Dünya ve âhiret âlimleri
A- Dünya Âlimleri
Dünya âlimleri sözüyle din ilmini dünya nimeti, malı ve mevkii için öğrenen ve onu bu maksatlar için kullanan kimseleri kasdediyoruz. Bunlar, kötü âlimler (ulemâ-i sû') sınıfını oluştururlar. Bu sınıf hakkında vârid olan hadislerden bazıları şöyledir:
-"Kıyâmet gününde azabı en şiddetli olan kimse, Allah'ın kendisini ilminden faydalandırmadığı kimsedir." (Bu hadis, daha önce geçti)
-"Kişi, ilmiyle amel etmedikçe âlim olamaz." (Bu söz, sahabi Ebud-Derdâ'ya aittir)
-"İlim dilde kalan ve kalbe inen olmak üzere iki çeşittir. Dilde kalan ilim, sahibinin aleyhinde delildir. Fayda veren ilim ise, kalbe inendir." (Hakîm et-Tirmizî, Nevâdi’ul-Usûl; İbnu Abdilberr)
-"Âhir zamanda câhil âbidler ve fâsık âlimler çoğalacaktır." (Hâkim)
-"İlmi, kibirlenmek, tartışmak ve şöhret kazanmak için öğrenmeyin. Onu bu maksatlarla öğrenenlerin yeri ateştir." (İbnu Mâce)
-"Kim bildiği ilmi ketmederse, Allah onu ateşle gemler."
-"Kimin ilmi arttıkça hidayet ve zühdü artmazsa, (bir rivayette, dünyaya karşı hırsı artarsa) o kimse gittikçe Allah'tan uzaklaşır." (Deylemi, Müsnedül-Firdevs)
-"Kötü âlim, cehennemde öyle bir azaba çarptırılır ki, cehennem ehli bile onu dehşetle seyrederler. (Bir rivayette, ona, "-Ne ettin ki, bu azaba çarptırıldın?"diye sorarlar. Kendisi, "-Ben hayrı emrederdim, kendim onu yapmazdım; şerden nehyederdim, kendim onu yapardım." diye cevap verir.)" (Müttefekun aleyh)
Alimin azabının fazla olması, onun kötülükleri ve günahları bilerek işlemesinden dolayıdır. Aynı sebeple münafıkların cezası da ağırlaştırılmış ve onlar hakkında şöyle buyurulmuştur: "Münafıklar, cehennemin en alt tabakasındadırlar." (Nisa, 145) Çünkü bunlar da, dini bildikten sonra inkâr etmişlerdir. Yahudilerin cezası da yine bu sebepten dolayı hıristiyanlarınkinden fazladır. Çünkü Peygamberimize dair ayrıntılı bilgiler bunlara indirilen kitapta (Tevrat'ta) bildirilmiştir. Allah Teâlâ bunlar hakkında şöyle buyurmuştur: "Kendilerine kitap verdiklerimiz, onu (Peygamberi) çocuklarını tanır gibi tanırlar." (Bakara, 146) "Tanıdıkları Peygamber kendilerine gelince, onu tanımazlıktan gelip inkâr ettiler. Allah'ın laneti inkarcıların üzerindedir." (Bakara, 89)
Allah Teâlâ, Bel'am İbni Baura hakkında da şöyle buyurmuştur: "Onlara, kendisine âyetlerimizi(n bilgisini) verdiğimiz, fakat kendisi bundan sıyrılıp (aykırı hareket edip) şeytana uyan ve sapıklardan olanın haberini anlat. İsteseydik, onu bu bilgi ile yükseltirdik, fakat o dünyaya meyletti ve nefsine uydu. O artık bir köpek tabiatındadır." (A'râf, 175, 176) Ve çıkar peşindedir. Bu kişiye kitap ilmi verilmiştir. Fakat kendisi, buna rağmen dünyaya meyil göstermiş ve bu sebeple Allah Teâlâ'nın yanında bütün itibarını kaybetmiştir.
İsâ (as)'a nisbet edilen sözlerde şöyle denilmiştir: "Kötü âlim, pınarın üstüne çöken kaya gibidir. Ne kendisi onun suyundan faydalanır, ne de başkalarının faydalanmasına imkân verir." "O bir mezar gibidir; dışı süslü, içi ise kan ve irindir." "Kendin karanlıkta iken, ne diye başkalarına aydınlığı tarif edip duruyorsun?"
Hz. Ömer (ra) şöyle demiştir: "Bu ümmet için en çok, ilim bilen münafıklardan korkuyorum. Bunlar, ilimleri dillerinde olan, kalpleri cahil ve amelleri kötü kimselerdir."
Hasan el-Basrî şöyle demiştir: "Âlimlerin ilmine ve hakimlerin hikmetine sahip iken, amelde cahil ve sefihlerden olma." "Âlimlerin musibeti, kalplerinin ölmesidir. Bunun alâmeti ise, âhiret ilmiyle dünyayı aramalarıdır."
Sufyân İbni Üyeyne şöyle demiştir: "Dünyada en çok pişman olan kimse, nanköre iyilik edendir; âhirette en çok pişman olan ise, ilmiyle amel etmeyendir."
Halil İbni Ahmed şöyle demiştir: "İnsanlar dört kısımdır. Bir kısmı bilir, bildiğini de bilir. Böyle olan bir kimse âlimdir; ona uyunuz. Bir kısmı bilir, fakat bildiğini bilmez. Bu uykudadır; onu uyandırınız. Bir kısmı bilmez, fakat bilmediğini bilir; bu bilgilendirilmeye muhtaçtır, onu bilgilendiriniz. Bir kısmı ise, hem bilmez, hem de bilmediğini bilmez. Bunda hayır yoktur, onu terk ediniz."
İbni Mübarek şöyle demiştir: "Kişi ilim talep ettiği sürece âlimdir. İlim talebinden vazgeçtiği zaman cahilleşir."
