre kadar kibir bulunan bir kimse cennete gitmez." hadis-i şerifinin bir mânası da budur. Yani, kalbinde zerre kadar kibir taşıyan bir kimse bile, bu az zannedilen kibir yüzünden kendisini cennetten uzaklaştıran kötülükler yapar. Çünkü iyilikler cenneti açan anahtarlar oldukları gibi, kötülükler ve faziletsizlikler de onun kapısına vurulan kilitlerdir. Kibir yüzünden fazilet ve iyilikleri terk eden bir kimse böylece cennet kapısını üstüne kilitlemiş olur. Kıyâmet gününde böylelerine şöyle denir: "Orada ebedî kalmak üzere cehennemin kapılarından girin. Bugün kibirlilerin yeri ne kötü yerdir!" (Zümer, 72)
Kibir, insanlara musallat olan büyük bir âfettir. Dünya ehlinde ejderha gibi büyüyen kibir, enâniyet ve nefsâniyet bir çok âlim ve âbidi de sokup helâk eder.
Kibrin Çeşitleri
İnsan zâlim ve câhil olduğu için çeşitli kibirlere kapılır. Bu kibirlerden birincisi Allah Teâlâ'ya karşı kibirdir. Bu kibir, en fahiş ve en aşırı olan kibir çeşididir. Sebebi ise, mutlak cehâlet ve haddini bilmezliktir. Bu kibrin en belirgin örneği Nemrud ve Firavun'da görülmüştür. Bu geri zekâlı mahluklardan birincisi, Allah Teâlâ ile rekabet etmeye kalkışmış ve "O öldürüp diriltiyorsa, ben de öldürüp diriltiyorum." (Bakara, 258) demiş; ikincisi de Mısır halkına, "Ben en büyük rabbinizim" demiş ve bir yüksek kule yaptırıp orada Allah Teâlâ ile savaşmayı aklına koymuştur. (Gâfir, 36)
Allah Teâlâ, bu kişilerden birincisini bir sineğe öldürtmüş, ikincisini de denize boğdurmuş ve cesedini dışarı attırıp âleme ibret etmiştir. Bu sonuncu olayla ilgili âyet şöyledir: "Seni burada boğduktan sonra cesedini çürümekten koruyup daha sonra gelen nesillere ibret diye göstereceğiz. Fakat, insanların çoğu yaptıklarımızın mânalarından gafildirler." (Yûnus, 92)
Allah Teâlâ'ya karşı kibir, basireti körleştirir ve gerçekler üzerinde tefekkür etme yeteneğini ortadan kaldırır. Onun için, kâinat dolusu deliller (her bir yaratık bir delildir), Allah Teâlâ’nın varlık ve büyüklüğünü sonsuz bir açıklıkla gösterirken, kibirli insan bunları görmez ve mânalarını anlamaz. Allah Teâlâ şöyle buyurmuştur:
"Yeryüzünde haksız bir şekilde kibir taslayanları âyetlerimizden (delillerimizden) çeviririz (onları anlamaktan uzaklaştırırız.) Bunlar, artık bütün âyetleri (delilleri) de görseler iman etmezler. Bunlar doğru bir yol bulsalar onda yürümezler, yanlış bir yol bulunca onda yürüyüverirler." (A'râf, 146)
İbnu Cureyc şöyle demiştir: "Allah Teâlâ, kibirlileri Kur’ân üzerinde tefekkür etmekten ve onun gerçeklerini anlamaktan men etmiştir."
İsâ (as) şöyle demiştir: "Bedenin gıdası olan taam yumuşak toprakta yetişir, taşta yetişmez; bunun gibi, ruhun gıdası olan tefekkür ve hikmet de tevazu ile yumuşamış kalpte oluşur, kibirle sertleşmiş kalpte oluşmaz."
Kibir çeşitlerinin ikincisi peygamberlere karşı kibirdir. Peygamberlere karşı kibir, onlara inanmayı ve uymayı önler. Bu kibir, Allah'a iman ettikleri hâlde peygamberleri inkâr edenlerde olan kibirdir. Kur'ân-ı Kerim, bu kibri taşıyanların ibretlik söz ve davranışlarından çok örnekler nakletmiştik Bunlar, peygamberler için şöyle demişlerdir:
"Biz kendimiz gibi insan olanlara mı iman edeceğiz!" (Mu’minûn, 47), "Siz de bizim gibi insanlarsınız." (İbrahim, 15), "Kendiniz gibi insan olanlara inanıp uyarsanız hüsrana uğrarsınız." (Mu’minûn, 34), "Senin bize emrettiği ilâha mı secde edeceğiz?!" (Furkan, 60), "Madem ki, iman etmemiz isteniyor niye melekler gelip bunu bildirmiyorlar veya neden biz doğrudan Rabbimizi görmüyoruz?’ (Furkan, 21)
Bu suâllere verilen ilâhî cevap şudur: "Bunlar, kendi nefislerinde kendilerini çok büyütmüşler ve olabildiğince ileri gitmişlerdir." Bu kimseler, peygamberlerle alay da etmişlerdir. Örneğin, Şuayb (as)’a şöyle demişlerdir: "Babalarımızın taptığı putları bırakmamızı veya malımızda istediğimiz gibi tasarruf etmekten vazgeçmemizi sana namazın mı emrediyor? Sen var ya sen, gerçek mi gerçek akıllı ve zekisin!" (Hûd, 87) Bunlar, peygamberlerin haber verdikleri azaba karşı da meydan okumuşlardır. Örneğin, Nûh (as)’a şöyle demişlerdir: "Söyleyip duruyorsun. Doğru isen, bize söylediğin azabı getir." (Hûd, 32)
Peygamberlere karşı kibir, mahiyet itibarıyla olmasa bile, sonuç itibarıyla Allah Teâlâ'ya karşı kibir gibidir. Bu iki kibir de kurtuluşa vesile olan iman ve itaate engeldir. Çünkü peygamberlere iman edip onların gösterdiği şekilde Allah Teâlâ'ya iman ve itâat etmedikçe kurtuluş mümkün değildir. Allah Teâlâ'ya iman ile O'nun peygamberlerine iman birbirinden ayrılmayan bir bütündür. Bu bütünlüğü bozanlar, hiç iman etmemiş gibidirler. Kur'ân-ı Kerim'de şöyle buyurulmuştur: "Allah'a ve peygamberine iman etmeyenler veya Allah'a iman edip peygamberlerine iman etmeyenler veya peygamberlerin bir kısmına iman edip bir kısmına iman etmeyenler aynı şekilde kâfirdirler ve biz bu kâfirlere alçaltıcı bir azap hazırlamışız." (Nisa, 150-151)
(Zamanımızda peygambere karşı kibrin yeni bir türü ortaya çıkmıştır. Müslüman görünen bazı kimseler, peygamberin hadislerini kabul etmiyor ve onun fiilî sünnetlerini dinden saymıyorlar. Halbuki, peygambere iman etmek onun tebliğ, da'vet, söz ve davranışlarının dini oluşturduğuna iman etmek demektir. Bunlara bu şekilde iman etmeyince, peygamberin şahsına iman etmek bir kıymet ifade etmez.)
Kibrin üçüncü çeşidi insanlara karşı kibirdir. Bu kibri taşıyan bir kimse, kendisinden büyük olanlara saygı duymaz, kendi seviyesinde olanlarla eşit tutulmaya razı olmaz, kendisinden aşağıda olanlara da insan gözüyle bakmaz. Bu sonuncular onun nazarında hayvan ve haşarattırlar. Bu kibir küfür değil, fakat büyük bir günahtır. O aynı zamanda ahlâk ve karakteri bozan bir hastalıktır. Bu hastalığa yakalanan bir kimse, güzel ahlâktan uzaklaşır ve en kötü bir mizaç türüne sahip olur.
Kibir, Allah Teâlâ’nın özel bir sıfatıdır. Onun bu sıfatına sahip olmaya kalkışmak, gizli bir ilâhlık iddiasıdır. Bu sebeple, Allah Teâlâ, "Kibir benim gömleğim, büyüklük benim entarimdir. Bunları benimle paylaşmaya kalkışanın belini kırarım (Bir rivayette de, hiçbir ameline aldırmadan onu cehenneme atarım.)" buyurmuştur. Yaratıklara karşı kibir; onları yaratan, kaderlerini elinde tutan, onları istediği gibi yönetme gücüne ve hakkına sahip olana aittir. Bu vasıflara sahip olmayan kula yakışan ise, yaratıcıya karşı tevazu göstermek, kendisi gibi yaratılmışlara karşı da eşitlik ve kardeşlik duygusunu taşımaktır. Kendisini diğer yaratılmışlardan daha aşağı görmek ise yüceltici bir fazilettir.
Kibir, doğrudan doğruya olmasa bile, Allah Teâlâ’nın emirlerini ve hak olan şeyleri inkâr etmeye de sebeptir. Çünkü kibir sahibi bir kimse, kibri yüzünden hakîr ve aşağı gördüğü kimselerden duyduğu hakkı ve doğruyu kabul etmez ve onlardan gelen uyarı, eleştiri ve nasihatlere fenâ hâlde kızar. Allah Teâlâ şöyle buyurmuştur:
"Kendisine, 'Allah'tan kork (da bu zulmü, kötülüğü, günahı işleme)’ denildiği zaman, haksız bir gurur ve öfkeye kapılır. Ona cehennem kâfidir. Cehennem ne kötü yerdir!" (Bakara, 206) Kibirli insanlar, hak ve doğru olan görüşü bulmak için tartıştıkları zaman da, birbirinin delil ve ispatlarını kabul etmezler. Bu sebeple, tartışmaları kendilerini göstermekten ve aralarında kavga etmekten ibaret kalır.
İnsanlara karşı kibrin en kötü türü, onları kendi istediği şekilde yönetmeye kalkışmaktır. Halbuki bir insana, diğer insanları keyfince yönetme üstünlüğü verilmemiştir.
Bu sebeple, peygamberler bile insanları ancak Allah Teâlâ’nın emirleri ve hükümleriyle yönetmişlerdir.
("Demokratik düzende halk kendi kendisini yönetiyor." denirse, buna inanmamak lâzımdır. Çünkü bunun aslı yoktur. En azından İslâm ülkelerinde bu böyle değildir. Demokratik düzende krallıktan farklı olan şey, yönetenlerin seçilmesidir. Yönetenler seçildikten sonra artık kendi keyiflerince halkı yönetmeye başlarlar. Kur’ân-ı Kerim'de şöyle buyurulmuştur:
"Bilin ki, yaratma da yönetme de yalnızca Allah’ın işidir." (A'râf, 24) Bu âyette, yönetmenin yaratmaktan ileri gelen bir hak olduğuna işaret edilmiştir. Yaratmak Allah Teâlâ'ya ait olduğuna göre, yönetmek de O'na aittir.
