Günah Çeşitleri
Allah Hakkı ve Kul Hakkıyla İlgili Günahlar.
Küçük ve Büyük Günahlar.
Ahiretteki Derece ve Derekeler Dünyada Kazanılan Sevap ve Günahlara Göredir.
Küçük Günahları Büyüten Faktörler
Günah Çeşitleri
Bil ki günah, Allah Teâlâ'nın emirlerine muhalefet etmektir. Bu muhalefet de, bazen fiil, bazen de terk şeklinde olur. Günahların bir kısmı da insanların sıfatlarından ileri gelir. Bu sıfatlar ise dört çeşittir. Bunlar melekî (meleklerde de bulunan) sıfatlar, şeytanî (şeytanlarda da bulunan) sıfatlar, hayvanî (hayvanlarda da bulunan) sıfatlar ve yırtıcı sıfatlardır. Melekî sıfatlar edep, hayâ, merhamet, adâlet, itâat, doğruluk, nezafet, dürüstlük, yapıcılık gibi sıfatlardır. Bu sıfatlar, insanların iyi taraflarıdır. Şeytanî sıfatlar kibir, inat, ucub, hased, hile, yıkıcılık, kötülükten hoşlanmak, isyan, nifak (iki yüzlülük) gibi sıfatlardır. Bu sıfatlar helâk edici olan büyük günahlardandır. Fakat gözle görülmedikleri için, çoğu insanlar bunları günah saymazlar, hatta varlıklarının farkına bile varmazlar. Hayvanî sıfatlar yeme içme düşkünlüğü, oburluk, doymazlık, harislik, bencillik, cinsî arzu ve mal sevgisidir. Bu sıfatlardan haram yemek, mal yığmak, zina etmek gibi günahlar doğar. Yırtıcı sıfatlar ise kızmak, kin tutmak, düşmanlık etmek, saldırmak gibi sıfatlardır. Bu sıfatlar da kavga, zulüm, katil, haddi tecâvüz gibi günahlara yol açarlar.
Melekî sıfatların dışındaki sıfatların sebep oldukları günahların bir kısmı kalpte cereyan ederken, bir kısmı da değişik uzuvlar üzerinde meydana gelirler. Kalpte cereyan eden günahlar devamlı işlerler. Uzuvlar üzerinde meydana gelen günahlar ise, fiil hâline geldikleri zaman günah oluştururlar. Küfür, nifak, bid'at, su-i zan, insanların kötülüğünü istemek kalpte cereyan eden ve süreklilik arz eden günahlardandır.
Allah Hakkı ve Kul Hakkıyla İlgili Günahlar
Günahların bir kısmı, kul ile Allah arasında kalır ve yalnızca Allah’ın hakkına taalluk ederler. Bu çeşit günahlar, Allah Teâlâ’nın emrini dinlememek ve O'nun hatırını saymamaktan ibarettir. Diğer bir kısmı ise, aynı zamanda kul hakkına da taalluk eder. Bu çeşit günahlarda hem Allah Teâlâ'nın emrini dinlememek, hem de insanların haklarını çiğnemek söz konusudur. Namaz kılmamak, oruç tutmamak gibi günahlar birinci kısımdandır. Çünkü namaz kılıp kılmamak ve oruç tutup tutmamak insanlarla ilgili işler değildir. Bunlar yalnızca Allah Teâlâ'ya itâat etmek veya etmemek olaylarıdır. Saptırmak, çalmak, dövmek, sövmek gibi günahlar ise ikinci kısımdandır. Çünkü bunlarda hem Allah Teâlâ'nın emirlerini çiğnemek, hem de insanlara zarar vermek söz konusudur. Dinsizliğe davet etmek, bid'atı yaymak, günahlara teşvik etmek, halka aşırı ümit vererek kalplerindeki Allah korkusunu gidermek saptırmanın örneklerindendir.