Fudayl İbni İyad şöyle demiştir: "Ben üç kişiye acıyorum. Bunlar izzet ve itibarını kaybeden şerefli kimse, fakr-u zarurete düşen varlıklı kimse ve dünya menfaati için kendisini küçülten âlim kimsedir."
Bir rivayette, üçüncü kişi için, "İlmin ve âlimin kıymetini bilmeyen câhiller arasında yaşamaya mahkûn olan âlimdir." denilmiştir.
B- Ahiret Alimleri
Dünya âlimleri câhillerden daha değersiz, azapları da daha fazla iken, âhiret âlimleri dünyada herkesten daha değerli, âhirette de sevapları en çok olanlardır. Âhiret âlimi olmanın alâmetleri şunlardır:
1- İlmiyle dünyaya talip olmamak. Âhiret âlimi bilir ki, dünya hakir, hasis ve geçicidir, nimetleri bulanık, lezzetleri elemle karışıktır; âhiret ise değerli ve devamlıdır, nimetleri sonsuz, lezzetleri elemsizdir. Dünya ve âhiret kumalar gibidir; onlardan birini razı edince diğeri darılır. Onlar terazi kefeleri gibidir; birisini doldurunca öbürü hafifleşir. Onlar doğu ve batı cihetleri gibidirler; birine doğru gidince diğeri uzaklaşır. Dünya ve âhiret durumlarının bu olduğunu tecrübe ve müşahede de gösteriyor. Bu sebeple, bunu bilmeyenin ilmi eksik, aklı da bozuktur. Bunu bildiği halde, dünyayı âhirete tercih eden ise, şeytana esir olmuştur; şehvet ve heves bu kimseyi helak etmiş, şekâvet ona galip gelmiştir.
Âlim dünyayı âhirete tercih ettiği takdirde, ilk cezası kalbinin ölmesi ve Allah Teâlâ’nın ibadetinden lezzet almamasıdır. Hz. Ömer (ra) şöyle demiştir: "Bir âlimin meşru olmayan bir ölçüde dünyayı sevdiğini görürseniz, onun ilmine güvenmeyiniz. Çünkü o, ilmini dünyaya âlet etmiştir." Yahya İbni Muâz şöyle demiştir: "İlim ve hikmet âlet edilerek dünya talep edildiği zaman, onlardaki güzellik, parlaklık ve çekicilik yok olur."
Bir hakîm, dostuna şunu yazmıştır: "Sana ilim verilmiştir. İlminin nurunu günahların karanlığıyla söndürme. Aksi takdirde, kıyâmet günü ilim ehli ilimlerinin ışığında yürürken sen karanlıkta kalırsın." Bir şâir şöyle demiştir: "Koyunların çobanı, onları kurttan korur. Fakat çobanın kendisi kurt olursa, koyunların hali ne olur?" Bir şâir de şunu söylemiştir: "Ey mülk ve milletin tuzu olan hocalar! Tuz bozulursa, onu ne düzeltir?" Bir arif de şöyle demiştir: " Günahlardan lezzet alan da, dünyayı âhirete tercih eden de Allah Teâlâ'yı tanıyamamıştır."
Âhiret âlimi olmak için mal toplamamak yeterli değildir; şan ve şöhret talibi olmamak da lâzımdır. Çünkü şan ve şöhret maldan daha zararlıdırlar ve dünya ehli bunlardan diğer nimetlerden aldıkları lezzetten daha fazla lezzet alırlar. Bu sebeple, mallarını ve hatta gerekirse canlarını bu lezzetin tahsili için feda ederler. Sehl şöyle demiştir: "Âlimin ilimden hissesi, onunla amel etmesidir. Amelin özü de ihlâstır." Hz. İsa'ya nisbet edilen bir sözde şöyle denilmiştir: "Yolu âhirete doğru olduğu halde yüzünü dünyaya çeviren bir kimse, nasıl ilim ehli olabilir?" "İlmi amel etmek için değil, tartışmak için öğrenen bir kimse âlim değildir."
Allah Rasûlü (sa) da şöyle buyurmuştur: "Allah rızasına vesile kılınması gereken bir ilmi dünya için arayan bir kimse cennet kokusunu duymaz." (Ebu Dâvûd, İbnu Mâce)
Sehl şöyle demiştir: "Âlimler dışında bütün insanlar ölüdürler. İlimleriyle amel edenlerin dışında bütün âlimler de ölüdürler."
Allah Teâlâ, dünya âlimlerini ilmi çıkarlarına âlet etmekle, âhiret âlimlerini ise, huşu' (kendisine karşı korku ve saygı içinde olmak) ve zühd (dünyaya iltifat etmemek) ile vasıflandırmış, birinciler için: "Allah, kendilerine kitap verilenlerden, onu insanlara mutlaka açıklamaları ve ketmetmemeleri konusunda kesin söz almıştı. Fakat, onlar bu sözü kulaklarının arkasına attılar ve kitabı az bir dünyalığa sattılar. Ne kötü bir alış veriş yaptılar!" (Âl-i İmran, 187), ikinciler için de: "Bazı kitap ehli ise, Allah'a, size indirilene ve kendilerine indirilene iman ediyor, O'na huşu' duyuyor ve O'nun âyetlerini az bir fiyata satmıyorlar. Bunların mükâfatları Rableri yanındadır. Allah, hesapları çabuk görendir." (Âl-i İmran, 199) buyurmuştur.
Seleften bir zat şöyle demiştir: "Âhiret âlimleri peygamberlerle, dünya âlimleri ise sultanlarla haşrolunacaklardır." Çünkü kıyâmet gününde herkes sevdiği, inancını taşıdığı, huyunu edindiği, ameline uyduğu ve arkasında gittiği kimseyle beraber haşrolur.