Allah Teâlâ mahlukları iki şekilde yönetir. Bunlardan birincisi doğrudan doğruya yönetmektir. Buna "tekvini yönetim" denir. Allah Teâlâ, kâinatı ve içindeki bütün varlıkları kendi icadı olan fizik ve kimya kanunlarıyla doğrudan doğruya yönetir, ikincisi ise devletler ve hükümetler vasıtasıyla yönetmektir. Buna da "teşriî yönetim" denir. Ancak bu yönetimin alanı birinci yönetime göre trilyonda bir denebilecek kadar dardır. Bir kere bu yönetim, kâinat denizi içinde bir damla olan yeryüzünde söz konusudur. İkinci olarak da, bir devletin halkı ilgilendiren kanunları onun genel konuları içinde bir milyonda bir kadar azdır. Bazı âlimler, buna onda bir demişlerdir. Fakat nisbet bundan çok daha azdır. Lâkin bu kadar azlığına rağmen, Allah Teâlâ bu teşriî yönetime de önem vermiş ve kullarını bu görevi kendi adına yürütmelerini istemiştir. Yeryüzünde bu şerefli görevi yapmaya "hilâfet", o görevin başında olan zata da "Halife" denir. Nitekim, Allah Teâlâ Dâvûd (as)’a şöyle buyurmuştur:
"Ey Dâvûd! Biz seni yerde halife yaptık." (Bakara, 30) Hakkında dinî nass bulunmayan konularda halka danışmak (referanduma gitmek) hilâfet sisteminde esastır. Allah Teâlâ bunu açıkça bildirerek "Yönetimde halka danış!" buyurmuştur. (Al-i İmrân, 159)
Hilâfet, miras yoluyla devredilen bir rejim türü değildir. İlk dört halifeden sonraki halifeler halife değil, sultandırlar.
Nitekim, Allah Rasûlü (as) bir hadiste, "Benden sonra hilafet otuz senedir. Ötesi saltanattır." buyurmuştur. (Bak: Ebu Dâvûd, Tirmizî, Ahmed) Ancak bütün sultanlar kötü olmamış, içlerinde hilâfete benzeyenler de olmuştur. Bu saltanatlar kendi dönemlerindeki dünya hükümdarlarıyla kıyas edildikleri zaman, bunların daha iyi bir durumda oldukları görülür. Fakat şimdiki demokrasi döneminde müslüman iktidarların (ne kadar müslüman iseler) yönetimleri dünya yönetimlerine göre daha kötüdürler. Çünkü başka yönetimlerde din olabildiğince özgür iken, müslüman yönetimlerinde din kayıt ve zincir altındadır.)
Kendilerini diğer insanlardan üstün görenler, vaktiyle İblis'in yaptığı hatayı tekrarlamış olurlar. Malûm olduğu üzere, Allah Teâlâ, Âdem'i yaratıp ona secde edilmesini emrettiği zaman, İblis kibirlenmiş ve, "Nasıl olur? Ben ondan üstünüm. Beni ateşten, onu topraktan yarattın." Demiştir. Allah Teâlâ’nın buna verdiği cevap ise çok sert olmuştur: "Gökten in, sen artık kovulmuşsun! Ve kıyâmet gününe kadar da üstünde lanetim olacaktır." (Sâd, 76-78)
Kibre benzeyen ve fakat kibir olmayan bazı durumlar da vardır. Sabit İbni Kays, "Ya Rasûlullah! Ben kendimi temiz ve güzel tutmaktan hoşlanıyorum. Bu kibir midir? "diye sormuş, Allah Rasûlü (as) şu cevabı vermiştir: "Hayır! Bu kibir değildir. Kibir, Allah’ın emirlerine ve O'nun kullarına karşı büyüklük taslamaktır." (Müslim, Tirmizî)
Kibrin Sebepleri
Bil ki, insan ancak kendisini üstün gördüğü zaman kibirlenir. İnsana din veya dünya açısından üstünlük sağlayan ise yedi şeydir. Bu şeyleri nefis hesabına değerlendiren insan kibirlenir.
Bu şeylerden birincisi ilimdir. Hiç şüphesiz ki, ilim üstünlük sebebidir. Onun için Allah Teâlâ, "Bilenlerle bilmeyenler bir olur mu?" (Zümer, 9), "Allah, kendilerine ilim verilenleri derecelerle yükseltir." (Mücâdele, 11) buyurmuştur. Ancak, doğru yaklaşıldığı takdirde, ilim insanda kibir değil, tevazu geliştirir. Bunu tescil etmek için Allah Teâlâ şöyle buyurmuştur: "Allah'a karşı huşû ve tevazu gösterenler ancak alimlerdir." (Fâtır, 28)
Alim câhilden çok da fazla huşû, haşyet (Allah korkusu), tevazu ve mesuliyet hissi duyar. O, câhil için cehâleti mazeret sayar, fakat kendisini mazeretsiz görür. O, ilim nimetinden dolayı câhilden daha çok şükretmek durumunda olduğuna inanır. O, örnek olduğu için yanlışlarının daha büyük vebal oluşturduğunu bilir. O, aynı zamanda kendisini câhilleri bilgilendirmek ve ellerinden tutmakla da yükümlü kabul eder. Ona göre, câhillerin hesabı ve azabı onunkinden daha azdır ve bunlarda kötülük varsa bunun sorumluluğu büyük ölçüde kendisine ve diğer âlimlere aittir. O da, Hz. Ömer gibi, "Dicle kenarında bir koyun zayi olursa hesabını benden sorulur." diye düşünür. Fakat bu gerçekleri düşünmeyen bir kimse, sahip olduğunu zannettiği ilim yüzünden kibre girer ve kendisini herkesten üstün görür. Ancak şu da bilinmelidir ki, insanda sorumluluk hissi ve tevazu erdemini geliştiren ilim, hakikî ilim olan ahiret ilmidir. Çünkü Allah Teâlâ’nın büyüklüğünü ve O'nun yanında insanın küçüklüğünü öğreten, Allah Teâlâ’nın hakkını ve insanın O'na karşı görevini bildiren, cennet ve cehennemi, hesap ve azabı gözler önüne getiren ilim bu ilimdir. Bu ilim bile ancak yaratılışı sağlam ve niyeti temiz olan insanları ıslâh edebilir. Yaratılışı bozuk ve niyeti kötü olan insanları bu ilim de ıslah etmekten âciz kalır. Vehb İbni Münebbih şöyle demiştir:
"İlim yağmur gibidir. Yağmur gökten saf ve temiz olarak iner. Ağaçlar onu kökleriyle içlerine çekerler ve her ağaç kendi fıtratına, yaratılış ve türüne uygun olan meyveyi verir. Bu meyve ağaca göre ya tatlı veya acı olur. (Dilimizde de, "Ceylanın içtiği su misk, yılanın içtiği su zehir olur." denilmiştir.) İlim de bunun gibi, kişinin fıtrat ve cibilliyetine göre farklı sonuçlar doğurur. Allah Rasûlü’ne nisbet edilen bir sözde şöyle denilmiştir: "İleriki zamanda bazı kimseler Kur'ân okuyacaklar, fakat okudukları kalplerine inmeyecek, dudaklarında ve gırtlaklarında kalacaktır. Bunlar, 'Bizden daha iyi okuyan, bizden daha âlim olan kimdir?’ diye kibirleneceklerdir. Bilin ki, bunlar cehennemin odunlarıdır."
Hz. Ömer (ra) şöyle demiştir: "Kibirli ve ceberut âlimlerden olmayın. Öyle olursanız, ilminiz cehaletinize denk gelmeyecektir." Bir adam, bir vakit namazından sonra va'zetmek için kendisinden izin istedi. Hz. Ömer (ra) izin vermedi ve kendisine şunu söyledi: "Sen henüz tevazu kazanmamışken, kendini cemaatin önünde görürsen kibirlenip şişersin ve kendini Süreyya'dan yere inmiş bir uzaylı gibi hissedersin."
İkincisi ibadettir. İbadet aslında tevâzuun ifadesidir. İbadet kelimesinin mânası tevazu göstermek olduğu gibi, onun değişik tatbikatları da tevazuu gösterirler. Namazı misâl verirsek, elleri bağlayıp ayakta durmak, sonra iki büklüm olup eğilmek, daha sonra kıvrılıp yere kapanmak miskinliğin ve çaresizliğin itirafı ve ilânıdır. Oruç, hac ve diğer ibadetlerde de aynı mâna bunları oluşturan hâl ve hareketlerle gözler önüne serilir. Fakat, ibadetlerdeki bu mânayı aklına getirmeyenler, yaptıkları ibadet yüzünden kibre kapılır ve bundan kendilerine üstünlük payı çıkarırlar. Bu cümleden olarak bu kimseler artık kendilerinin kurtulduklarını, başka insanların ise helâk olduklarını zannetmeye başlarlar ve bunu çekinmeden söylerler.
Allah Rasûlü (as), kibirden ileri gelen bu görüşün yanlış olduğunu bildirmiş ve, "Bir kimse, 'insanlar helâk olmuştur.’ dediği zaman, bilin ki, kendisi hepsinden daha çok helâk olmuştur." buyurmuştur. (Müslim) Çünkü, onun böyle demesi kendi nefsini tezkiye ettiğini, kendisine ayrıcalık tanıdığını, kendisi için Allah’ın azabından korkmadığını, insanları hakîr gördüğünü, onlar hakkında su-i zan ettiğini ve Allah adına hüküm yürütmekten çekinmediğini gösterir. Bu unsurlardan hepsi de helâk edici âfetlerdir. Allah Rasûlü (as) bir hadiste de, "Müslüman kardeşini hor görmek, helâk edici olarak bir kimseye yeterlidir." (Müslim) buyurmuştur.
Bir müslümanın yapması gereken şey; müslüman kardeşlerini Allah için sevmek, imanları için takdir etmek, ibadetleri için hürmet etmek, kendi şahsı için tanımadığı kolaylığı onlar için tanımak, kendisi için beslemediği ümidi onlar için beslemektir. Fakat kibir sahibi insan bunların aksini yapar; o kendi şahsını yükseltirken din kardeşlerini alçaltır, kendi ibadetlerini yeterli bulurken onların ibadetini az bulur, kendi fikir ve görüşlerinin doğru olduğuna inanırken onların fikir ve görüşlerinin yanlış olduğunu düşünür, kendisini kurtuluş ehli sayarken onların cehâlet ve felâket içinde olduklarını söyler. O bu kadar insafsız ve sorumsuz davranınca, Allah Teâlâ ona kızar ve çoğu zaman ahiret cezasından evvel kendisine bu dünyada ceza verir; ibret alınması için de bazen kendisinin tahkir ettiği müslümanları onun yerine, kendisini da onların yerine getirir.
İbadet yüzünden kibre kapılan bir kimse bir zulüm, haksızlık veya hürmetsizlik gördüğü zaman, bu şeylerin peygamberlere karşı bile yapıldığını düşünmez, önce Allah Teâlâ’nın kendisine bunların yapılmasına nasıl müsâade ettiğine şaşar, ondan sonra da bunu yapanların yakında çarpılacaklarını ve Allah Teâlâ tarafından acele ile cezalandırılacaklarını söyler. O Allah Teâlâ’nın muhtemel affını, geniş merhametini, ince hikmetini ve uzun sabrını düşünmez. Böylece, kendisine karşı bir suç işlenmişken, kendisi Allah Teâlâ’nın bu sıfatlarını görmezlikten gelmek suretiyle birkaç suçu birlikte işler.
Rivayet edildiğine göre, İsrailoğullarından bir abid secde hâlinde iken, bir sefih gelip ayağını onun boynuna bastırır. Abid, "Bana bu nasıl yapılabilir?" tarzındaki bir düşünceyle kibre kapılır ve adama, "Allah'a yemin ederim, o seni affetmeyecektir." der. Allah Teâlâ, o dönemin peygamberine şunu vahyeder: "Bu abid kendisini ne sanıyor ki, benim adıma konuşuyor? Ben onu da bu küstahlığından dolayı affetmeyeceğim."