En büyük günah küfür ve şirktir. Bu günah Allah Teâlâ'nın hakkına taalluk eder. Bunun dışında, kul hakkına taalluk eden günahlar, yalnızca Allah Teâlâ'nın hakkına taalluk eden günahlardan daha büyüktür. Çünkü Allah Teâlâ, isterse kendi hakkını affeder. Fakat kul hakkını, kulun kendisi affetmedikçe, O da affetmez. Kul hakkının daha büyük olması bu anlamdadır. Buna kul hakkının daha ağır olması veya affedilmezliği de denebilir. Bir hadiste şöyle buyurulmuştur: "Kul için üç günah defteri tutulur. Birinci defterdeki günahlar affedilmez. Bu günahlar küfür ve şirk günahlarıdır. İkinci defterdeki günahlar affedilebilirler. Bu günahlar, küfür ve şirk dışında Allah Teâlâ'nın hakkına karşı işlenmiş günahlardır. Üçüncü defterdeki günahlar ise karşılıksız bırakılmaz. Bunlar, kul haklarına karşı işlenmiş günahlardır." (Ahmed, Hâkim. Not: Kul hakları mutlaka ödenir. Onları ya bu hakları çiğneyenlerin kendileri öderler, ya da Allah Teâlâ onların yerine öder. Çünkü Allah Teâlâ, razı olduğu ve cehennemde yanmasını istemediği kullarının üzerindeki hakları kendi tarafından öder. Kul hakları iki durumda da ödenmiş olur.) Allah Teâlâ, kendi haklarıyla ilgili olarak şöyle buyurmuştur: "Allah, kendisine ortak tanınmasını affetmez. Bunun dışındaki günahları istediği kimseler için affeder. Kim, Allah'a şirk koşarsa o telâfisiz bir dalâlete düşmüş olur." (Nisa, 116)
Küçük ve Büyük Günahlar
Allah Teâlâ'ya karşı her türlü itaatsızlık hadd-i zatında büyük olmakla birlikte, birbirlerine karşı nisbetleri itibarıyla günahlar küçük ve büyük diye iki kısma ayrılır. Büyük günahların affedilmesi için, bazı âlimlere göre tevbe ve istiğfar etmek gereklidir. Küçük günahlar ise, tevbe ve istiğfar edilmeden de affedilebilirler. Allah Teâlâ şöyle buyurmuştur:
"Nehyedildiğiniz büyük günahlardan sakınırsanız, küçük günahlarınızı affeder ve sizi güzel bir yere yerleştiririz." (Nisa, 31) O, bir âyette de, iyi olmakla vasıflandırdığı ve cennetle müjdelendirdiği kimseleri şöyle tarif etmiştir: "Bunlar, ufak tefek kusurlar dışında büyük günahlardan ve çirkin işlerden sakınırlar." (Necm, 32)
Allah Rasûlü (sa) da şöyle demiştir: "Günlük beş vakit namazları ve Cuma namazı küçük günahlara Kefaret olur." (Müslim)
Büyük günahların hangileri olduğu hakkında değişik görüşler ileri sürülmüştür. Bazı âlimlere göre bunlar, had gerektiren ve cezasının cehennem olduğu bildirilen günahlardır. Bazılarına göre ise, bunlar genel günahlar içinde gizli tutulmuşlardır. Gizli tutulmalarının hikmeti de, bütün günahların büyük zannedilip hepsinden sakınılmasını temin etmektir.
Ebu Tâlib el-Mekkî, büyük günahlardan on yedi tanesini isimlendirmiştir. Bu on yedi büyük günahtan dördünün yeri kalptir. Bunlar, Allah Teâlâ'yı inkâr etmek veya O'na ortak tanımak, işlediği günahtan pişman olmamak, Allah Teâlâ’nın rahmetinden ümit kesmek ve O'nun azabından kendini emniyette görmektir. Onlardan dördünün yeri dildir. Bunlar yalan şâhidlik etmek, namuslu kadına zina isnâd etmek, yalan yere yemin etmek ve sihir yapmaktır. Onlardan üçünün yeri midedir. Bunlar; içki içmek, uyuşturucu almak, yetim malı ve faiz yemektir. Onlardan ikisi şehvetle ilgilidir. Bunlar; zina ve livata etmektir. İkisi elle ilgilidir. Bunlar; cana kıymak ve hırsızlık yapmaktır. Birisi ayaklarla ilgilidir. Bu, arkadaşlarını cephede bırakıp savaştan kaçmaktır. Bir diğeri de anne ve babaya haksızlık ve saygısızlık etmektir.
Küçük günahlar da devamlı işlendikleri takdirde büyük günahlar hâline gelir. Bir sözde şöyle denilmiştir:
"Israrlı olunması hâlinde küçük günah yoktur. İstiğfar edilmesi hâlinde de büyük günah yoktur."
Ebu Said el-Hudrî (ra) şöyle demiştir:
"Siz şimdi bazı günahları kıl gibi ince görüyorsunuz. Halbuki, biz Allah Rasûlü (sa) hayatta iken onları büyük günahlardan (diğer bir rivayette, münafıklık alâmetlerinden) sayıyorduk."
Büyük ve küçük deyimleri izafî ve nisbî (göreli, göreceli) kelimelerdir. Bu sebeple, bir günah onun altındaki bir günaha göre büyük, üstündeki bir günaha göre küçüktür. Örneğin, bir müslümanın elini kesmek onu dövmeye göre büyük, onu öldürmeye göre küçüktür. Bu duruma göre, bir kimse bir kimseyi öldürme derecesine geldiği zaman, Allah Teâlâ'nın azabından korkup onu öldürmekten vazgeçer ve elini kesmekle yetinirse küçük bir günah işlemiş olur. Fakat, yalnızca onu dövmekle yetinebildiği hâlde elini keserse büyük bir günah işlemiş olur.
Küfür bütün günahların en büyüğüdür. Çünkü küfür, insanların yaratılış gayesini örtmek ve inkâr etmektir. Yaratılışın gayesi ise, Yaratıcıyı tanımak ve O'na kulluk etmektir.
"Ben cinleri ve insanları bana kulluk etsinler diye yarattım." (Zâriyât, 56) ayeti bunu açıkça ifade etmiştir. Küfür ve mürtedlik, yaratılış ve hayatı gayesiz ve anlamsız hâle getirdikleri için, ona karşı saygıyı da ortadan kaldırırlar. Bu sebeple, kâfir ve mürted, çekinmeden cana kıyarlar. Şeriat da belli kurallar dahilinde onları öldürür. Küfür en büyük günah olduğu için, küfre davet etmek, dine düşmanlık etmek ve cephe almak da en büyük günahlardandır. Bunun yanında, dine bid'at sokmak ve onun asıl yapısını bozmak da büyük günahlardır. Büyüklükte bunları takip eden günahlar cana karşı işlenen cinayet ve suçlardır. Bunların arkasından haysiyete dokunan suçlar gelir. Bunların da arkasında mal ve menfaate verilen zararlar yer alır.