Daha önceki kitaplarda Allah Teâlâ'ya nisbet edilen bir sözde şöyle denilmiştir: "Din ilmini bırakıp başka ilimler öğrenenler, din ilmini amel için öğrenmeyenler, âhiret ameliyle dünyayı arayanlar, koyun gibi görünüp kurtluk yapanlar, dilleri bal, huyları sirke gibi olanlar beni de mi aldatacaklarını sanıyorlar? Onların başlarına öyle bir gaile açacağım ki, içinden nasıl çıkacaklarını bilemeyeceklerdir." (İbnu Abdilberr)
Dünya âlimlerinde yedi zaaf vardır. Bunlar dinlemeyi değil, konuşmayı severler. Halbuki, dinlemek çoğu zaman konuşmaktan daha iyidir. Çünkü dinleyen, konuşmanın âfetlerinden uzak olduğu gibi, yeni şeyler de öğrenir. Bunlar, çıkarları bulunmadıkça ilimlerini kimseye öğretmezler. Bunlar haklı, yerinde ve hatta gerekli de olsa tenkid edilmekten ve eleştirilmekten hoşlanmaz, bunu yapanlara kızar ve yanlarından kovarlar. Bunlar ilme ihtiyacı olanlarla değil, varlıklı kimselerle oturup kalkarlar. Bunlar, va'zettikleri zaman herkesin dinlemesini isterler, kendilerine va'zedildiği zaman ise dinlemezler. Bunlar Allah rızasına değil, şan ve şöhrete taliptirler. Halbuki, nice kimseler vardır ki, şöhretleri dört tarafa yayılır, fakat kendileri Allah yanında bir sinek ağırlığına sahip değildirler. Allah Rasûlü (sa) şöyle buyurmuştur: "Hesap yerine nice büyük ve iri adamlar (şan ve şöhret sahibi kimseler) getirilir, fakat onların adalet terazisinde sinek kanadı kadar ağırlıkları olmaz." (Müttefekun aleyh)
Allah Rasûlü’ne nisbet edilen bir sözde de şöyle denilmiştir: "Her âlimin yanında değil, sizi beş şeyden beş şeye, şüpheden yakîne, riyadan ihlasa, dünya rağbetinden zühde, kibirden tevazua, düşmanlıktan dostluk ve kardeşliğe davet edenin yanında oturun."
Karun'un serveti ve hayatı herkesin gözünü kamaştırıp ağzını sulandırırken, o dönemin âlimleri bunların dikkatlerini âhiret sevabına çekmişlerdir. Allah Teâlâ, bu ibretli olayı şöyle haber vermiştir: "Karun, servet ve ziynet içinde halkın karşısına çıktı. Dünya hayatını arzulayan halk, "Keşke Karun'a verilen şey bize de verilseydi! O gerçekten büyük talih sahibidir." dediler. İçlerindeki ilim sahipleri ise (onları uyarıp), "Yazıklar olsun size! (İnanmıyor musunuz ki) iman edip sâlih amel işleyenlere Allah'ın vereceği âhiret sevabı bundan daha hayırlıdır. Fakat, bu sevap, ancak (dünyanın geçici şeylerine karşı) sabredenlere verilir." (Kasas, 79, 80)
2- Sözüne aykırı hareket etmemek. Âhiret âlimi, bir şey öğretince, herkesten evvel kendisi ona uyar. Allah Teâlâ, öğrettiklerine uymayanları şu âyetlerle uyarmıştır:
"İnsanlara hayrı öğretirken kendinizi bile bile unutuyor musunuz?! Aklınızı kullanmıyor musunuz?!" (Bakara, 44)
"Ey iman edenler! Yapmayacağınız şeyi niye söylüyorsunuz? Yapmayacağınız şeyi söylemeniz Allah yanında sizi menfur hale getirir." (Saff, 2, 3)
Hz. Şuayb (as), kavmine şöyle demiştir: "Ben sözlerime aykırı hareket ederek size nehyettiğim şeyi (şeyleri) yapmak istemiyorum." (Hûd, 88)
Allah Teâlâ’nın Hz. İsa'ya şunu vahyettiği rivayet edilmiştir: "Ey Meryem oğlu! Önce kendine va'zet ve va'zettiğin şeyi kendinde tatbik et. Bunu yaptıktan sonra başkalarına va'zet." Allah Rasûlü (sa) şöyle buyurmuştur: "İsrâ gecesinde bazı kimseler gördüm. Dilleri ateşten makaslarla kesiliyordu. Kendilerine ne günah işlediklerini sordum. "İyiliği emredip kendimiz yapmıyorduk; kötülüğü nehyedip kendimiz yapıyorduk." (İbnu Hibban) dediler." "Ümmetimin helak olması fâsık âlimler ve câhil âbidler yüzünden olacaktır... Kötülerin en kötüsü kötü âlimler, iyilerin en iyisi de iyi âlimlerdir." (Dârimî)
Ebud-Derdâ (ra) şöyle demiştir: "Bilmeyene bir kere yazık olsun; bilip de amel etmeyene yedi kere yazık olsun!" Şa'bî şöyle demiştir: "Cennet ehlinden bir topluluk cehennemdeki bir topluluğa seslenip:
"-Neden ateştesiniz? Halbuki, biz sizin söz ve nasihatinizle cennete girdik." diye sorarlar. Oradakiler:
"-Biz size hayrı emrediyorduk, kendimiz yapmıyorduk; şerri nehyediyorduk, onu yapıyorduk." diye karşılık verirler."
Hatim Asamm şöyle demiştir: "Kıyâmet gününde hasreti en şiddetli olanlar, insanlara doğruyu öğretip kendileri onunla amel etmeyenlerdir. Çünkü başkaları, onların öğrettikleriyle kurtuluşa ererken kendileri amelsizlikleriyle helak olurlar."