Kibir açısından âlim ve abidler üçe ayrılırlar.
Bunlardan bir kısmı kalplerinde kibir duyar ve kendilerini diğer insanlardan üstün görürler. Ancak ellerinden geldiğince bunu dışarıya vurmaz ve ne fiilleriyle, ne de sözleriyle onu göstermezler. Bu sebeple, dışardan bakılınca bunlar kibirden uzak, mütevâzi insanlar intibaını verirler. Fakat Allah Teâlâ, kalplerde olanı da bildiği için, bu kimseler O'nun yanında kibirli taifesine dahildirler.
Bir kısmı kalplerinde duydukları kibri fiilleriyle de gösterirler. Onun için bu kimseler yolda giderken önde gitmek, bir mecliste otururken baş köşede oturmak, herkesten hürmet görmek, her şeyin en iyisine sahip olmak isterler. Bunlar birisiyle konuşurken onun seviyesinde olmadıklarını göstermek için başka tarafa bakarlar, yüzlerini buruştururlar ve kızgınca konuşurlar. Bunların kibri öncekilerden daha büyüktür.
Bir kısmı ise kibirlerini aynı zamanda sözleriyle de gösterirler. Bunlar kendilerini överler, üstün olduklarını söylerler, olan ve olmayan meziyetlerini anlatırlar ve kıymeti bilinmesi gereken müstesna kimseler olduklarını yaymaya çalışırlar. Kibri en büyük olanlar bunlardır. Allah Teâlâ kibirlenip kendilerini övenleri, "Siz kendinizi övmeyin! O, hanginizin takvada üstün olduğunu sizden iyi bilir." (Necm, 32) ayetiyle uyarmış, haksız yere övülmekten hoşlananları da, "Yapmadıkları işlerle övülmekten hoşlananların azaptan kurtulacaklarını sanma!" (Al-i İmrân, 188) ayetiyle tehdid etmiştir.
Kibirli insan, kendisinden üstün olan kimselere kızgın, kendi seviyesinde olanlardan da rahatsızdır. Bunları sevmez ve iyi işler yapıp başarmalarına sevinmez. Bunların yok olması ve hezimete uğrayıp ortadan çekilmesi onun en büyük arzu ve temennisidir. O, bu huyuyla harabeleri ve yıkılışları seven baykuşlar gibidir. Onun varlığı başkalarının yıkılış ve yok oluşlarıyla beslenir.
Hayret edilecek bir durumdur ki, bazı kimseler mümin, hatta âlim ve abid olduklarını söylerler ve Allah Rasûlü’nün, "Kalbinde zerre kadar kibir bulunan bir kimse cennete girmez." dediğini bildikleri hâlde, kibirden vazgeçmez ve bu kobra yılanını kalplerinde zevk duyarak beslemeye ve doyurmaya çalışırlar. Bu kimseler bilmelidirler ki, kalplerinde kibrin zerresini taşıdıkları takdirde, Allah Teâlâ yanında zerre kadar kıymet ve üstünlükleri olmaz. Çünkü O'nun yanındaki üstünlük ancak tevazu ile kazanılabilir. Allah Rasûlü (as) şöyle buyurmuştur: "Kim üstünlük taslarsa Allah onu (kendi yanında) alçaltır ve kim tevazu gösterirse, Allah onu (kendi yanında) yükseltir."
Kibrin üçüncü sebebi soy ve neseptir. Bu sebeple, kendi nesebini, soy ve milliyetini üstün görenler bununla kibirlenirler ve aynı nesepten olmayanları aşağı ve hakîr görürler. Bu kibirlerini de duygu, fiil ve söz hâlinde gösterirler. Hakikatte ise nesep tek başına kimseye her hangi bir üstünlük kazandırmaz. Allah Rasûlü (as) şöyle buyurmuştur:
"Bir kimsenin ameli (kötülüğü) onu geri bırakırsa, nesebi onu öne götürmez." Ebu Zer (ra) bir adama, "Sen siyah bir kadının çocuğu değil misin!" diye çıkışınca, bunu duyan Allah Rasûlü (as) ona şöyle demiştir:
"Ey Ebâ Zer! Sende hâlâ cahiliyet kibri vardır. Bil ki, sen beyaz renginle kırmızı veya siyah bir insandan üstün değilsin. Üstünlük ancak takva iledir." (Ahmed) Allah Rasûlü (as) şunu da söylemiştir: "Bazı kimseler, ya cehennem kömürü hâline gelmiş atalarıyla övünmekten vazgeçerler, ya da Allah yanında pislik böceğinden daha aşağı dereceye düşerler." (Ebu Dâvûd, Tirmizî)
Dördüncü sebep maldır. Hayra sarfedilmesi ve düşkünlerin yardımına koşulması için verilen mal, bazı kimseler tarafından üstünlük vesilesi zannedilir. Halbuki mal, çoğu kimselerin helâket ve felâketine sebep olan bir âfettir. Allah Rasûlü (as) bir hadis-i şerifte şöyle buyurmuştur:
"Mal sahipleri helâk olmuşlardır. İllâ ki, onu Allah için sağa, sola sarf edip sorumluluktan kurtulmaya çalışsınlar." Allah Teâlâ, mal ile gururlanıp kibre kapılan Karun'u helâk edip âleme ibret etmiştir.
Beşinci sebep vücut güzelliğidir. Vücut güzelliğinin geçici ve kısa süreli olduğunu görebilecek basireti olmayanlar, bununla da üstünlük duygusuna kapılır ve kibirlenirler. Bunların içinde hüsranı en büyük olanlar ise, vücut güzelliğiyle avunup hakikî ve kalıcı üstünlükler ve meziyetlerden (ilim, amel ve güzel ahlâktan) kendilerini mahrum bırakanlardır.
Altıncı sebep vücut kuvvetidir. Bu kuvvet, bazı hayvan türlerinde (öküz ve eşekte bile) daha fazladır. Onun için, bu kuvvet de ancak dinî ve insanî değerlerin hizmetinde sarf edildiği takdirde bir üstünlük ifade edebilir. Allah Teâlâ şöyle buyurmuştur:
"Onlar, 'Bizden daha kuvvetli kim vardır?’ deyip kibirlendiler. Görmediler mi ki, kendilerini yaratan Allah kendilerinden daha kuvvetlidir?" (Fussilet, 15)
Yedinci sebep evlâd, aşiret, cemaat, taraftar ve hayranların çokluğudur. Bazı kimseler, bu cihetlerden gelen şöhreti de kendileri için üstünlük sebebi sayar ve onunla hindi gibi şişip kabarırlar. Halbuki, şöhret saman alevi ve şimşek çakması gibi kısa süreli ve geçicidir. Bu sürenin sonunda o, bazen evvelkinin tam tersi bir sonuç da doğurabilir. Bu durumda, önce sevenler sonra buğzederler, önce alkışlayanlar sonra taşlarlar.
Bir çok değerlerin fedâ edilmesiyle korunmasına çalışılan şöhret sürse bile, ancak mezar kapısına kadar sürer. Çünkü "Herkes Allah’ın huzuruna yalnız başına çıkar." (Meryem, 95), "O gün mal ve evlâd çokluğu kimseye fayda vermez. Ona fayda veren yalnızca onun temiz olan kalbi (ve yaptığı amelleri) dir." (Şuarâ, 88)
Allah Teâlâ’nın imtihan için kullarına verdiği bu ve benzeri nimetler, kendini bilen kimseler tarafından emanet kabul edilip yerine sarf edilirken, kendini bilmeyenler tarafından kendi hak ve müktesepleri zannedilir, kibir ve gurur vesilesi yapılır.
Yakalarını bütünüyle şeytana kaptırmış olanlar ise, utanmaları ve ağlamaları gereken zulüm ve günahlarıyla da kibirlenir, bunları bile kendileri için üstünlük ve hüner sayarlar.
Tekebbürün Sebepleri
Bil ki, kibir, insanın yukarıda geçen sebeplerden dolayı kendisini büyük görmesi, üstünlük hissi taşımasıdır. Tekebbür ise, bu his ve duygunun fiil ve hareket hâlinde ortaya konulmasıdır. Ancak tekebbür, bazen kibirden başka sebeplerden dolayı da görülebilir. Bu sebepler ise buğz, kıskançlık ve riyadır.
1- Buğz. Bir kimse, haklı veya haksız bir sebeple bir kimseye kızar ve bu kızgınlığı sabit buğz hâline getirirse, artık o kimseye karşı tevazu göstermez; onun hak olan sözünü kabul etmez; onun nasihatini dinlemez; onun ilminden yararlanmayı düşünmez; onun yanında ondan daha büyük görünmeye çalışır. Buğzun bu kötü sonuçlarından dolayıdır ki, Allah Rasûlü (as) şöyle buyurmuştur:
"Kalplerinizde buğz oluşmasına fırsat vermeyin. Çünkü buğz usturadır. Bu ustura saçı değil, dini keser."
2- Kıskançlık. Bir kimse bir kimseyi kıskanırsa (kıskanmanın haklı sebebi yoktur), aynen buğzda olduğu gibi, o kimsenin büyüklük ve üstünlüğünü kabul etmez ve haksız olduğunu bile bile ona karşı dikilir ve onunla rekabet eder.
3- Riya. Bir kimsede riya hastalığı varsa, o da kendisinden ilim, amel, fazilet, hizmet ve takva yönünden üstün olduğunu bildiği kimselere saygı duymaz, hürmet etmez, üstünlük tanımaz. Halk kendisini aşağı görür endişesiyle onların yanında kendi kendisini şişirir. Bu kimse, halkın duymayacağından emin olduğu yerde hürmet ettiği bir kimseye halkın içinde rakip olur.
Kendi kendilerinin büyüklüğüne inanan kibirli insanlarla buğz, hased ve riya yüzünden kibirlenen insanlardan saygı, insaf, hakkı kabul, üstünlüğü takdir gibi meziyetleri beklemek boşunadır.
Kibirli İnsanların Ahlâkı
Bil ki, kibir ve tekebbürden kaynaklanan özel hâl ve tutumlar vardır. Kibirli kimselerin bir kısmında bu hâl ve tutumların hepsi, bir kısmında onların bir kısmı görülür. Bu hâl ve tutumlar şunlardır.
1- Kendisi oturmuşken bazı kimselerin ona saygı ifâdesi olarak ayakta durmalarından hoşlanmak. Bu hâl, kişiyi cehenneme götüren bir kibirdir. Allah Rasûlü (as) şöyle buyurmuştur:
"Kim cehennem ehlinden bir kimseyi görmek isterse, kendisi oturmuşken bazı kimseleri ayakta tutan kimseye baksın."
2- Birileriyle yolda giderken onların önünde gitmekten hoşlanmak. Bu hâl, Allah Teâlâ'dan uzaklaşmaya sebeptir. Ebud-Derdâ (ra) şöyle demiştir:
"Bir kimse, başkasıyla birlikte iken önde gittiği sürece Allah Teâlâ'dan uzaklaşır." Ashâbın en zengini olan Abdurrahman İbni Avf (ra), köleleriyle birlikte yolda giderken onlardan fark edilmezdi. (Çünkü hem onlar gibi giyinir, hem de onlarla karışmış bir hâlde yürürdü.)