Ancak bu tasnif ve sıralamaya rağmen, küçük ve büyük günahları tek tek birbirinden ayırmak ve yerlerini belirlemek zordur. Bu zorluk dinde bir sıkıntı oluşturmaz. Çünkü günahların hangi türden olduklarının tesbiti, ibadet ve sâlih amellerle af edilip edilmemeleri için gereklidir. Af ise Allah Teâlâ'ya aittir. Bu sebeple, bir günahın küçük veya büyük olduğunu O'nun bilmesi yeterlidir. Dünya hayatına taalluku bulunan büyük günahlar ise, had gerektirmeleriyle bilinirler.
Denilebilir ki, şâhidlik büyük günahlar yüzünden reddedilir. Yani, bir kimse büyük bir günah işlemişse, onun şahidliği kabul edilmez. Hâl bu olunca, büyük günahların bilinmesinde kazaî zorunluluk vardır. Bu doğrudur. Ancak şâhidlik, sadece büyük günahlar yüzünden değil, aynı zamanda, sakınılması zor olmayan ve yaygın bulunmayan küçük günahlar yüzünden de reddedilir. Büyük günahlar da sakınılması zor olmayan ve yaygın bulunmayan günahlardandır.
Ahiretteki Derece ve Derekeler Dünyada Kazanılan Sevap ve Günahlara Göredir
Bil ki, dünya mülk ve şehâdet aleminden, Ahiret ise gayb ve melekût âlemindendir. Dünya göz önündedir, görülen şeyler de onun gerçekleridir. Ahiret ise göz önünde değildir. Bu sebeple, onun hakkındaki bilgimiz, onu dünyaya kıyaslamaktan ibarettir. Fakat ahiretin gerçekleri dünyadaki şeylerin aynısı değil, bir parça benzerleridir. Allah Teâlâ, "Orada (cennette) onlara dünyadaki nimetlerin benzerleri verilir." (Bakara, 25) buyurmuştur.
Dünya uyku hâli, ahiret ise uyanıklık hâlidir. Hz. Ali (ra) şöyle demiştir: "İnsanlar uykudadırlar, ölünce uyanırlar." Durum bu olunca, dünya gerçekleri uyku hâlinde misâller ve sembollerle gösterildiği gibi, ahiret gerçekleri de dünyada bu şekilde (misâller ve sembollerle) bildirilmiştir. Onun için, meselâ, Allah Rasûlü (sa), ahirette ölümün yok edilmesini bir koçun kesilmesine benzetmiş ve şöyle buyurmuştur: "Kıyâmet gününde ölüm, alımlı bir koç şeklinde meydana getirilir ve mahşer ehlinin gözleri önünde kesilir." (Müttefekun aleyh) Bu hadis, ahirette ölümün yok edilmesi hâdisesini bildiğimiz bir misâl ile anlatmıştır. Bu olayın ahiretteki hakikati ise bilgimizin dışındadır. Bunun gibi, bazı Kur'ân surelerinin bulut şeklinde, bazılarının kuşlar suretine gelip okuyucularına şefaat edecekleri bildirilmiştir. Sûrelerin bulut veya kuş şeklinde gelmesi ifadeleri de birer temsil ve teşbihtir.
İnsanlar, dünyada oldukları gibi, ahirette de çok farklı konumlarda olacaklardır. Ancak, onları kategori hâlinde dört kısma ayırmak mümkündür. Bu kısımlar helâk olanlar, azap edilenler, kurtulanlar ve kazananlardır. Çünkü âdil ve hakîm bir sultan bir ülkeyi fethettiği zaman, daha önce kendisine gösterdikleri tutuma göre o ülkedeki insanların bir kısmını öldürüp helâk eder. Bir kısmını bir müddet hapsedip onlara sıkıntı verir. Bir kısmını serbest bırakır. Bir kısmını da taltif edip mükâfatlandırır. Allah Teâlâ da ahiret ülkesinin sultanıdır. Orada artık dünyada sultan geçinenler yoktur. Mahşer kurulduğu zaman, Allah Teâlâ toplanmış insanlar kalabalığına, "Bugün sultanlık kimindir?" diye sorar. Hiç kimse korkudan cevap veremeyince, yine kendisi, "O, bir olan ve hepinizi dize getiren Allah'ındır." diye cevap verir. (Gafir, 16) Bu güçlü ve yüce sultan, âdil ve hakîm olduğu için, o gün ne zulmeder, ne de anlamsız ve yanlış bir iş yapar. Kur’ân-ı Kerim'in ifâdesiyle, "Rabbin kimseye zulmetmez." (Kehf, 49), "Rabbin kullarına zulmedici değildir." (Al-i İmrân, 182; Enfâl, 51; Hac, 10; Fussilet, 49; Kaf, 29), "Allah insanlara hiçbir surette zulmetmez. İnsanlar kendi kendilerine zulmederler." (Yûnus, 44), "Allah zerre miktarı zulmetmez." (Nisa, 40)