(Asamm, sağır demektir. Bu zat sağır olmadığı halde, bu lâkabı şu ibretli kıssadan dolayı almıştır. Bir gün, bir kadın kendisinden din konusunda bir soru sormak isterken elinde olmadan yellenir ve çok bozulur. Hatim, onun mahcubiyetini gidermek için, kulağını tutup: "Ben sağırım, duymuyorum, yüksek sesle konuş." der. Kadın da onun gerçekten sağır olduğuna inanarak rahatlar. Hatim, bundan sonra kadın ölünceye kadar herkese sağır olduğunu söyler.)
Mâlik İbni Dinar şöyle demiştir: "Âlim, ilmiyle amel etmediği takdirde, yağmurun taştan kayması gibi, sözü kalplerden kayar." İbni Semmâk şöyle demiştir: "Kötü âlim insanlara Allah Teâlâ'yı hatırlattığı halde, kendisi O'nu hatırlamaz; onları O'ndan korkuttuğu halde, kendisi O'ndan korkmaz; onları O'na yakın olmaya davet ettiği halde, kendisi O'ndan uzaklaşır." İbrahim İbni Edhem şöyle demiştir: "Din bilgisini iyi öğrenmişiz. Onun için konuşurken hata etmiyoruz. Fakat amel etmeyi ihmal etmişiz. Amelde dökülüyoruz." Muâz İbni Cebel (ra) şöyle demiştir: " İstediğiniz kadar ilim öğrenin; onunla amel etmedikçe Allah Teâlâ size sevap vermez.", "Kötü âlimin şerrinden sakının. Çünkü onun ameline bakıp yoldan çıkanlar çoktur." İbni Mes'ûd (ra) şöyle demiştir: "Bir zaman gelecek, diller yeşerecek, kalpler ise kuruyacaktır. O zamanda ilmi öğretenler de, onu öğrenenler de Allah Teâlâ'nın rızası dışında gayeler taşıyacaklardır." Bir hikmet sözünde şöyle denilmiştir: "Bildiklerinizle amel etmedikçe, bilmediklerini öğrenmeye kalkmayın." Hasan el-Basrî (ra) şöyle demiştir: "Dünya âliminin himmeti ve aklı rivayettedir (bildiği ilmi anlatmaktadır); âhiret âliminin himmeti ise riâyettedir (bildiği ilimle amel etmektedir)." Abdullah İbni Mes'ûd (ra) şöyle demiştir: "Kur'ân, kendisiyle amel edilmek için indirilmiştir. Siz onu okumayı amel yerine koydunuz."
Abdullah İbni Mes'ûd (ra) şöyle demiştir: "İlim çok şey anlatabilmek değil, Allah Teâlâ haşyeti ve korkusudur." Mâlik (ra) şunu söylemiştir: "Niyet Allah için olduğu zaman, ilim öğrenmek de, onu öğretmek de güzeldir. Fakat, sabahtan akşama kadar (bir günlük zaman içinde) bundan başka dinî mükellefiyetler de vardır. Bunları göz ardı edip ihmâl etmemek lâzımdır."
Allah Rasûlü (sa) şöyle buyurmuştur: "Alimin sapması (anlayışta ve amelde doğru çizgiden ayrılması) ve münafığın Kuran ilmi bilmesi ümmetim için korktuğum şeylerdendir." (Taberanî, İbnu Hibban)
İlmiyle amel etmeyen âlim, elinin altındaki ilacı kullanmayan hasta ve önündeki yemeği yemeyen aç insan gibidir.
3- Faydası az, kil-u kal'dan ibaret tartışmalı ilimlerden yüz çevirip tâatlere teşvik eden ve âhirette yararı olan ilimlere rağbet etmek. Bu ilimleri bırakıp tartışmalı ve nazarî olan, amel değeri bulunmayan ilimlere heves duyan bir kimse o hastaya benzer ki, doktor kendisine yararlı ilaçlar verir ve bu ilaçları aksatmadan kullandığı takdirde şifâ bulacağını söyler. Kendisi ise, ilaçları alıp kullanmak yerine, kitapları karıştırıp bu ilaçların terkip, özellik ve tarihçelerini öğrenmeye kalkar. Bu hasta, bu hatasını canıyla ödediği gibi, ameli gösteren ilimleri bırakıp nazarî, kil-u kal ve cidal (tartışma) cinsinden olan şeyleri öğrenmeye kalkışan kimse de hatasını diniyle öder. Bir adam bir âlime gidip:
"-Bana garip ilimleri öğret." demiş Âlim ona:
"-Sen ilimlerin başı olan Allah marifeti ve ölüme hazırlık ilmini öğrendin mi?" diye sormuş. Adam kemküm edince de:
"-Git, önce bu ilmi öğren; sonra gel, sana garip ilimleri öğreteyim." demiştir.