Hasan el-Basrî, kimsenin kendi arkasından gitmesine izin vermez ve bunun sebebini, "Bu hâl, önde gidenin kalbini bozar." diye açıklardı.
3- En yüksek yerde ve diğerlerinden mesafeli olarak oturmaktan hoşlanmak. Tevazu ise bunun aksini arzulamaktır.
İbni Vehb şunu söylemiştir: "Ben Abdulaziz İbni Revvâd’ın yanında oturmuştum. Dizimin onun dizine değdiğini fark edince biraz geri çekilmek istedim. Abdulaziz, beni çekip eski yerime getirdi ve şöyle dedi: "Bana niye ceberutlara karşı yaptığınız muameleyi yapıyorsunuz. Halbuki ben, içinizde kendimden daha aşağı bir kimse göremiyorum."
4- Ziyaret etmek değil, ziyaret edilmekten hoşlanmak. Ziyaret etmek insana sevap kazandırır, ziyaret edilmek ise onun kibrini okşar. Kibirli insan, kibrinin okşanmasını sevap kazanmaya tercih eder.
5- Fakir ve alt seviyedeki insanlarla bir arada oturmaktan sıkılmak. Bu hâl, çoğu müşriklerin peygamberlere iman etmemelerine sebep olmuştur. Bunlar, peygamberden etraflarındaki fakir müminleri dağıtmalarını istemiş ve ancak bunu yaparlarsa kendileriyle oturup ne istediklerini dinleyeceklerini söylemişlerdir. Peygamberimize karşı da aynı teklif yapılmıştır. Allah Teâlâ, yapılan bu teklifle ilgili olarak Peygamberimize şu âyeti indirmiştir:
"Sabah akşam Rablerine duâ ve ibadet eden ve O'nun rızasını arayan (fakir) kimseleri meclisinden kovma. Kâfirler bunlardan rahatsız olup iman etmezlerse etmesinler. Ne sen onların iman etmeleri için ısrar et, ne de onlar senin işine karışsınlar. Onların sözüne uyup bu (fakir) kimseleri kovarsan zâlimlerden olursun." (En'âm, 52)
Kâfirler gibi, kibirli kimseler de, fakir ve düşkünlerin bulunduğu ilim, ibadet ve hayır meclislerinden uzak dururlar.
6- Yapabildiği özel işlerini de başkalarına yaptırmak. Tevazu ise bunun aksidir. Onun için, Allah Rasûlü (as), genellikle özel işlerini kendisi yapardı.
7- Elinde bir şey taşımamak. Halbuki Allah Rasûlü (as), ashabın ısrarı olmadığı zamanlarda, çarşı ve pazardan aldığı şeyleri kendi eliyle taşırdı.
Hz. Ali (ra) şöyle demiştir: "Kendi eliyle evine bir şey taşımak insanın büyüklüğünü zedelemez."
Ebu Hureyre (ra) Medine'de vali vekili iken, sırtındaki çırpı ile çarşıdan geçer ve, "Emir'e yol açın! Emir'e yol açın!" diye seslenirdi.
8- Düşük kaliteli, ucuz ve eski elbise giymemek. Halbuki Allah Rasûlü (as) şöyle buyurmuştur: "Giyim kuşamda tevazu imandandır." (Ebu Dâvûd, İbnu Mâce)
Zeyd İbni Vehb şunu söylemiştir: "Ben Hz. Ömer'i çarşıda gördüm. Elinde bir kamçı ile alış verişleri denetliyordu. Üstünde eski ve on dört yamalı bir entari vardı."
Hz. Ali (ra) şöyle demiştir: "Eski elbise kalbe huşû' verir, yeni elbise ise kibir duymaya sebep olur." Bundan dolayı Allah Rasûlü (as) şöyle buyurmuştur:
"Kim Allah için (yani Allah Teâlâ'ya karşı tevazu hâlinde olmak için) bir süs ve ziyneti terk ederse, ona cennetin süs ve ziynetlerini vermek Allah üzerinde bir hak olur." (Ebu Nuaym) Hiç şüphesiz ki, kibirli olmamak için her zaman eski elbise giymek ve hiç süs kullanmamak gerekli değildir. Çünkü kibre kapılmamak ve normali geçmemek şartıyla uygun düştükçe yeni elbise giymek ve süs kullanmak da câizdir. Allah Teâlâ şöyle buyurmuştur:
"De ki: Allah’ın kendi kulları için yarattığı ziynetleri ve temiz yiyecek ve içecekleri kim haram etmiştir? De ki: Rabbim ancak açık ve gizli aşırılıkları, günahı, zulmü, kendisine ortak koşmayı ve O'nun hakkında bilmeden konuşmayı haram etmiştir." (A'râf, 32)
Allah Rasûlü (as) da şunları söylemiştir: "İsraf etmemek ve kibre kapılmamak şartıyla yiyin, için, giyin ve sadaka verin." (İbnu Mâce, Nesaî), "Allah kuluna bir nimet verdiği zaman, bu nimetin izini onun üstünde görmekten hoşlanır." (Tirmizî) Buna göre, Allah Teâlâ bir kuluna mal ve servet verirse, o kulun bu nimeti göstermek ve şükretmek maksadıyla yiyip içmesi, giyinip kuşanması makbul bir davranıştır. Kaldı ki, bazı kimselere yeni elbise ve süsler kibir verirken, diğer bazılara tam aksine, eski elbise ve süsten uzak olmak kibir verir. Çünkü bu hâl, halkta bu kimselerin dünyaya önem vermedikleri ve Allah’ın sâlih kulları oldukları intibaını uyandırır. Bu da kendilerine zevk ve kibir verir.
Ebu Said el-Hudrî (ra) şöyle demiştir: "Maksadın Allah olduğu sürece ye, iç ve giy. Fakat bu fiillerden hangisiyle kalbine riya, kibir ve gösteriş girerse onu terk et."
Doğru ve dengeli olan tevazuu Allah Rasûlü yaşamıştır. O ise lüks ve israfa kaçmaksızın yeni elbise de, eski ve yamalı olanı da giymiştir. Bunun gibi, haram olmamak şartıyla önüne gelen yemekleri de yemiş, aç da kalmıştır. Bu sebeple, tevazuu onun anladığı gibi anlamak ve onun yaşadığı gibi yaşamak lâzımdır. Aksi takdirde, tevazuda da ifrat ve tefrit hâllerine düşmek kaçınılmazdır.
Kibri Giderip Tevazu Kazanmanın Yolu
Bil ki, kibir helâk edici âfetlerdendir. Bu sebeple, onu gidermek farzdır. Onu gidermek de iki türlüdür. Birincisi, onun kökünü kurutmak ve kalpteki varlığını yok etmektir. İkincisi ise, onu uyandıran sebepleri etkisiz kılmaktır. Kibrin kökünü kurutmanın yolu, insanın kendi nefsini ve Rabbini iyice tanımasıdır. Çünkü insan kendi nefsini iyice tanırsa görür ki, o her zelilden daha zelil ve her değersizden daha değersizdir; bu sebeple de ona yalnızca tevazu, zillet ve mahviyet yakışır. İnsan Rabbini tanıyınca da görür ki, büyüklük, izzet ve azamet O'na aittirler ve bu sıfatlar sadece O'na yakışırlar. Allah Teâlâ şöyle buyurmuştur:
"Kahrolası insan, ne kadar nankördür! (Düşünmez mi ki,) Allah onu hangi maddeden yaratmıştır? Onu bir damla sudan yaratmış ve insan hâline getirmiştir. (Ona değişik kabiliyetler vererek) hayat yolculuğunu kolaylaştırmıştır. Daha sonra onu öldürecek ve kabre yerleştirecektir. Ve istediği zaman onu tekrar diriltecektir. (Bütün bunlara rağmen) o, Allah’ın kendisine emrettiği şeyi (ibadeti, teşekkürü) yapmaz." (Abese, 17, 23) Bu ayet-i kerimede, Allah Teâlâ'nın sonsuz kudreti ve tasarruf gücüyle birlikte insanın mahiyeti, hayatı ve akıbeti anlatılmıştır. Buna göre, insan yok iken Allah Teâlâ onu değersiz bir su damlasından yaratmıştır. Bu demektir ki, insanın uzak geçmişi yokluktur ve o ezelden beri yokluk hâlinde kalmıştır. Onun yakın geçmişi ve varlıktaki aslı ise kirli ve hakîr bir meni damlası ve bunun içindeki zavallı bir kurtçuktur. Var olduktan sonra da yaşayabilmesi için Allah Teâlâ ona gerekli imkânları vermiş ve kolaylıklar sağlamıştır. Bütün bu işler sadece Allah Teâlâ'nın kudret ve rahmetinin eserleridir. İnsanın kendi gücü ise bu işlerden bir tanesini bile gerçekleştirmeye yeterli değildir. Daha doğrusu onun kendi gücü yoktur. Bu sebeple, onun kalbini çalıştıran, kanını dolaştıran, göz kapaklarını açıp kapatan, nefeslerini düzenleyen de Allah Teâlâ'dır. Fakat kibirli insan nankördür. O ne başlangıcını, ne sonunu düşünür, ne de hayattaki durumunu doğru değerlendirir.
En büyük nankörlük olan küfür ve inkâr da insanın kendi aslının ne olduğunu, nereden geldiğini ve nasıl oluştuğunu düşünmemesinden ileri gelir. Allah Teâlâ, kıyâmet günündeki dirilişi inkâr eden bir müşrikle ilgili olarak şu âyetleri indirmiştir: "O kişi kendisini bir damla sudan yarattığımızı bilmiyor mu ki, diriliş olayını tartışıp duruyor. O nasıl yaratıldığını unutuyor, bizi başkalarına kıyaslıyor ve, 'Çürümüş kemikleri kim diriltecek?’ diyor. De ki: Onları ilkin yaratan onları diriltecektir." (Yasin, 77, 78)
İnsan, başlangıç ve sonucunu unutsa bile, ona hiçliğini ve çaresizliğini hatırlatan türlü olumsuzluklara maruzdur.
Hastalıklar, ihtiyaçlar, musibetler ve kederler bu konuda birer uyarıcıdırlar. Her an bu olumsuzluklara açık olan ve gelenleri defedemeyen insan, iyice düşünürse, hiçbir şeye gücü yetmeyen ve hiçbir gelişmede karar yetkisi bulunmayan zayıf ve zavallı bir yaratık olduğunu anlamakta zorluk çekmez.
İnsan toprakta çürüyüp yok olduktan sonra, Allah Teâlâ onu ikinci bir sefer yokluktan yaratıp diriltir. Bu ikinci yaratılış ve dirilişin de başlangıcı yokluktur. Kendisinden yaratıldığı madde ise topraktır. Böylece, insan burada da yokluktan ve topraktan meydana getirilir. İkinci diriliş de kibirli insan için önüne geçemediği zorluk ve sıkıntılarla doludur ve bu vesile ile tekrar onun acizlik ve çaresizliği ortaya çıkar.
Mahiyet ve macerası bu olan bir insan için kibirlenmek sadece dinen değil, aklen de çirkin bir hâldir.
Amel planında insanı kibirden uzaklaştıran şey ise, kendi nefsini tevâzua zorlamak ve mütevazilerin fiil ve hareketlerini yapmaktır. İlim amel hâline getirilmediği sürece etkili olmadığı için, kibirden kurtulmak için de yalnızca asıl ve faslını bilmek yeterli değildir. Bunun yanında, tevazu ifade eden ve onu ahlâk ve mizaç hâline getiren fiil ve hareketleri de yapmak lâzımdır.