Allah Teâlâ’nın güzel isimlerinden birisi de "Hakîm" ismidir. Bu isim de Kur’ân-ı Kerim'de her münasebetle tekrarlanmıştır. Bu âdil sultan, ahiret ülkesinde insanlara dünyada O'na karşı gösterdikleri tutuma göre farklı muamele eder. Bu farklı muamele yüzünden ebediyyen helâk olanlar Allah ve Rasûlü’ne iman etmeyen inkarcılardır. İnkârcılar, dünyada iken Allah Teâlâ'dan lütuf ve merhamet beklemezler. Bu sebeple, O da bunları lütuf ve merhametinden mahrum eder ve onları lütuf ve merhametin bulunmadığı cehenneme atar. Bunlar, Allah Teâlâ’nın zâtını görmek nimetinden de mahrum edilirler. Bunu bildiren âyetlerden birisi şöyledir:
"Hayır! Onlar o gün Rablerini görmekten menedilirler." (Mutaffifîn, 15) Allah Teâlâ’nın zâtını görmek ise cennetten daha büyük bir saadet ve mutluluktur. Bu yüzden arifler, "Biz cenneti kaybetmekten değil, Rabbimizi görme saadetini kaybetmekten korkarız." demişlerdir. Abidler cenneti kazanmak için, arifler ise Allah Teâlâ’nın zâtını görmek için O'na ibadet ederler. Her iki taifenin de ibadeti makbuldür, ancak ariflerin ibadeti çok daha üstündür. Şakiler ise, ne cennete gitmek, ne de Allah Teâlâ'yı görmek için ibadet ederler. Onlar insan suretindeki hayvanlardır. Bu yüzden, diğer hayvanlar gibi, onlar da gözleri önünde hazır olan dünyanın ötesinde ne bir şey bilirler, ne de bir şeye inanırlar.
Ahirette bir müddet azap çekenler, prensip olarak iman eden ve fakat imanın gereğini yerine getirmeyen müminlerdir. İmanın gereği ise, Allah Teâlâ'ya kulluk ve itâat etmektir. Bunu bildiren âyetlerden birisi şöyledir:
"İnsanlara, hâlis bir şekilde Allah'a itâat ve kulluk etmeleri emredilmiştir." (Beyyine, 5) Azabın şiddeti ve müddeti ise iki şeye göre değişir. Bunlardan birincisi imanın kuvvetli veya zayıf oluşu, ikincisi de nefse uymanın azlığı veya çokluğudur. Nefse uymanın üç şekli vardır:
Birincisi, bunun Allah Teâlâ'ya itaatten daha fazla olmasıdır. Bu durumda iman ortadan kalkar. Çünkü nefse bu şekilde uymak onu ilâhlaştırmaktır. Onun için Allah Teâlâ şöyle buyurmuştur:
"Nefislerini ilâhlaştıran şu insanları görmüyor musun?" (Furkan, 43; Kasas, 50; Câsiye, 23), "Onlar nefislerine uyarlar." (Muhammed, 14)
Nefse uymanın ikinci şekli, ona Allah'a itâat derecesinde uymaktır. Bu durum şirk oluşturur. Çünkü nefis itâat edilmek hususunda Allah Teâlâ'ya eşit tutulmuştur.
Üçüncüsü ise, nefse uymanın Allah Teâlâ'ya itaatin altında kalması ve ondan daha az ve seyrek olmasıdır. Bu durumda, günahlar affedilmese de, kişinin azabı birinci ve ikinci şekillerdeki azabından daha az şiddetli ve daha az müddetlidir. Allah Teâlâ şöyle buyurmuştur:
"Hepiniz (bütün günahkârlar) cehenneme varacaksınız. Sonra biz küfür ve şirkten sakınanları oradan çıkarırız. Küfür ve şirkle kendilerine kötülük edenleri ise orada diz üstünde bırakırız." (Meryem. Not: Bazı müfessirlere göre, bu âyet sırat köprüsü üzerindeki geçişi anlatmaktadır.) Küfür ve şirkin azabı ebedidir; günahların azabı ise, günahın mahiyetine ve çeşidine göre bir lahza ile yedi bin sene arasında değişir. Azabın şiddeti de süresiyle doğru orantılıdır.
Allah Teâlâ, kıyâmet gününde şöyle buyurur: "Bugün herkese yaptığının karşılığı verilecektir. Bugün zulüm ve haksızlık yoktur. Allah, hesapları çabuk görendir." (Mü’min, 17)
O gün, iki şeyle günahların azabı hafifletilir, azaltılır veya tümüyle ortadan kaldırılır.
Bunlardan birincisi Allah Teâlâ’nın af ve merhametidir. Çünkü Allah Teâlâ, bazı kullarını kendi merhametiyle affeder. Onun bu affı da iki şekilde gerçekleştirilir. Bunlar, doğrudan doğruya bağışlamak veya peygamberimize ve diğer sâlih kullara şefaat ettirmektir.