Âhiret âlimi, ilim tahsil ve tercihinde Hatim Asamm gibi olmalıdır. Bu zat, Şakîk el-Belhî'nin talebesiydi. Bir gün Şakîk kendisine:
"-Kaç seneden beri yanımdasın?" diye sormuş. Hatim:
"-Otuz beş sene oldu." demiş. Şakîk:
"-Bu uzun süre içinde neler öğrendin?" diye sormuş? Hatim:
"-Sekiz mesele öğrendim." demiş. Şakîk:
"-"İnnâ lillâh ve innâ ileyhi râciûn!" Bir ömürlük zamanda sadece sekiz mesele mi öğrendin?!" demiş. Hatim:
"-Evet, Üstad! Sadece bunları öğrendim, yalan söylemek istemiyorum." demiş. Şakîk:
"-Bu meseleler nedir? Söyle de dinleyeyim." demiş. Hatim:
"-İnsanlara baktım ve onlardan her birinin bir şeyi sevdiğini, onu kalbine sevgili ettiğini gördüm. Fakat, kendisi ölünce, sevdiği onu terk ediyor ve o tek başına kabre giriyordu. Bunun üzerine ben, âhiret amellerini sevdim ve onları kalbime sevgili ettim. Tâ ki öldüğüm zaman, sevgilim beni terk etmesin ve benimle beraber kabrime girsin." demiş. Şakîk:
"-Güzel! Devam et, demiş." Hatim:
"-Allah Teâlâ’nın "Kim Rabbinden korkar ve nefsini heveslerden çekerse, onun yeri cennettir." (Nâziât, 40, 41) sözünü düşündüm ve inandım ki, Allah Teâlâ’nın dediği haktır. Bunun üzerine, kendimi zorlayarak nefsimi heveslerden çektim ve tâatlere yönelttim. Tâ ki, âhirette yerim cennet olsun." demiş. Şakîk:
"-Güzel! Devam et." demiş. Hatim:
"-İnsanlara baktım ve hepsinin değerli buldukları eşyalarını saklayıp iyice koruduklarını gördüm. Sonra, Allah Teâlâ’nın, "Sizin yanınızda olan şeyler yok olur; benim yanımda olan şeyler ise bakidir." (Nahl, 96) sözünü düşündüm. Bunun üzerine, kıymet ve değeri olan bir şeyim oldukça bunu Allah Teâlâ'ya emanet ettim (O'nun yolunda harcadım). Tâ ki, O'nun yanında baki kalsın." demiş. Şakîk:
"-Güzel! Devam et." demiş. Hatim:
"-İnsanlara baktım ve hepsinin şeref peşinde koştuklarını ve bunun için çalıştıklarını gördüm. Sonra, Allah Teâlâ’nın "Allah yanında en şerefliniz, takvası en çok olanınızdır." (Hucurât, 13) sözünü düşündüm. Bunun üzerine, ben takva kazanmaya çalıştım. Tâ ki, Allah Teâlâ yanında şerefli olayım." demiş. Şakîk:
"-Güzel! Devam et, demiş. Hatim:
"-İnsanlara baktım ve onların hased ve kıskançlıktan dolayı birbirlerini kötülediklerini ve dişlediklerini gördüm. Sonra, Allah Teâlâ’nın: "Dünya rızk ve maişetini insanlar arasında biz taksim ettik ve bunların bir kısmını bir kısmından derecelerle üstün kıldık." (Zuhruf, 32) sözünü düşündüm. Bunun üzerine, kimseyi kıskanmamaya ve kimsenin aleyhinde konuşup onu kötülememeye karar verdim. Gerçekten kötü olanlarla karşılaşırsam, onlardan uzak durmakla yetineceğim." demiş. Şakîk:
"-Güzel! Devam et." demiş. Hatim:
"-İnsanlara baktım ve onların birbirleriyle kavga ve kırgınlık halinde olduklarını gördüm. Sonra, Allah Teâlâ’nın "Şeytan sizin düşmanınızdır; ona düşmanlık ediniz." (Fâtır, 6) sözünü düşündüm. Bunun üzerine, insanları bırakıp düşmanlığımı sadece şeytana yönelttim." demiş. Şakîk:
"-Güzel! Devam et." demiş. Hatim:
"-İnsanlara baktım ve hepsinin bir lokma için çırpındıklarını, bunun için kendilerini küçülttüklerini ve helâl olmayan yollara başvurduklarını gördüm. Sonra, Allah Teâlâ’nın: "Yerde yürüyen ne kadar canlı varsa, hepsinin rızkı Allah'a aittir." (Hûd, 6) sözünü düşündüm. Ve kendi kendime, "Ben de rızkı Allah'a âit olan bir canlıyım." dedim ve Allah Teâlâ’nın kendi üzerine aldığı rızk telaşım bırakıp O'nun benim üzerimdeki hukukunu gözetmeye çalıştım." demiş. Şakîk:
"-Güzel! Devam et." demiş. Hatim:
"-İnsanlara baktım ve hepsinin kendileri gibi mahluk (yaratılmış), âciz ve fâni (geçici, kısa ömürlü) olan şeylere güvendiklerini, kiminin çift ve çubuğuna, kiminin ticaret ve sanatına, kiminin bilek gücüne bel bağladığını gördüm. Sonra, Allah Teâlâ’nın "Kim Allah'a güvenip dayanırsa, O kendisine yeterlidir." (Talâk, 3) sözünü düşündüm ve yalnız Allah Teâlâ’ya güvenip tevekkül etmeye çalıştım ve O'nun bana yettiğine inanıp iç rahatlığına kavuştum." demiş. Şakîk:
"-Ey Hatim! Sekiz mesele dediğin bu şeyler bütün ilimlerin ve kitapların özü ve hülasasıdır. Ötesi ise kısır ve kabuktan ibarettir." deyip onu takdir ve tebrik etmiştir.
Âhiret âlimleri, bu meseleleri öğrenip uygulamaya çalışırlar. Dünya âlimleri ise, kendilerine mal ve şöhret sağlayan ilimleri öğrenirler. Dahhâk şöyle demiştir: "Hayırlı olan nesile yetiştim. Onlar, birbirlerinden amel ve takvayı öğrenirlerdi. Günümüzde ise, insanlar birbirinden konuşma ve çene çalma ilmini öğreniyorlar."
4- Yeme, içme, giyim, kuşam, mesken ve ev eşyası konusunda şatafat ve israfa meyletmemek. Âhiret âlimi, bu ve benzeri dünya işlerinde iktisadı tercih eder, aza kanaat eder ve hayırlı nesil olan ashaba benzemeye çalışır. Bunu yaptıkça da Allah Teâlâ'ya yakınlığı artar ve âhiretteki derecesi yükselir.