Kibir uyandıran sebepleri etkisiz kılmanın yolu ise, her sebebe göre değişir. Bu yüzden, sebep soy ve nesep ise, bundan ileri gelen kibri kırmanın yolu iki şeyi bilmektir:
Bunlardan birincisi kişinin nesebindeki şerefin kendisine ait olmamasıdır. Çünkü bir nesepte şeref varsa, o şeref baba, dede ve ataya aittir. Bir kimsenin ilmi gibi, onun şerefi de miras yoluylâ evladına geçmez. Bunlar, her ferdin kendi özel çabasıyla kazanılması gereken erdemlerdir.
İkincisi, insanın asıl nesebinin babası veya dedesi değil, toprak olmasıdır. Toprak ise, bütün insanlar ve hayvanlar arasında müşterek olan ve kimseye ayrıcalık ve üstünlük vesilesi olmayan basit bir unsurdur. İnsan cinsinden bir nesep aranırsa, bu nesebin başlangıcı Hz. Âdem'dir. Hz. Âdem de bütün insanların ortak atasıdır ve kimsenin kendisine bundan özel bir üstünlük çıkarması mümkün değildir. Peygamberimize mensup olmaktan dolayı şeref duyulması, onun Ehl-i Beytinden olan kimseler için bir haktır. Ancak bu hak peygamberimizin inanç, marifet, amel ve ahlâkına sahip olmakla kazanılır. Aksi takdirde, kuru bir mensubiyet hiçbir kimseye ne şeref sağlar, ne de kurtuluş temin eder. Bunun en açık misâli Ebu Leheb'tir. Bu talihsiz insan, Peygamberimizin amcası olmasına rağmen, ona iman edip kendisine ittiba etmediği için Kur’ân ayetleriyle lanetlenmiştir.
Kibrin sebebi güzellik ise, burada da hayvan gözüyle kendi maddesine değil; ruh, kalb ve duygu âlemine bakmak lâzımdır. Bunlara bakınca da insan kendisinde bir çok kusur ve eksiklik görür ve mükemmelliğin ifadesi olan güzellikten uzak olduğunu anlar. Vücut güzelliği ise hakikî bir değer olmaması yanında, elde tutulamayan ve süratle gelip geçen bir şeydir. Böyle bir şeyle kibirlenmek, şimşeği güneş zannetmek gibi bir yanlışlıktır. Kaldı ki, güzellik ve bazı kimselerde kibir uyandıran diğer şeyler Allah Teâlâ'nın birer vergisidir. Allah Teâlâ’nın verdiği şeylerle iftihar etmek ise, insanın değil, Allah Teâlâ’nın hakkıdır. İnsana düşen ise, bu vergilerinden dolayı Allah Teâlâ'ya şükretmek ve bu nimetlerin devamı için duâ ve niyazda bulunmaktır.
Hakikî güzellik cennetteki güzelliktir. Çünkü dünyadaki güzellik, eksiklik ve çirkinliğin gizlenmesinden ibaret iken, cennetteki güzellik gerçek mükemmelliktir.
Kibrin sebebi kuvvetli olmak ise, vücuda musallat olan illet ve hastalıkları düşünmek lâzımdır. Her an gelebilen bu illet ve hastalıklar, çok kısa bir süre içinde insanın bütün güç ve kuvvetini alırlar. Yaşlılığın da insanı ne hâllere düşürdüğü kimsenin meçhulü değildir. Allah Teâlâ, insanın güçsüzlüğünü her an onun gözleri önünde bulundurmak ve ona duyurmak için onu en zayıf haşarattan olan sineklere karşı çaresiz bırakmıştır. Sinekler, kendisine rağmen üstüne konar, kendisine rağmen hayat kaynağı olan kanını emer ve onun tehditleriyle alay ederek vınlayıp durur. Sivrisinekler ise, vücudunu yara bere içinde bırakır ve Ona uykuyu haram ederler. Allah Teâlâ, câhil insanların güçlü zannedip taptıkları sahte ilâhların acizliğini de sinek misaliyle bildirmiştir. İlgili âyet şöyledir:
"Ey insanlar! Bir misâl verildi, onu iyice dinleyin. Allah dışında taptıklarınız, bir araya gelseler bir sinek bile yaratamazlar. Hatta sinek kendilerinden bir şey koparsa, onu da kurtaramazlar. Onlar bu kadar zayıftırlar. Onlara tapanlar da aynı şekilde zayıftırlar. Bu zayıf şeyleri Allah'a ortak edenler, Allah'ı tanıyamamışlardır." (Hac, 73)
Faziletlerin hizmetinde olmayan kaba kuvvetin daha fazlası hayvanlarda vardır. Bu sebeple, böyle bir kuvvetle iftihar etmek insanı yükseltmez, onu hayvanların derecesine indirir.
Allah Rasûlü (as), "Lâ Havle velâ kuvvete illâ billahil-aliyyil-azîm sözü Cennet hazinelerinden bir hazinedir." buyurmuştur. Bu sözün mânası ise şöyledir: Güç ve kuvvet yalnızca yüce ve büyük olan Allah'tandır. Bu sözü söyleyen kimse, kendinde güç ve kuvvet görmekten ve bununla kibirlenmekten sakınmış ve bir cennet sermayesi kazanmış olur.
Kibrin sebebi mal, makam, cemaat ve çevre gibi şeyler ise, bunlar insanın dışında olan şeylerdir. Böyle şeylerle kibirlenmek; eşeğin, süslü semeri veya devenin, kervanın çokluğu ile kibirlenmesi gibidir. Semer eşeğe, kervan deveye bir değer ilâve etmediği gibi, sözü edilen şeyler de, insanın zatına bir değer katmazlar.74 Bu sebeple, akıllı olan bir insan böyle iğreti ve geçici şeylerle ne kibirlenir, ne de sevinir. Bunların varlığıyla üstünlük iddiâ etmek doğru olsaydı, onların gitmesiyle de aşağılığı kabul etmek lâzım gelirdi. Bu geçici şeyler yüzünden kibirlenmek şöyle dursun, sevinmek bile himmet ehlinin nazarında saçma bir duygudur. Bu şeylerin varlığıyla sevinmek onları sevmeyi de gerektirir. Çünkü bir şeyi sevmeyen onun varlığıyla sevinmez. İbrahim (as), "Ben yok olacak olan fâni şeyleri sevmem." (En'âm, 76) demiştir. Bu şeyleri sevmeyen, ne onların varlığıyla sevinir, ne de yok olmalarıyla üzülür ve ağlar. Bunların yok olmaları yüzünden üzülmek ve ağlamak da onları sevmenin ve onlarla sevinmenin yanlış olduğunu gösterir. Çünkü ancak yanlış olan işlere üzüntü duyulur ve ağlanır.
Kalıcılığı olmayan ve her an yok olabilen şeyler, uykuda görülen rüyalardan farksızdırlar. Onun için, rüyalarla kibirlenmek ne kadar abes ise, mal, evlat, mevki, makam gibi geçici şeylerle kibirlenmek de o kadar akıl dışıdır. Allah Teâlâ şöyle buyurmuştur:
"Mal ve çocuklar geçici olan dünya hayatının süsleridir. Bâki kalan sâlih ameller ise Allah katında sevap yönünden de, ümit bağlama yönünde de daha hayırlıdırlar." (Kehf, 46)
Kibrin sebebi ilim ise, bu kibirden kurtulmak iki şeyle olur:
Bu şeylerden birincisi ilmin büyük olan sorumluluğunu düşünmektir. Bazı müfessirlere göre, göklerin ve yerin almaktan korkup sakındıkları emanet ilimdir. Çünkü sorumluluk ilimle başlar ve onunla birlikte büyür. Bu sebeple, câhil olan bir kimse, bazı durumlarda bir çeşit mazeret sahibi görülse bile, âlim bu şanstan mahrumdur. Bir şeyi bilmeden yapmakla bile bile yapmak arasında çok fark vardır. Bu fark iyi işlerde âlimlere daha çok sevap kazandırırken, kötü işlerde de onlara daha fazla vebal yükler. Âlim, ilme aykırı hareket ettiği zaman hem Allah Teâlâ’nın hakkını, hem de ilmin hakkını göz ardı etmiş olur. Çünkü ilmin de hakkı vardır. Bu hak da ilme göre hareket etmektir. Allah Rasûlü (as) şöyle buyurmuştur:
"Bildiği hâlde günah işleyen bir kimse, cehenneme atılır ve orada dökülüp dağılan iç organlarının etrafında değirmen taşını çeviren eşek gibi dönüp durur. Onun korkunç hâlini gören diğer cehennem ehli, kendine, "Sen bizden farklı ne yaptın ki, azabın daha çetin olmuş?" diye sorarlar. O kişi, 'Ben bildiğim hâlde günah işledim.’ diye cevap verir." (Müttefekun aleyh) Allah Teâlâ, ilmiyle amel etmeyen bilginleri en değersiz hayvanlar olan eşek ve köpeğe benzetmiştir. İlgili âyetler şöyledir: "Onlar, kitap yüklenmiş eşekler gibidirler." (Cumua, 5), "O köpek gibidir." (A raf, 179)
Allah Teâlâ yanında bu durumlara düşmek ihtimali varken, ilimle kibirlenmek ahmaklıktan başka bir şey değildir.
İkincisi de ilimle kibirlenmenin sadece Allah Teâlâ'ya yakıştığını düşünmektir. Çünkü yegâne büyük ve mükemmel olan O'dur. O'ndan başka bütün varlıklar O'nun azameti önünde havada uçuşan toz zerreleri gibidirler. O, kendi küçüklüğünü kabul edenleri mükâfatlandırıp büyütür, kendilerini büyütenleri ise cezalandırıp daha da küçültür. Allah Rasûlü (as) şöyle buyurmuştur:
"Kim Allah Teâlâ’nın büyüklüğü önünde eğilirse Allah Teâlâ onu yükseltir ve kim kendi kendisini büyütürse Allah Teâlâ onu alçaltır." Bu da gösteriyor ki, büyümenin yolu kibirlenmek değil, kibirden vazgeçmektir. Kur’ân-ı Kerim'de şöyle buyurulmuştur:
"Size ancak az bir ilim verilmiştir." (İsrâ, 85), "Allah bilir, siz bilmezsiniz." (Bakara, 216), "Bütün bilenlerin üstünde bir bilen vardır." (Yûsuf, 76) Bu son âyetteki "bir bilen" Allah Teâlâ'dır. O hâlde, ilimdeki üstünlük ve büyüklük kimseye ait değil, Allah Teâlâ'ya aittir. Öyleyse, bunun şerefi ve kibri de O'nun hakkıdır.
Bu geçen sebeplerden dolayı, herkesten daha çok ilim ve marifet sahibi olan peygamberler, herkesten daha fazla tevazu göstermişlerdir. Onlar tevazu gösterdikçe de Allah Teâlâ onları yükseltmiştir. Öbür yandan, peygamberlerin çok aşağısında olmalarına rağmen, onları örnek alıp tevazu göstermeyenler, yukarıda zikredilen âyetlerde bildirildiği gibi, Allah Teâlâ tarafından eşek ve köpek derecelerine düşürülmüşlerdir.