İkinci şey ise, kişinin iman ve sâlih amelleridir. Kur’ân-ı Kerim'de şöyle buyurulmuştur:
"Allah zerre kadar zulmetmez. Kulun bir iyiliği olursa onu kat kat arttırır, kendi katından da büyük bir sevap verir." (Nisa, 40), "Kim bir iyilik getirirse, ona bunun on misli vardır. Kim bir kötülük getirirse, ancak bunun bir misliyle cezalandırılır." (En'âm, 160), "Allah yolunda infakta bulunan kimselerin ameli tıpkı toprağa ekilen buğday tanesi gibidir. Bu tane yedi başak çıkarır; her başakta da yüz tane vardır. Allah dilediği kimselerin amelini daha da arttırır. Allah zengin ve alimdir." (Bakara, 261)
İnsanları en çok cehenneme götüren günah küfür ve şirktir. İkincisi ise kul hakkıdır. Bir hadis-i şerifte şöyle buyurulmuştur:
"Bazı kimseler, mahşer meydanına dağlar gibi sevaplarla gelirler. Eğer bu sevaplar ellerinde kalsa cennete giderler. Fakat bunlar kul hakkı yemişler ve insanlara değişik şekillerde haksızlık ve zulmetmişlerdir. Bu sebeple, onların sevapları hak sahiplerine verilir ve eğer sevapları yetmezse, hak sahiplerinin günahları onların üzerine atılır ve onlar bundan sonra cehenneme giderler." Hak sahipleri de, kendilerine verilen sevaplar veya üzerlerinden alınan günahlarla durumlarını düzeltir ve cennete giderler. Bundan dolayı, ahireti düşünen basireti açık kimseler zulüm ve haksızlığa uğradıkları zaman, üzülmekten çok sevinirler. Çünkü, sabretmeleri durumunda zulme uğramanın onlara kazandırdığı sevap kesindir. Halbuki, diğer amellerinden sevap kazanıp kazanmayacakları kesin değildir. Çünkü kişisel amellerin sevaplarını bozan çok âfetler vardır.
Ahirette kurtulanlar iki kısımdırlar. Bir kısmı sevap ve günahları denk gelen müminlerdir. Bir kısmı da ne sevabı, ne de günahı bulunmayan fetret ehlidirler. Fetret ehli, İslâm dinini duymamış ve onun hakkında bilgi sahibi olamamış kâfirlerdir. Bunlara kâfir demek mecazî anlamdadır. Çünkü hakikî kâfir, İslâm dinini kabul etmeyen ve onu reddeden kimsedir. İslâm’ı kabul etmemek ve reddetmek ise, onun hakkında bilgi sahibi olduktan sonraki olumsuz tepkidir. Bu sebeple, İslâm’la mükellef olmak için, önce onun varlığından haberdar edilmek (veya her hangi bir şekilde haberdar olmak) lâzımdır. Hâl bu olunca, İslâm’ın hak din olduğu kendilerine ulaştırılmamış ve bu konuda bilgi edinememiş kimseler, mükellef değildirler. Mükellef olmayınca da ne sevapları, ne de günahları olmaz. Çünkü sevap Allah Teâlâ’nın emirlerine bilerek uymaktan, günah da bilerek ve isteyerek bunlara uymamaktan ileri gelir. Bu kimseler sadece akıl, fıtrat ve vicdanın anlayıp kabul ettiği insan haklarından dolayı sorumludurlar. Bu türlü sorumluluk bir ölçüde hayvanlar için de vardır. Bu sebeble, kıyâmet gününde hayvanlar da diriltilir ve karşılıklı hakları birbirinden tahsil edilir. Ondan sonra da bunlar tekrar yok edilirler. Allah Teâlâ, birbirinin haklarına saygı duymanın gerekliliğini belli ölçüler içinde bütün canlıların fıtratına (yaratılışına) yerleştirmiştir. Bu sebeple, dinli veya dinsiz bütün insanlar ve bütün hayvanlar bu gerekliliği duyarlar.
Allah Teâlâ’nın haklarına karşı sorumlu olmayan ehl-i fetret'e (fetret ehline) deliler ve kâfirlerin çocukları da dahildirler. Çünkü deliler hiç anlamazlar. Çocuklar ise, bir parça anlasalar da, akıl ve iradeleri sorumlu tutulmalarına yetecek kadar gelişmemiştir.
Sevap ve günahları denk olan insanlarla ne sevabı, ne de günahı bulunmayan insanlar bir müddet A'râf denilen yerde barındırılırlar. Bu yer cennet ile cehennem arasında bulunan bir tepedir. Bu insanlar bu tepe üzerinde cennet ehline bakıp haşret çekerler, cehennem ehline de bakıp korku duyarlar. Kur’an-ı Kerim'de bu olay şöyle anlatılmıştır:
"Cennet ile cehennem arasında bir tepe vardır. Bu tepenin üzerinde de insanlar vardır. Bunlar her iki taraftan (sağ taraftaki cennet ile sol taraftaki cehennemden) bazı kimseleri tanırlar. Cennette olanlara seslenip selâm verirler. Kendileri cennette değildirler ve orada olmayı şiddetle isterler. Yüzleri cehennemdekilere çevrildiği zaman da, 'Rabbimiz! Bizi kendi kendilerine zulmetmiş olan bu insanların içine atma.’ diye duâ ederler." (A'râf, 46, 47) Huzeyfe (ra) şöyle demiştir: "A'râf ehli o kimselerdir ki, yaptıkları iyilikler cehenneme gitmelerine, işledikleri günahlar da cennete girmelerine mâni olur."