Hatim, Rey şehrinin kadısı Muhammed İbni Mukatil'i ziyaret etmeye gitmişti. Girdiği ev, dünya ehlinin köşklerine benziyordu. İçi de çok süslendirilmişti. Hatim, ona:
"-Siz, Peygamber ve ashabını mı, yoksa Firavun ve Nemrud'u mu taklid ederek bu süslü köşkte oturuyorsunuz? Sizin gibi âlimler, böyle yaşarlarsa, câhiller bütün bütün dünyaya dalarlar. Yanınızda birisi abdest alırken bir uzvunu dört kere yıkarsa, "Bir kere fazla yıkadın, suyu israf ettin!" diyerek onu uyarırsınız. Kendiniz bunca israf içinde iken, öncelikle kendinizi uyarmanız gerekmez mi?" demiştir.
Hiç şüphesiz ki, mübâh olan şeyleri kullanmak haram değildir. Ancak, ihtiyaç dışında olan şeylere alışmak, onları da ihtiyaç haline getirir ve gerektiği zaman onları bırakmayı zorlaştırır. Üstelik, bu fazla ve fuzuli şeylerin temin edilmesi genellikle günahlara girmek, insanlara yüz suyu dökmek, riyakârlık ve dalkavukluk etmek ve onların kötülüklerini hoş görmek ve hatta onları Allah Teâlâ’nın razı olmadığı şekilde övmek gibi gayr-i meşru ve haram olan yollarla mümkündür. Şu bir hakikattir ki, dünya çirkefine giren, ondan temiz çıkamaz. Bu sebepten dolayı Allah Rasûlü (sa) dünyadan mübalâğalı bir şekilde uzak durmuş, hatta yakası nakışlı gömleği sırtından çıkarmış (Müttefekun aleyh) ve mühür diye kullandığı altın yüzüğü alıp fırlatmıştır. (Müttefekun aleyh) Allah Teâlâ da onu bize örnek gösterip "Allah'ın elçisinde sizin için güzel örnek vardır." (Ahzâb, 21) buyurmuştur.
5- Zâlimlerden uzak durmak. Çünkü zâlimlerle oturup kalkan ve özellikle onlardan ilgi ve iyilik gören bir kimse, onların zulmünü görmemeye başlar ve giderek zulümlerine mazeret bulur.
Halbuki Allah Teâlâ şöyle buyurmuştur:
"Zulmedenlere meyletmeyin; aksi takdirde ateş size de dokunur." (Hûd, 113), "Hâinlerin savunucusu olma!" (Nisa, 105), "Hainlik edenleri müdafaa etme. Çünkü Allah, hainliği meslek edinmiş günahkârları sevmez." (Nisa, 107) Bu sebeple, âhiret âlimi zâlimlerden uzak durur, zulümlerini eleştirir ve onları zulmü terk etmeye çağırır.
Zâlim ve fâsıklarla ihtilâf etmek, şerlerin anahtarıdır; bundan her türlü şer ve kötülük doğar.
Yöneticiler zâlim ve fâsık oldukları takdirde, onlardan da uzak durmak lâzımdır. Allah Rasûlü (sa) şöyle buyurmuştur: "Başınızdaki âmirler doğru olan ve olmayan işler yapacaklardır. Kim onların doğru olmayan işlerini kötülerse vebalden kurtulur. Kim bu işlere kalbinde buğzederse selâmet bulur. Kim onları hoş görür ve kendisi de onlara uyarsa Allah onu kendi katından uzaklaştırır." (Müslim)
Semnun şöyle demiştir: "Kötü âlimler (ulemâ-i sû'), sultan ve âmirlere şirin görünmek ve onların gözüne girmek için zulüm ve kötülüklerine mazeret ve ruhsat bulurlar. Bilirler ki, onları eleştirdikleri takdirde kapılarından kovulurlar." Halbuki bundan korkmamaları gerekir. Çünkü bu durum onlar için Allah Teâlâ katında kurtuluş vesilesi olur.
Sultanların kapısından uzak duran Sa'd İbni Ebi Vakkas (ra) şöyle demiştir: "Açlıktan mümin olarak ölmeyi, bunların nimetleriyle beslenip semiren bir münafık olarak yaşamaya tercih ederim." Sa'd'ın bu sözü, sultan ve yöneticilerle oturup kalkanların nifak ve iki yüzlülükten kurtulamayacaklarını gösteriyor. Nifak ve iki yüzlülük ise, imanın zıddıdır. Ebu Zer (ra) şöyle demiştir: "İhtilâf ettiğin sultan ve yöneticilerin senden aldıkları, senin onlardan aldığından daha fazladır. Çünkü onlar, senin dinini alırlar."
Sultanlarla ihtilâf âlimler için bir fitne kapısıdır (Çünkü, onların zulüm ve yanlışlarını eleştirseler onlar razı olmazlar; bunlara göz yumsalar Allah Teâlâ razı olmaz. Bu sebeple, mücadeleye gücü yetmeyenler için selâmet sultanlardan (ve benzeri zâlim ve fâsıklardan) uzak durmaktadır. Çünkü, kötülükleri görmeyen ve duymayanların onlara karşı sorumlulukları yoktur).