Fiilî olarak kibirden kurtulmak için de, âlim olan bir kimse, câhil olana baktığı zaman, "Bu adam, Allah yanında bana göre daha mazurdur." demeli; kendisi gibi bir âlime baktığı zaman, "Bu benden daha bilgilidir." demeli; bilgisi çok değilse, "O, benden daha ihlâslıdır, ilmiyle daha çok amel eder." demeli; kendisinden yaşça büyük olana baktığı zaman, "Bu benden daha evvel Allah Teâlâ'ya itâat etmeye başlamış." demeli; kendisinden küçük olana baktığı zaman, "Bu benden daha sonra günah işlemiştir." demeli; bir kâfir veya bid'atçıya baktığı zaman da, Allah Teâlâ’nın kendisini de bunlar gibi şaşırtmadığına şükretmeli ve hak üzerinde sebat etmesi için de, "Rabbimiz! Bizi hidâyet ettikten sonra kalplerimizi saptırma ve bize kendi tarafından merhamet et. Sen merhamet edensin." (Al-i İmrân, ayetiyle duâ etmelidir.
Kâfir ve fâsıklara Allah için buğzetmek câizdir. Ancak onlara karşı kibirlenmek câiz değildir. Çünkü kibirlenmek nefsin kâfirlik ve fâsıklık hâlidir. Nefis bu duruma düşünce, onun diğer kâfir ve fâsıklardan üstünlüğü kalmaz. Kötülüğe buğz etmek Allah Teâlâ’nın bir emri ve hakkıdır. Kibirlenmek ise, nefsin kendi hevesi ve isteğidir. Bu sebeple, Allah için buğz olur, fakat Allah için kibirlenmek olmaz.
İlim, kazanılması en zor ve faydası en çok olan bir erdemdir. Onun için o azizdir ve sahibine de izzet kazandırır. Ancak ilmin izzeti (eski tabirle, izzet-i ilmiye) kibir ve tekebbürü değil, başka insanların bulaştığı basitlik ve hafifliklerden ve özellikle de günahlardan sakınmayı gerektirir. İlmin izzeti bu şekilde korunur.
Kibrin sebebi ibadet ise, evvelâ şunu bilmek lâzımdır ki, câhil bir âbid'in (çok ibadet edenin) âlimlere karşı kibirlenmesi doğru değildir. Çünkü, Allah Teâlâ yanında âlimlerin derecesi abidlerin derecesinden üstündür. Ayet-i kerimeler ve hadis-i şerifler bunu açıkça bildirmişlerdir. Ancak âlimlerin de ilmin ağır olan sorumluluğunu düşünüp kendilerini câhillerden üstün tutmamaları gerekir. "De ki: Alimlerle câhiller bir olurlar mı?" (Zümer, 9) ayet-i kerimesi aynı zamanda hem âlimlerin üstünlüğünü, hem de onların câhillerden fazla olan sorumluluğunu bildirmiştir. Bu o demektir ki, herkes kendi nefsini kusurlu ve küçük görmeli, diğerlerini kendinden daha iyi durumda kabul etmeli ve kendisi için korku, onlar için ümit duymalıdır.
Câhil bir âbidin, ibadeti daha az görülen kimselere karşı kibirlenmesi de doğru değildir. Çünkü önemli olan insanların akıbeti ve hâtimesidir. Akıbet ise meçhuldür ve kimsenin ne hâlde öleceğini önceden bilmek mümkün değildir. Bu bilgi, Allah Teâlâ'ya mahsus olan bir gaybtır. Bilinen odur ki, genel olarak iyi olanlar iyilik üzerine, kötü olanlar da kötülük üzerine ölürler. Ancak bazı kimseler önce iyi iken (öyle görünürken) sonra bozulurlar ve bozuk olarak ölürler. Bazı kimseler de önce kötü iken (öyle görünürken) sonra iyileşirler ve iyi olarak ölürler.
Allah Rasûlü (as), bu durumu şu hadis-i şerifte açıklamıştır: "Biriniz cennet ehlinin amelini işler ve cennet ile arasında bir zira (yarım metre) kadar mesafe kalınca kader onu çevirir ve o kimse ondan sonra cehennem ehlinin amelini işler ve cehenneme gider. Biriniz de cehennem ehlinin amelini işler ve cehennem ile arasında bir zira kadar mesafe kalınca kader onu çevirir ve o kimse ondan sonra cennet ehlinin amelini işler ve cennete gider." (Mansur Ali Nâsıf, et-Tâc, 1/38 Kütüb-i Erbaa'dan nakil)
Kimin akıbetinin ne olacağı bilinemeyince de, ibadet ve iyilikler yüzünden kibir ve tekebbür taşımak anlamsızdır. Buna rağmen, kibir taşımakta ısrar edenler bilmelidirler ki, kendileri Allah için değil, nefisleri için ibadet ediyorlar ve ibadetleriyle sevap ve cennet değil, nefisleri için tatmin arıyorlar. Bu kimselerin ibadetleri artık Allah yanında makbul değildir ve bu kimseler O'nun yanında ibadetsizlerden daha aşağı derecededirler. Bunlar gizli fâsıklar ve münafıklardır.
Farz-ı muhal gayb perdesi açılsa ve abid kendisini cennette, ibadetsizi de cehennemde görse, yine ibadetleriyle ona karşı kibir yapması câiz değildir. Çünkü, hidayet bulmak ve ibadetlere muvaffak olmak, âbidin kendi hüneri değil, Allah Teâlâ’nın lütuf ve merhametinin eseridir. Allah Teâlâ bir hadis-i kudside şöyle buyurmuştur:
"Ey kullarım! Ben sizi hidayet etmedikçe hepiniz dalâlettesiniz." Kur'ân-ı Kerim'de de bu mâna teyid edilmiştir. Örneğin, bir âyette şöyle buyurulmuştur:
"Allah kimi hidayet ederse o hidayet bulur. Allah kimi dalâlette bırakırsa, o da hüsranda kalır." (A'râf, 178)
Hâl bu olunca, Allah Teâlâ’nın lütuf ve rahmetini kendine mal edip ondan nefsine pay çıkarmaya kalkışmak, bu lütuf ve rahmetin selb edilmesine (geri alınmasına) sebeptir. İyi görünen bazı kimselerin sonradan bozulup yoldan çıkmaları da, bunların Allah Teâlâ’nın lütuf ve rahmetini yanlış kullanıp selb edilmelerine sebep olmalarının sonucudur.
Vehb İbni Münebbih şöyle demiştir: "İnsanı yükselten erdem, herkesi kendisinden üstün görmesidir. Doğru olan da budur. Çünkü bazı kimseler, gerçekten ondan üstündürler. Bunlara karşı yapması gereken şey, onların üstünlüğünü kabul etmek, onlara gıpta edip onlar gibi olmaya ve onlara yetişmeye çalışmaktır. Diğer bazı kimseler ise, zâhire göre ibâdette ondan üstün görünmeseler de, muhtemeldir ki, bunların gizli hâlleri, niyet ve ihlasları, ahlâk ve muameleleri onunkinden üstündürler. Gerçekten de, zahire göre ibadette kusurlu görünen çok insan vardır ki, onların gizli ve özel hâlleri, huyları ve muameleleri çoğu âbidleri aşan ölçülerdedir."
(Herkes gibi, ben de bunun örneklerine şâhid olmuşumdur. Bundan seneler önce, ibadet ve tâatı az olan bir adamla uzunca bir yolculuk yaptım. Ben hayatımda onun kadar cömert, uzun yolculukta onun kadar rahat, arkadaş canlısı ve neşeli bir insan görmedim. Halbuki, onun kardeşleri onun ibadetteki kusurundan şikâyetçiydiler. Öbür yandan, ibadet ve tâatta oldukça ileri olan bir iki adamla da başka bir yolculuk yaptım. Yolculuğun verdiği rahatsızlıkla bunlar kısa bir zaman sonra ahlâklarını bozdular, darıldılar, kızıp bağırdılar, saygısızlık ettiler ve cimrilikleri arttı. Halbuki, ibadet ve taatta kusurları yoktu.)
Ahiret işini ciddiye alan bir kimse, kendisini hep eksik, kusurlu, hazırlıksız ve ihmalkâr bulur ve bu sebeple kendi kurtuluşu için devamlı korku duyar. Yaptığı ibadetler ve ettiği hayırlar bile onun korkusunu azaltmaz. Allah Teâlâ bunlar hakkında şöyle buyurmuştur: "Onlar ibadet ve hayır yaparken de kalpleri korku içindedir." (Mu’minûn, 60)
Fâsık kimseler günah işlerken bile korkmadıkları hâlde, bunlar ibadet ederken de korkarlar. Korkmaları ise, ibadetlerinin eksik olması veya kabul edilmemesi ihtimalinden dolayıdır. Bu korkuyu taşıyan müminler, kendilerinde kibre vesile olabilecek bir üstünlük görmezler. Bunlardan bazıları, kendi ibadetlerini başkalarının günahlarından da daha tehlikeli bulurlar. Çünkü günahın bir günahı varken, ibadetlerin çok sayıda günahları bulunabilir. Kibir de bu günahlardan biridir.
Bir abid mağarada ibadet ederken, rüyada kendisine, "Falan eskiciye git, sana duâ etsin." denilmiş. Abid şehire inip eskiciye gitmiş ve ondan duâ istemiş. Söz açılmışken onun amelinin ne olduğunu da sormuş. Eskici şunu söylemiş: "Ben gündüzleri oruç tutarım. Günlük kazancımın bir kısmını çoluk çocuğuma nafaka yaparım; bir kısmını da sadaka olarak dağıtırım. Bir de, kimi görsem, ahirette onun kurtulacağını ümit eder, kendimin ise helâk olacağımdan korkarım." Onu dinleyen abid şöyle demiş: "Senin amelin de güzeldir. Ancak, beni senin duana muhtaç hâle getiren erdemin, başkaları için ümit, kendin için korku duymandır."
İbadet edenler, meleklerden ders almalıdırlar. Allah Teâlâ’nın bu masum kulları devamlı surette ibadet ettikleri hâlde, yine de korkarlar. Allah Teâlâ onlar hakkında şöyle buyurmuştur: "Onlar gece gündüz bıkıp yorulmadan Allah'ı tesbih ederler." (Enbiyâ, 20), "Onlar kendilerine emredileni yaparlar ve üstlerindeki Rablerinden korkarlar." (Nahl, 50)
Korku, ibadeti bozulmaktan koruyan ve onu tatlandıran tuzdur. İçinde korku bulunmayan ibadet, hem yavan ve tatsızdır, hem de bozulmaya mahkûmdur. Çünkü ibadette korku olmayınca, ona kibir, riya, ucub ve benzeri mikroplar karışır.
İnsanın kendisinde kibir olmadığını zannetmesi ve söylemesi onda kibir olmadığını göstermez. Kibrin olup olmadığı verilen tepkilerden ve takınılan tavır ve hareketlerden anlaşılır. Bu konuda mihenk durumunda olan bazı tepki ve tavırlar şunlardır:
1- Bir tartışma sonunda (veya her hangi bir vesile ile) inandığı ve savunduğu fikir ve görüşün yanlış olduğu ispatlı olarak ortaya çıkarıldığı zaman, eğer kişi memnuniyet duyup bunu ortaya çıkarana teşekkür eder ve hatadan dönerse, bu tepki ve tavır kendisinde kibir olmadığını gösterir. Fakat eğer bunun yapılması kendisine ağır gelir ve halkın nazarındaki itibarını korumak için tutarsız te'vil ve yorumlara başvurursa, kendisinde kibir bulunduğu anlaşılır. Allah Rasûlü (as), "Hikmet, müminin kaybolmuş malıdır. Onu arar ve bulduğu yerden alır." buyurmuştur. Ancak kibirli insan, kendi cehâlet ve dalâletini başkasındaki hikmet ve hidâyete tercih eder.