A'râf ehlinin akıbeti hakkında da farklı görüşler vardır. Ayetlerin işaretlerinden anlaşıldığına göre, bunlar bir müddet sonra cennete gönderilirler. Fakat bazı âlimler, fetret ehlinin daha sonra yok edildiklerini söylemişlerdir. (İmam Rabbani de böyle söyleyenlerdendir.) Yok olmak, cennet nimetlerinden mahrum kalmaya nisbetle kötüdür. Fakat cehennemde yanmaya nisbetle nimettir. Nitekim, cehenneme gideceklerini anlayanlar, "Keşke toprak olsaydım!" (Nebe', 40) temennisinde bulunurlar. Bunlar cehenneme düşmektense, toprak olup ayaklar altında çiğnenmeyi tercih ederler.
Ahirette kazananlar ise doğruca cennete gidenlerdir. Kur'ân-ı Kerim bunları mukarrebîn ve ashâb-ı yemin diye iki kısma ayırmıştır. "Mukarrebîn", Allah Teâlâ'ya en yakın olanlar, "ashâb-ı yemin" ise mahşerin sağ tarafında olan cennetin ehli demektir. Bunlarla ilgili âyetler şöyledir:
"Ashâb-ı yemin ne mutludurlar! Hayırda önde olanlar ise mukarrabîn'dirler. Bunlar nimet cennetlerindedirler." (Vakıa, 8-12), "Ölen bir kimse mukarrabîn'den ise, onun yeri rahatlıklar, güzel kokular ve nimetler cennetidir. O ashâb-ı yeminden ise, onun için de, endişe edilecek bir durum yoktur." (Vakıa, 88-91)
Küçük Günahları Büyüten Faktörler
Bil ki, küçük günahlar, bazı sebeplerle büyük günah hâline gelirler. Bu sebepler şunlardır:
1- Küçük günahları işlemekte ısrar etmek. Israr etmek, pişmanlık duyup tevbe ve istiğfar etmeden aynı günahı bir daha işlemektir. Bu durumda, küçük günah büyük günah hâline gelir. Bunu anlatmak için, "ısrar etmek hâlinde küçük günah yoktur." denilmiştir. Çünkü küçük şeyler üst üste geldikleri zaman büyürler. Hatta mükerrer bir şekilde işlenen küçük günahların kalbi karartmak ve bozmaktaki etkisi, bir kere işlenen büyük bir günahın etkisinden de fazladır. Bunu su misâlinde de görebiliriz. Çünkü birkaç kova su bir anda bir taşın üzerine boşaltılsa taşı etkilemez. Fakat bu su damlalar hâlinde aksa taşı oyar. Bu özellik iyi ameller için de geçerlidir. Bu sebeple, arka arkaya ve devamlı bir surette yapılan küçük ameller, bir kereye mahsus olarak yapılan büyük bir amelden daha çok kalbi nurlandırır ve kişiye ibadet haz ve lezzeti verir. Onun için Allah Rasûlü (sa) şöyle buyurmuştur:
"En hayırlı amel, az da olsa devamlı olanıdır. Allah Teâlâ’nın en çok sevdiği amel, az da olsa devamlı olan ameldir. " (Müttefekun aleyh)
2- Küçük günahı önemsiz görmek. Küçük günahı da Allah Teâlâ yasaklamıştır. Bu sebeple, günahın küçüklüğüne değil, onu yasaklayan Allah Teâlâ’nın büyüklüğüne bakmak lâzımdır. Günahı önemsiz görmek ise, Allah Teâlâ'nın büyüklüğünü görmemek ve önemsememektir. Bu yaklaşımla, en küçük günah bile en büyük günahtan daha büyük hâle gelir. Hatta bu yaklaşım, bir anlamda küfürdür. Çünkü küfür Allah Teâlâ'nın büyüklüğünü tanımamak ve önemsememektir. Onun için Allah Rasûlü (sa) şöyle buyurmuştur:
"Mümin kimse, işlediği küçük bir günahı başının üstünde sallanan ve üzerine düşmek durumunda olan bir dağ gibi görür. Münafık kimse ise, işlediği büyük bir günahı bile burnuna konan ve elinin işaretiyle kaçıp giden bir sinek gibi (hafif, basit ve önemsiz) hisseder." (Buharî)
Bir zat şöyle demiştir: "Bağışlanmayan günah o günahtır ki, sahibi onu basit görür ve, 'Keşke bütün günahlarım bunun gibi olsaydı!’ der." Bir zat da şöyle demiştir:
"Hediyeyi kendi kıymetiyle değil, onu verenin kıymetiyle değerlendir. Günahı da onun büyüklüğüyle değil, onu yasaklayanın büyüklüğüyle ölç." Bu mülâhaza ile bazı arifler şöyle demişlerdir:
"Küçük günah yoktur. Allah Teâlâ'ya karşı her türlü muhalefet büyük günahtır." Sahâbi Huzeyfe'nin şu sözü de bu anlamı teyid eder: "Siz bazı günahları kıl gibi ince görüyorsunuz. Halbuki biz, Allah Rasûlü (sa) döneminde bunları helâk ediciler olarak görürdük." Bu farkın sebebi şudur: Allah Rasûlü dönemindeki müminlerin (sahâbilerin), Allah Teâlâ hakkındaki bilgi, marifet ve imanları daha sonrakilere göre çok daha kuvvetliydi. Bu yüzden, onların Allah Teâlâ'ya saygıları ve tazimleri de daha büyüktü. Bu sebeple, küçük günahlar da onların gözlerinde büyük görünürdü.