6- Fetva vermeye hevesli olmamak ve bu vacibi yerine getiren ehliyetli kimseler bulunduğu takdirde bundan bütünüyle sakınmak. Âhiret âlimi, sorulduğu bir konuda Kur'ân veya hadis nassı, icmâ veya açık kıyas bilirse bunu açıklar; aksi takdirde, "bilmiyorum" der. Abdullah İbni Ömer (ra) şunu söylemiştir: "İlim üç şeydir. Bunlar açık olan âyet, sahih olan hadis ve "bilmiyorum" sözüdür.", "Fetva veren, cehennem üzerine kurulan köprüdedir. Doğru fetva verirse, üzerinden geçen kurtulur. Yanlış fetva verirse, ikisi birlikte cehenneme düşerler." Şa'bî şöyle demiştir: " "Bilmiyorum" sözü ilmin yarısıdır. Onun için, bilmediği bir konuda "bilmiyorum." deyip susanın sevabı, onu bildiği için açıklayıp konuşanın sevabından daha az değildir." Abdullah İbni Mes’ûd (ra) şöyle demiştir: " İnsanların sordukları her konuda fetva veren kişi mecnundur." İbrahim İbni Edhem şöyle demiştir: "Âhiret âlimi, konuşmak gibi, susmayı da bilen kimsedir. O, bildiği zaman konuşur, bilmediği zaman susar." Ebu Hafs şöyle demiştir: "Âlim o kimsedir ki, fetva verdiği zaman, kıyâmet gününde kendisine, "Bunu nerden çıkardın?" diye sorulacağını bilir.", "Böyle bir âlime bir fetva sormak, ona çenesini koparmaktan daha ağır ve ağrılı gelir." İbrahim Teymî, kendisine bir dinî konu sorulduğu zaman ağlar ve, "Anlaşılan, bu yerde âlim kalmamış ki, bana muhtaç olmuşsunuz." derdi.
Hayırlı nesil olan ashâb ve tabiiler, mümkün mertebe fetva vermekten sakınır, onu daha iyi bilenlere havale ederlerdi. Buna mukabil, onlar beş şeye önem verirlerdi. Bu şeyler; Kur’ân okumak, mescidleri şenlendirmek, Allah Teâlâ'yı zikretmek, iyiliği emretmek ve kötülüğü nehyetmektir. Allah Teâlâ şöyle şöyle buyurmuştur: "Sadakayı teşvik etmek, iyiliği tavsiye etmek ve insanları barıştırmak dışında kalan çoğu konuşmalarda hayır yoktur."(Nisa 114) Allah Rasûlü (sa) da şöyle demiştir: "Üç şey dışında insanların konuşmaları kendi aleyhlerindedir. Bu üç şey iyiliği emretmek, kötülüğü nehyetmek ve Allah Teâlâ'yı zikretmektir." (Tirmizî)
İbni Husayn şöyle demiştir:
"Dünya âlimleri öyle konularda fetva veriyorlar ki, bu konular Hz. Ömer'e sorulsaydı, her birini görüşmek için bütün Bedir ashabını toplardı."
7- Bâtın ilmi olan kalb murâkabesine ve âhiret yolu olan mücâhede ve nefis mücadelesine önem vermek. Kitaplarda yazılı olan ilimlerin ötesindeki ilham ve hikmetlerin anahtarı bu murâkabe ve mücâdeledir.
Allah Rasûlü (sa) şöyle buyurmuştur: "Kim bildikleri ile amel ederse, Allah Teâlâ ona bilmediklerini de öğretir." (Ebu Nuaym)
Bir hakîm şöyle demiştir: "İlmi gökte, yerde ve denizlerin ötesinde aramayın. İlim kalplerinizdedir. Onu Allah Teâlâ’ya karşı edepli olmak ve sıddıkların (sadakat ve ihlâs sahiplerinin) ahlâkını kazanmak suretiyle bulunuz."
Bunun için, Allah Rasûlü (sa) şöyle buyurmuştur: "Sana fetva verilse de, sen doğru fetvayı kalbinden al."
(Bu hadisin sıhhati tartışılmıştır. Onun sahih olması halinde mânası şu hadiste açıklanmıştır: "Davalarınızı bana getiriyorsunuz. Ben de bir insanım. Onun için, delillerinize ve getirdiğiniz şahidlere göre hükmediyorum. Bu sebeple, birinize haklı olmadığı bir davayı kazandırırsam, kendisini haklı bulmasın ve kendisine verilen malı almasın. O mal kendisi için bir ateştir." Bu o demektir ki, zahirdeki delil ve şahidlere dayanarak lehte verilen fetva, hakikatte haram olan bir şeyi helâl etmez. Bunun için, kişi fetva alsa bile, kalbine müracaat edip işin aslını ondan öğrenmelidir. Çünkü, insan kendini müftü, kadı ve hâkimden daha iyi bilir.)
Hz. Ali (ra) şöyle demiştir: "Kalpler ilim küpleridir. Bu küplerin en iyisi, en çok hayır bilgisi taşıyanıdır.", "İnsanlar üç kısımdır: Bir kısmı âhiret âlimleridir. Bunlar ilim depolarıdır. Bir kısmı, kendi kurtuluşları için gerekli ve yeterli olan ilmi bunlardan öğrenenlerdir. Bir kısmı da her anıranın peşine takılan ve her rüzgârla yön değiştiren ayak takımlarıdır.", "Mal toplayanlar diri iken ölüdürler. İlim öğrenenler ise, öldükten sonra da diridirler."
İmanın kesinleşmiş şekli olan yakîn, sözü geçen murâkabe ve mücadelenin semeresidir. Murâkabe ve mücadele olmadıkça, iman şüphe ve zaaflardan kurtulamaz. Bundan dolayıdır ki, imanlarını murâkabe ve mücâdele ile kuvvetlendirmeyen kimseler, bilgilerine rağmen sapıp dinden çıkabilirler.
İman açısından düşünce mertebeleri dörttür. Bunlardan birincisi şektir. Şek, bir şeyin olup olmamasına, doğru ve yanlış olmasına aynı derecede ihtimal vermektir. İkincisi, zandır. Zan, olup olmama veya doğru ve yanlış olma taraflarından birine biraz daha fazla ihtimal vermektir. Şek ve zan mertebelerinde bulunan iman geçerli değildir. Üçüncüsü, itikattır. İtikat, bir şeyin şöyle veya böyle olduğuna, doğru veya yanlış olduğuna kesin bir şekilde inanmaktır. Bu, imanın ilk mertebesidir. Bu iman, kesin gibi görünmekle birlikte, duyduklarını tasdik etmekten ibaret olduğu için zayıftır. Bundan dolayı karşı deliller ve ilim adına ileri sürülen şüpheler ve itirazlarla yüzleştiği zaman sarsılabilir. Dördüncüsü ise yakîn mertebesidir. Yakîn, imanın son aşamasıdır. Bu iman çeşidi görkemli dağlar gibidir. İlim, delil ve kalb nurundan oluşan sağlam bir alt yapısı bulunduğu için, karşı taraftan estirilen şüphe ve itiraz rüzgarları önünde sarsılmaz. Yakînin itikattan bir farkı da şudur ki, itikat sahibi itikadına aykırı hareket edebilir; halbuki, yakîn sahibi bunu kolaylıkla yapamaz.