2- Emsâli ile birlikte iken onların gerisinde yürümek, onların altında oturmak, onlar konuşurken dinlemek, onlara hizmet etmek kendisine ağır gelmezse, kibirden kurtulmuş demektir. Fakat, bunları yapmak kendisine ağır gelirse, bu ağırlık kibirdendir.
3- Fakir ve düşkünlerle birlikte görünmek, onlarla oturup konuşmak ve arkadaşlık etmek ruhuna ağır gelmezse, kibirli olmadığı anlaşılır. Allah Rasûlü (as), kölelere iltifat eder, onların evlerine gider, ikramlarını kabul eder ve karşılık verirdi.
4- Ucuz ve eski elbise giymek kendisi için sorun değilse, kibirli değildir. Ebu Musa el-Eş'arî (ra), bazı kimselerin eski olan elbiselerinden utandıkları için Cuma namazına gelmediklerini duydu. Bunun üzerine, onların elbiselerinden daha eski ve daha çok yamalı bir elbise giymeye başladı.
(İslâm'a göre bir kavmin önderi, geçimini o kavmin en aşağı seviyedeki fertlerine göre ayarlar. Allah Rasûlü (as) bunu yapmış, onun dört halifesi ve diğer ashabı da aynı şeyi yapmışlardır. Fakat zaman geçtikçe bu anlayış değişmiş ve bir kavmin önderi o kavmin rüyasında bile göremediği lüks, israf ve debdebeli bir hayatı yaşamayı hak ettiğini zannetmiş ve öyle yaşar hâle gelmiştir. Bu gün de aynı yanlış ve zâlim anlayış ve buna bağlı tatbikat hâkimdir. İnsanların lider ve önder olmak için birbirinin başını yemeleri ve her türlü rezilliği yapmaları de bu aslan payını elde etmek içindir.)
5- Eşya taşımaktan çekinmezse, kibirsizdir demektir. Çünkü kibirliler bundan çekinirler. Hakkında Kuran-ı Kerim'de övgü bulunan Abdullah İbni Selâm (ra) (Ra'd, 43), çuvalı sırtına alıp götürürdü. Çocukları, "Ver, biz götürelim." dediklerinde de, "Ben, kibrimi kırmak istiyorum, bırakın." diye cevap verirdi.
Kibir de kin, hased ve riya gibi kalbin hastalıklarındandır. Kalbin hastalıkları ise, beden hastalıklarından daha zararlıdırlar. Çünkü beden hastalıkları, kısa dünya ömründe acı ve ağrı verebilirler. Kalbin hastalıkları ise uzun olan ahiret hayatında ağrı ve eleme dönüşürler. Bir kimse öldüğü zaman vücut ağrılarından kurtulur, fakat kalbinde hastalıklar varsa, bunlar işlemeye devam ederler. Hâl bu iken, beden tedavisine önem veren çoğu insanlar, kalplerinin elden gitmesine aldırış bile etmezler.
Eğer denilse ki, Allah Rasûlü (as), "Müminin kendisini alçaltması helâl değildir." buyurmuştur. Bu hadis-i şerif tevazu göstermeye karşı bir söz değil midir?
Cevaben deriz ki, tevazu göstermek kendini alçaltmak değildir. Kendini alçaltmak da tevazu değildir. Bunlar arasındaki farkı bir misâlle anlatmak gerekirse, bir insanın kendisinden her hangi bir fazilette üstün olan veya kendisiyle aynı derecede bulunan bir kimseye normal ölçüler içinde saygı gösterip hürmet etmesi tevâzudur. Fakat, bu ölçüleri kaçırması veya âlim bir insanın bir câhile ya da yaşlı bir insanın bir çocuğa eğilip bükülmesi, ayakkabısını düzeltmesi, elini öpmesi kendini alçaltmaktır.
Burada bir kere daha belirtelim ki, her işin bir orta ve normal hâli, bir de ifrat ve tefrit hâlleri vardır. Orta hâl iyi, ifrat ve tefrit hâlleri ise kötüdür. Onun için, "Her işin en hayırlısı onun orta hâlidir. Allah Teâlâ’nın hoşlandığı hâl orta hâldir." denilmiştir. Tevazu da orta hâldir. Onun ifrat hâli kendini alçaltmak, tefrit hâli ise kibirlenmektir. Bu sebeple, Allah Rasûlü (as), "Büyüklerimize saygı, küçüklerimize sevgi göstermeyen bizden değildir." hadisinde büyüklere karşı saygıyı emrederken küçüklere karşı saygı değil, sevgiyi emretmiştir.
Kendini alçaltmak tevazuda ileri gitmekle de sınırlı değildir. Yaptığı her hangi bir uygunsuz işten dolayı kişiye "alçak!" deniyorsa, o işi yapmak kendini alçaltmaktır. Hatta bu kadar kötü olmamakla birlikte, kişiye yakıştırılmayan bir işi yapmak da kendini alçaltmaktır. Örneğin, bir hocanın artist gibi giyinip kuşanması, bir yaşlının delikanlılar gibi oynayıp zıplaması da kendini alçaltmaktır ve dolayısıyla, hadd-i zatında helâl olan bu gibi şeyler de onlar için helâl değildir. Çünkü kişinin toplumda kendisine verilen vakarı koruması vaciptir.
Kibir de, diğer bütün ahlâkî zaaf ve kusurlar gibi tedavi edilebilir. Onun tedavisinin ilacı ise iki şeydir. Birincisi, yukarıda anlatıldığı gibi, onun kötü bir huy ve sıfat olduğunu düşünmek ve buna inanmak, ikincisi de kibri kıran davranışları ısrarla tekrarlayıp sürdürmektir. Çünkü huylar davranışları etkileyip kendi renklerine boyadıkları gibi, davranışlar da huyları değiştirip kendi kalıplarına uydururlar.
Ucb'un Kötülüğü
Bil ki, kibir ve ucub birbirini doğuran ve birlikte bulunan hâller olmakla birlikte, esas olarak kibir insanın kendi nefsini, ucub ise kendi ilmini, fikrini, amelini büyük görmesidir. Kibir gibi ucub da kötü bir hâl, huy ve sıfattır. (Hâl kalpten gelip geçen şeydir. Huy kalpte durup sabitleşen şeydir. Sıfat, belirginleşen huydur.) Allah Rasûlü (as) şunları söylemiştir:
"Üç şey helâk edicidir. Bunlar cimrilik, heves düşkünlüğü ve ucubtur." (Geçti), "İnsanlarda üç şey gördüğün zaman onlardan ümidini kes. Bu şeyler cimrilik, heves düşkünlüğü ve kendi fikrine acep kalmak (onu çok beğenmek, ucub yapmak) tır." (Ebu Dâvûd, Tirmizî), "Başka hiçbir günah işlemeseniz bile, ucub yaparsanız, bu sizin için yeterli günahtır." (Bezzâr, İbnu Hibban)
Ucub riya yapmaya da yol açar. Çünkü amelini beğenen bir kimse, onu başkalarına da gösterip onların hayranlığını kazanmak ister. Onun için amelini kusurlu bulmak lâzımdır. Bu Ucubtan kurtulmayı sağladığı gibi, gerçeği de ifade eder. Çünkü Allah Teâlâ’nın büyüklüğüne yakışır mükemmellikte amel yapmak imkânsızdır. Allah Rasûlü’ne nisbet edilen bir sözde bu gerçek şöyle dile getirilmiştir:
"Ey tanınan Rab! Seni gerektiği kadar tanıyamadık. Ey ibadet edilen Rab! Sana gerektiği kadar ibadet edemedik. Ey şükredilen Rab! Sana gerektiği kadar şükredemedik." Bu sebeple, her amelden sonra onun yetersizliğinden dolayı Allah Teâlâ'dan af dilemek ve istiğfar etmek müstehab görülmüştür.
Bişr İbni Mansur, görüldükleri zaman Allah’ın ve ahiretin hatırlandığı sâlih kimselerdendi. Bu zat özellikle çok namaz kılardı. O şunu söylemiştir: "İbadetlerini beğenme. Çünkü İblis de bir zaman çok ibadet ederdi. Fakat o ibadetini beğendi, ucub ve kibre girdi. Bu sebeple helâk oldu."
Kişi yaptığı işi çok ve büyük görünce minnet etmeye de kalkar. Minnet etmek ise ameli bozar. Allah Teâlâ şöyle buyurmuştur:
"Yaptın işi çok görüp minnet etme." (Muddessir, 6), "Sadakalarınızı minnet ve eziyet etmek suretiyle bozmayın." (Bakara, 264) Bazı kimseler, müslüman oluşlarını büyük bir hâdise gibi takdim edince, Allah Teâlâ Peygamberimize şu âyeti indirmiştir:
"Onlara de ki, müslüman oluşlarınızı minnet eder gibi söyleyip durmayın. Siz gerçekten iman etmiş iseniz, sizin kimse üzerinde değil, Allah'ın üzerinizde minneti vardır." (Hucurât, 17)
Ucb'un Âfetleri
Ucb'un âfetleri çoktur. Bazıları şunlardır:
1- Kibre kapılmak. Ucub kibir oluşturur. Çünkü ilmini, amelini ve yaptığı işi büyük gören bir kimse, kendi kendisini de büyük görmeye başlar.
2- Minnet etmek. Yaptığı işin büyük olduğunu düşünen bir kimse, bu işi Allah için yapmışsa Allah'a, insanlar için yapmışsa insanlara minnet eder.