Kul, günahı gözünde küçülttükçe, o günah Allah Teâlâ yanında büyür; kendisi onu gözünde büyüttükçe de o Allah Teâlâ yanında küçülür. Çünkü günahı gözünde küçültmek Allah Teâlâ'ya saygısızlık günahını da kazandırır. Onu gözünde büyütmek ise, Allah Teâlâ'ya saygı duyma sevabını kazandırır. Böylece, saygısızlık günahı büyütürken, saygı günahı küçültür. Günahın kalb üzerindeki etkisi de günahı görme şekline göre değişir. Bu sebeple, korkmadan ve aldırmadan bir günah işlemek, kalbi günahın kendi tahrip gücünden daha fazla tahrip eder. Korkarak ve günahı büyüterek onu işlemek ise, günahın kalb üzerindeki tahrip etkisini azaltır ve hatta bazen günaha duyulan tepki, büyük sıçrama ve uyanmalara bile vesile olur.
3- Günah işlemiş olmaktan dolayı sevinmek ve bunu kendisi için hüner ve başarı saymak. Bu yaklaşım, Allah Teâlâ’nın gayretine dokunur, kalbi fena hâlde bozar ve onu simsiyah bir şekilde karartır.
Câhil ve gâfil kimseler işledikleri günahlardan dolayı ağlamak yerine sevinir ve utanmak yerine gurur duyarlar. Halbuki günahlar utanılması gereken mağlubiyet ve zaaftır ve hem dünya, hem de ahiret için büyük kayıp ve zarardır. Günahlar, işleyeni Allah Teâlâ’nın rahmetinden uzaklaştıran etkenlerdir. Allah’ın rahmeti ise her türlü mutluluğun, rahatlığın ve varlığın kaynağı ve menbaıdır. Günahlar bu mübarek kaynak ve menbaı kurutur.
4- Allah Teâlâ’nın, işlenmiş bir günahı hemen cezalandırmamasını, onu affetmiş olması şeklinde yorumlamak. Bu yorum yanlıştır. Çünkü Allah Teâlâ’nın bir cezayı geciktirmesi ondan vazgeçtiği anlamına gelmez. Allah Teâlâ mühlet verir, fakat vazgeçmez. Mühlet vermesi ise başlıca iki sebepten dolayıdır. Birincisi, kula tevbe etme ve dönme fırsatı vermektir. Kur'ân-ı Kerim'de şöyle buyurulmuştur:
"Allah, günahlardan hemen sonra ceza verseydi, yer üstünde hiçbir insan bırakmazdı. Fakat O, belli bir süreye kadar mühlet verir." (Fâtır, 45), "Zâlimlerin yaptıklarından Allah’ın habersiz (ve duyarsız) olduğunu zannetme! O bunlara sadece ceza gününe kadar mühlet verir." (İbrahim, 44) İkinci sebep ise, tevbeye yanaşmayanların daha çok günah işleyip daha büyük cezalara müstahak olmalarını sağlamaktır. Allah Teâlâ âdil olduğu için, kızdığı insanlara bile ancak işledikleri günahlar kadar ceza verir. Onun için, onları hemen cezalandırması hâlinde, bu ceza az olabilir. Bu sebeple, onların daha büyük cezaları hak etmeleri için onlara mühlet ve hatta daha çok fırsat verir. Bir âyette bir kavimden bahsedilirken şöyle buyurulmuştur:
"Onlar kendilerine yapılan uyarılara aldırmayınca, üzerlerine her türlü nimetin kapılarını açtık. Kendileri bununla sevinip oyalanınca da, onları aniden yakaladık. Bunun üzerine onlar birden bütün ümitlerini kaybettiler." (En'âm, 44)
Kâfirler, küfür ve günahlarından dolayı hemen ceza görmemeyi Allah’ın bulunmadığına delil sayarlar. Kur’ân’ın ifadesiyle, "Kendi içlerinde, 'Allah varsa, inkârlarımızdan dolayı niçin bizi cezalandırmıyor?’ diyorlar. Ceza olarak cehennem onlara yeterlidir. Onda yanacaklardır. O ne kötü yerdir!" (Mücâdele,
Gâfil müminler, hemen ceza görmemeyi affedilmiş olmaya hamlederler. Bid'atçı ve sapık görüş sahipleri ise, bunu fikir ve görüşlerinin doğru olmasıyla izah ederler. Fakat bütün bunlardaki gecikmeler, geçen sebeplerden dolayıdır.
5- Gizlice işlenen bir günahı daha sonra söyleyip açıklamak. Günahı açıklamak ikinci bir günahtır. Allah Rasûlü (sa) şöyle buyurmuştur:
"Herkes affedilebilir, ancak günahlarını açıklayanlar affedilmezler. Bunlar o kimselerdir ki, bir günahı gizlice işlerler, Allah Teâlâ da onları setreder (ele vermez). Fakat kendileri daha sonra Allah Teâlâ’nın setrini yırtarak günahlarını ifşa ederler." (Müttefekun aleyh)
Bu kimselerin günahlarını ifşa etmekten maksatları, başkalarını da günaha teşvik etmek ise, o zaman günahları daha da artar. Allah Teâlâ şöyle buyurmuştur:
"İman edenler arasında kötülüğün yayılmasını isteyenler için dünya ve ahirette elemli azap vardır." (Nûr, 19)
Şöyle denilmiştir: "Günah işleme. Mutlaka işlemek istersen, o zaman da gizli işle. Bu suretle, ne başkalarını kendi günahlarına şâhid tutmuş, ne de onları günah işlemeye teşvik etmiş olursun."
Ve şöyle denilmiştir: "Bir dosta yapılabilecek büyük kötülüklerden birisi de, kendi günahlarını ona söyleyip onu da günah işlemeye özendirmektir."
6- Günah işleyenin örnek alınan bir kimse olması. Bir kimse örnek alınacağını bildiği hâlde bir günah işlerse, onun günahı kendisine uyarak günah işleyenlerin sayısı kadar çoğalır. Nitekim Allah Rasûlü (sa) şöyle buyurmuştur: "Kim bir hayırda örnek olsa, onun sevabı kendisine uyanların sevapları kadar çoğaltılır ve kim bir günahta örnek olsa, onun günahı kendisine uyanların günahları kadar çoğaltılır." (Müslim) Allah Rasûlü’nün hanımları diğer kadınlar için örnek durumunda olmaları sebebiyle Allah Teâlâ onlara şöyle hitap etmiştir:
"Ey peygamber hanımları! Sizden kim açık (örnek alınabilen) bir günah işlerse, onun azabı ikiye katlanır. Ve sizden kim Allah ve Rasûlü’ne itâat eder ve sâlih amel işlerse, ona da katlı sevap veririz." (Ahzâb, 30) Allah Teâlâ, genel olarak örnek durumunda olanlar hakkında da şöyle buyurmuştur:
"Biz onların önceden gönderdikleri hayır ve şerri de, geride bıraktıkları izleri de yazarız." (Yasin, 12) Müfessirlere göre, "Geride bıraktıkları izlerden" maksat, başkaları için oluşturdukları örnek ve açtıkları çığırdır. Bu sebeple, şöyle denilmiştir:
"Kendisi öldüğü zaman, günahları da beraberinde ölen kimse nisbeten bahtiyardır." Çünkü bazı kimseler öldükleri hâlde, üzerlerine günah yazılması devam eder. İsrailoğulları döneminde bir âlim, halkı bid'atlara davet edip saptırmış, sonra bundan pişman olup tevbe etmiştir.
Allah Teâlâ, o dönemin peygamberine kendisiyle ilgili olarak şunu vahyetmiştir: "O âlime de ki: Eğer eski günahları kendisiyle sınırlı olsaydı onu affederdim. Fakat o bir çok insanı dalâlete düşürmüş ve cehenneme gitmelerine sebep olmuştur."
Abdullah İbni Abbas (ra) şöyle demiştir: "Alim kimsenin vay hâline! O yanlış bir şey söylese, sonra bundan dönse de sorumluluktan kurtulamaz. Çünkü yanlış sözü onun ağzından alanlar her tarafa yayarlar."
(Örnek insan için üç türlü yaşama biçimi düşünülebilir. Birincisi, günah işlemeyi veya dünyaya rağbet duymayı özendiren düşük yaşama biçimidir. Örnek insan, bu yaşama biçiminden sakınmalı ve uzak durmalıdır. İkincisi, örnek alınması ve taklid edilmesi mümkün olmayan yüksek yaşama biçimidir. Bu yaşama biçimi ideâl olmakla birlikte, örnek durumunda olan bir kimse halka dönük yönüyle bunu yaşamamalıdır. Çünkü o bunu yaşadığı takdirde, kimse ona uyamaz ve bu suretle örmek olmak durumundan çıkar. Üçüncüsü ise, örnek alınabilecek seviyede olan iyi yaşama biçimidir. Örnek kimseler, halka dönük yönleriyle bu hayatı yaşamalıdırlar. Onun için, Allah Rasûlü (sa) da halk içinde bu hayatı yaşamıştır. Onun bu yaşama tarzı taklid edilebildiği için, ashâb da ona uymuş ve onun gibi yaşamışlardır. Bu yaşama tarzı her insanın yaşayabileceği bir seviyededir. Allah Rasûlü (sa) bu hayatı insanların örnek alması için yaşamıştır. Bu sebeple, bu hayatta peygamberliğin yüce hâlleri öne çıkmamıştır. Burada Allah Rasûlü (sa), bir insan olarak görülür. Fakat onun bir de özel bir yaşaması vardır. Onun bu yaşaması peygamberlik ölçülerine göredir ve örnek alınması mümkün olmayacak derecede yüksek ve incedir. Bu fevkalâde yaşamayı ancak kendisi yaşayabilmiştir. "Hasâis" denilen özelliklerden oluşan bu ağır yaşama biçimi onun şahsına mahsus ve münhasırdır. Bu sebeple Kur’ân-ı Kerim'de, "Allah Rasûlü sizin için güzel örnektir." yerine, "Allah Resûlü’nde sizin için güzel örnek vardır." (Ahzâb, 21) denilmiştir.) Bu iki ifade birbirinden farklıdırlar. Çünkü birinci ifadede, bütünüyle örnek olmak, ikincisinde ise, bazı yönleriyle örnek olmak anlamı vardır.