3- Günahları küçümsemek. İbâdet ve tâatlarını gözünde büyüten bir kimse, bunların yanında günahlarının bir ağırlığı olmadığını düşünür ve artık ne onları terk eder, ne de onlardan dolayı ciddî bir şekilde istiğfarda bulunur. Bu düşünce iki sebeple yanlıştır. Birincisi, her zaman ibadetin günahtan büyük olmamasıdır. Onun için, bazen ibadet günaha kefaret olur, bazen de günah ibadeti yakar. İkincisi de, günahların yazıldığı kesin olduğu hâlde, ibadetin kabul edilip edilmediğinin kesin olmamasıdır. Çünkü ibâdet ve hayırların kabul edilmesi şartlarının yerine getirilmesine bağlıdır. Bu şartlardan birisi de, ucba kapılıp onları büyük görmemektir. Allah Teâlâ, şartları yerine getirilmediği için amelleri reddedilen kimseler hakkında şöyle buyurmuştur:
"Bunlar iyi şeyler yaptıklarını zannettikleri hâlde, dünyadaki çalışmaları boşa gitmiştir. Kıyâmet gününde en büyük dehşet ve hüsrana uğrayanlar bunlardır." (Kehf, 103, 104), "Amelleri çöldeki serap gibidir. Susuz olan kimse serabı su zanneder. Fakat, yanına gelince, orada bir şey bulamaz. (Bunlar da amellerini makbul zannederler, fakat ölüp hesap yerine gidince, amellerinin reddedilmiş olduğunu anlarlar.) Onlar orada karşılarında Allah'ı bulurlar ve Allah onların hesaplarını görür. O, çabuk hesap görendir." (Nûr, 39)
4- Kendisini Allah Teâlâ’nın azabından emin hissetmek. Bu ise, en büyük günah ve hatta küfürdür. Kur'ân-ı Kerim'de şöyle buyurulmuştur: "Onlar kendilerini Allah’ın azabından emin mi hissediyorlar?! Allah’ın azabından ancak hüsrana uğrayacak (ve azaba çarpılacak) olanlar emin olurlar." (A'râf, 99) Allah’ın azabından emin olmak doğru olsaydı, öncelikle melekler ve peygamberler emin olurlardı. Çünkü melekler hiç günah işlememişler, peygamberler de bütün ümmetlerinin sevapları kadar sevaba sahiptirler. Fakat buna rağmen, Allah Teâlâ'dan en çok bunlar korkmuşlardır. Allah Teâlâ'dan korkmak vaciptir. Kur'ân-ı Kerim'de şöyle buyurulmuştur:
"Eğer mümin iseniz, insanlardan değil, Allah'tan korkmanız daha da gereklidir." (Tevbe, 13), "İnsanlardan korkmayın, benden korkun." (Mâide, 44), "Ey akıl sahipleri; benden korkun!" (Bakara, 197), "Yalnız benden korkun!" (Bakara, 40)
Ancak Allah korkusu ümitsiz bir korku değildir; onun içinde ümit de vardır. Bu yüzden, Kur'ân-ı Kerim'de gerçek müminler şöyle tarif edilmişlerdir:
"Allah'ın âyetleri kendilerine okunduğu zaman teslimiyet gösterirler, Rablerine secde eder, tesbih eder, hamd ederler, O'nun âyetlerine ve ibadetine karşı kibirlenmezler. (Geceleri de) vücutları yataktan uzak olur, korku ve ümit içinde duâ ve ibâdet ederler ve kendilerine verdiğimiz rızktan infak ederler (hayır yaparlar). Hiç kimse, amellerinden dolayı bunlara hazırlanan göz aydınlatıcı mükâfatın büyüklüğünü tahmin edemez." (Secde, 15,16)
5- Ucub sahibi olan kimse, Allah Teâlâ’nın kendisi hakkındaki tevfik ve inayetini kendi şahsî hüneri zanneder ve bu sebeple, O'na hamd ve şükretmek yerine, kendi kendisini övmeye ve göstermeye çalışır. Bir misâl vermek gerekirse, Allah Teâlâ imtihan için Karun'a çok miktarda mal vermişti. Kendisi ise bu olayı şöyle değerlendirmiştir: "Bu mal benim ilim ve hünerimin sonucudur." (Kasas, 78) Fakat, onun bu nankörlük, kibir ve ucbu üzerine Allah Teâlâ kendisini malıyla birlikte yerin dibine geçirdiği zaman, onun ilim ve hüneri ortalıkta görünmemiş ve onu kurtarmamıştır. (Kasas, 81)
6- İlim ve fikrine acep kalan insan, ilminin eksikliğini ve fikrinin yanlışlığını kabul etmez. Bu yüzden de ne kimseden yararlanmaya çalışır, ne de eleştirilere tahammül eder. Bu sebeple de, câhillerden daha çok hatalara düşer ve yanlışlar yapar. Aynı sebepten dolayı bid'atlara kayan ve küfre girenler de çoktur. Kur'ân-ı Kerim'de, "Allah onları ilimlerine rağmen dalâlete sokar." (Câsiye, 23) buyurulmuştur. Halbuki, insan âlim ve abid de olsa kendi nefsini ithâm eder, kendi fikrine güvenmez, Kur' ân’ın nuruyla nurlanmaya çalışır, din âlimlerinden istifâde eder, aralıksız ilim tahsiline devam eder ve bilmediklerini basiret ehline sorarsa doğruyu bulur ve dalâlete düşmekten korunur.
7- Ucub sahibi, yaptığı amel ve hayırları yeterli bulup gevşemeye başlar. Bu da yanlıştır. Çünkü, evvelâ yaptığı amelin kabul edildiğini bilemez. İkinci olarak, amelinin günahlarından fazla olduğunu kestiremez. Allah Rasûlü (as) bir hadiste şöyle buyurmuştur:
"Siz müflisin kim olduğunu bilir misiniz? Müflis o adamdır ki, kıyâmet gününe dağlar gibi amellerle gelir. Fakat o, aynı zamanda şuna sövmüş, bunu doğmuş, şunun gıybetini yapmış, bunun kalbini kırmış, onun malını yemiştir. Bu sebeple, onun amelleri zulüm ve haksızlık yaptığı bu kimselere dağıtılır ve kendisi sevapsız kalınca da cehenneme atılır."
Kaldı ki, amelleri makbul ve sevapları mahfuz da olsa, insan son nefesine kadar Allah Teâlâ'ya kulluk etmek ve O'nun rızasına daha çok yaklaşmaya çalışmakla emrolunmuştur. Kur'ân-ı Kerim'de şöyle buyurulmuştur: "Ölünceye kadar Rabbine kulluk et." (Hicr, 99), "Rabbinizin mağfiretine ve cennete ulaşıncaya kadar ibadet ve hayırlarda birbirinizle yarışın." (Hadid, 21) Allah Rasûlü (as) da şöyle buyurmuştur: "Mümin cennete girinceye kadar hayır yapmaya doymaz ve hayır için çalışmaktan yorulmaz."
7- Ucub sahibi kimse, Allah Teâlâ’nın yanında yeri ve değeri bulunduğuna inandığı için, duaları kabul edilmediği ve istedikleri verilmediği zaman içinden Allah Teâlâ'ya kızar. Allah Teâlâ'ya kızmak ise küfürdür. Kur’ân-ı Kerim'de şöyle buyurulmuştur:
"Onlara de ki, kızgınlığınızla ölün. Allah kalplerinizde olanı bilir." (Al-i İmrân, 119), "Kim Allah’ın kendisine dünya ve ahirette (hakkı olduğu hâlde) yardım etmeyeceğini düşünürse, O'ndan ümidini kessin, kızgınlık ve kahır yüzünden tavana bir ip bağlayıp kendisini öldürsün. Ondan sonra, görsün bu çare de kendisi için çözüm olmuş mudur?" (Hac, 15)
Bu kimseler, bazen de Allah Teâlâ'ya karşı nazlanırlar. Kızmak, imanı zayıf olanlar arasında revaçta iken, nazlanmak da şair sufiler arasında yaygındır. Fakat bu iki hâl de Allah Teâlâ'ya karşı haddini bilmezlik ve su-i edeptir.
Ucup'tan Kurtulmanın Çaresi
Bil ki, hep söyleye geldiğimiz gibi, her hangi bir hastalığın ilâcı, onu oluşturan sebebin tersi ve zıddı olan şeyi yapmak ve bu suretle sebebi etkisiz kılmaktır. Ucub hastalığı da amelini veya kendisine ait her hangi bir şeyi önemli görmekten ileri geldiğine göre, bu hastalıktan kurtulmanın çaresi de bu şeyleri kendisine olan nisbeti ve ilişkisi yönünden önemsiz görmektir. İşin aslı ve gerçeği de zaten budur. Çünkü, amelin ve diğer nimetlerin husulünde etkili olan şey, Allah Teâlâ'nın tevfik ve inayetidir. Kulun bunlardaki kesb ve ihtiyârî ise çok cüz'üdür. Allah Teâlâ, buna işaret ederek şöyle buyurmuştur:
"Allah’ın üzerinizdeki fazl ve rahmeti olmasaydı, çok az bir şey dışında hep şeytana uyardınız." (Nisa, 83) Bu az şey, kulun kesb ve ihtiyarını karşılayan kısımdır. Fakat çoğu durumlarda bu kadarlık kesb ve ihtiyar da yoktur. Bundan dolayı, Allah Teâlâ diğer bir âyette de şöyle buyurmuştur:
"Allah’ın üzerinizdeki fazıl ve rahmeti olmasaydı, hiç biriniz temiz çıkmazdı." (Nur, 21) Rivayet edildiğine göre, Eyyûb (as), "Allah'ım! Beni bu hastalığa mahkûm ettin. Halbuki, ben her zaman senin emrini nefsimin arzusuna tercih ettim." diye yalvarmış. Bulutlardan gelen bir ses ona, "Ey Eyyûb! Bu tercih senden mi?!" diye sormuş, Eyyûb (as), hatasını anlayarak başına kül dökmüş ve, "Ey Rab! O da senden, o da senden." diye karşılık vermiştir.
Fiil gibi, tercihin de Allah Teâlâ'ya ait olduğunu bilmek, ucbun yersiz ve haksız olduğunu ortaya çıkarır.
(Ucub ve hayranlık Allah Teâlâ'nın kudreti, rahmeti, fazl ve keremi için duyulmalıdır. Çünkü bütün güzelliklerin, mükemmelliklerin ve nimetlerin kaynağı bunlardır. Ortada görünen sebep ve vasıtalar ise, bunları kâfir ve gâfillerin gözlerinden saklamak içindir. Bir âlimin dediği gibi, Allah Teâlâ'nın izzeti nâ-ehillere görünmemek için perde ister, O'nun birlik ve azameti ise, perdelerin etkisiz olmasını gerektirir.)
Suâl: İlim ve fazilet sahibi kimseler genellikle fakirlik ve hastalık gibi illetlerle müptelâdırlar. Fâsıklar ve faziletsiz kimseler ise, bir müddet rahat yaşarlar. Bunun hikmeti nedir?
Cevâp: Bunun hikmeti Allah Teâlâ'nın adaletidir. Çünkü Allah Teâlâ, bazı kullarına ilim ve fazilet gibi büyük değerleri verince, bunlardan mahrum bıraktığı diğer kullarına da dünya rahatlığını vermiştir. Eğer O, dünya rahatlığını ve rızk bolluğunu da öncekilere verseydi, diğerlerini tamamen mahrum bırakması lâzımdı. Halbuki Allah Teâlâ, yarattığı her hangi bir mahluku hem dünyada ve hem de ahirette rahmetinden mahrum bırakmaz. Çünkü O'nun rahmeti sınırsız bir şekilde geniştir. Bu sebeple, O dünyada kâfir, fâsık ve zındıklara da bolca merhamet eder. Fakat bunlar için ahirette rahmet ve merhamet yoktur. Hz. Ali’ye, "Niçin faziletli kimselerin rızkı dardır?" diye sormuşlar, kendisi şu cevabı vermiştir: "Fazilet de rızktır." Bu o demektir ki, faziletli kimselerin rızkı fazilet olarak verilmiş, diğerlerinin rızkı ise mal ve dünya nimetleri şeklinde verilmiştir. Fakat bâki olan faziletlerdir.
Allah Teâlâ, "Akıbet ve güzel sonuç takvaya aittir." (Tâhâ,132) "Akıbet ve güzel sonuç muttakilerindir." (A'râf, 128) buyurmuştur. Bu derinlik ve inceliği anlamayan bir şâir, ilâhî takdiri suçlar gibi şöyle demiştir:
Nice âlim kişiler fakr-u zaruret içinde şaşkın
Nice câhil kişiler nimetler içinde mutlu
Bu durum, akılları hayrette bırakmış
Çok büyük âlimleri gizli inkâra itmiş