Yakîn, kalpte yeşeren ve kök salan bir ağaç gibidir. Ömür boyu yeşil kalan bu ağacın meyvesi ise Allah Teâlâ’nın gözetimi altında olduğunu hissetme, takva ve sâlih ameller işleme, Allah korkusu duyma ve O'ndan utanma gibi duygulardır.
8- Hüzünlü, kırgın, sessiz, mütevâzi ve tefekkür halinde olmak; hal ve hareketlerinde, giyim kuşamında, konuşma ve sükûtunda Allah korkusu ve haşyetini yansıtmak. Bu sıfatlara sahip olan âhiret âlimini görenler, Allah Teâlâ'yı, kıyâmet ve hesabı, cennet ve cehennemi hatırlarlar. Âhiret âlimleri bu özellikleriyle peygamberlere benzerler. Çünkü, bu özellikler peygamberlerin de vasıflarıdır. Çok konuşmak, olur olmaz sebeplerle gülmek, kahkaha atmak, sert ve çiğ hareketler yapmak ise, âhiret hesap ve azabından habersiz yaşayan dünya ehlinin halleridir. Sehl şöyle demiştir: "Alimler iki kısımdır. Bir kısmı Allah Teâlâ’nın emirlerini bilir, fakat O'nun yanındaki azap ve nimetleri bilmezler. Bunlar dünya âlimleridir. Diğer bir kısmı ise, hem O'nun emirlerini, hem de yanındaki azap ve nimetleri bilirler. Bunlar âhiret âlimleridir. Bunların kalplerine Allah korkusu, bedenlerine huşu' ve tevazu hâkimdir." Hz. Ömer (ra) şöyle demiştir: "İlim öğrenin ve onunla birlikte ona yakışan vakar, hilm ve tevazuu da öğrenin."
İlim âhiret ilmi ise, sahibine hilm, tevazu, yumuşaklık ve güzel huy da kazandırır. Allah Rasûlü’ne nisbet edilen bir sözde şöyle denilmiştir: "Ümmetimden hayırlı bir taife vardır ki, bunlar Allah Teâlâ’nın rahmetinin genişliğini göstermek için halkın yanında gülerler; fakat yalnızken O'nun azabının şiddetini duyar ve ağlarlar. Bunların vücudları yerde, kalpleri göktedir; bedenleri dünyada, ruhları âhirettedir; halka sükûnet ve şefkatle yaklaşır ve Allah Teâlâ'ya yakın olmaya (O'nun rızasını kazanmaya) çalışırlar."
Allah Rasûlü’ne nisbet edilen bir sözde şöyle denilmiştir: "Kıyâmet gününde en çok güven duyanlar, dünyada iken (Allah Teâlâ'dan) en çok korkanlardır; o gün en çok gülenler, dünyada iken (dinî duygularla) en çok ağlayanlardır; o gün en çok sevinç duyanlar, dünyada iken (âhiret telaşıyla) en çok hüzünlü olanlardır." Hz. Ali (ra) şöyle demiştir: "İlme hafiflik karıştırmayın. Aksi takdirde onun etkisini öldürürsünüz.", "Öğretende sabır, tevazu ve güzel huy bulunması; öğrenende de akıl, edep ve anlama gücü bulunması ilim için büyük nimetlerdendir."
Kısacası; âhiret âlimlerinde Kur’ân’ın önerdiği ahlâk vardır. Çünkü bunlar Kur’ân’ı dünya keyfi ve çıkarı için değil, âhiret ameli ve sevabı için öğrenmişlerdir. Kur’ân ahlakı ise beş maddede özetlenebilir. Bunlar; Allah korkusu, huşu', tevazu, yumuşaklık ve âhireti dünyaya tercih etmektir. Bu hususları emreden ve öven âyetlerden birer örnek şöyledir: "Allah'ın kulları içinde O'ndan korkup haşyet duyanlar âlimlerdir." (Fâtır, 28), "Onlar Allah'a karşı huşu' halindedirler ve O'nun âyetlerini az bir ücretle satmazlar." (Âl-i İmran, 99), "Müminler için kanatlarını indir." (Hicr, 88), "Allah'ın rahmetiyle onlara yumuşadın." (Âl-i İmran, 159), "Kendilerine ilim verilenler, "Yazık size! Allah'ın sevabı iman edip sâlih amel işleyenler için bundan (dünyadaki şeylerden) daha hayırlıdır." dediler." (Kasas, 80)
Allah Rasûlü (sa), "Allah kime hidayet vermek isterse, onun kalbini İslâm için (veya İslâm ile) açar." (En'âm, 125) âyetini okuyunca, kendisinden buradaki "açmak" tan ne kasdedildiği soruldu. Bunun üzerine şöyle buyurdu: "İman nuru bir kalpte yakıldığı zaman, kalb onunla açılıp genişler." Kalbin bu nurla açılıp genişlediğinin bir alâmeti var mıdır? diye soruldu. Allah Rasûlü (sa) "Bunun alâmeti, aldanış yeri olan dünyadan uzaklaşmak, ebediyyet yurdu olan âhirete yönelmek, ölüm gelmeden önce ona hazırlanmaktır." (Hâkim, Beyhakî) buyurdu.
9- Amelleri geçersiz kılan ve kalpleri bozan riya, ucub, gizli şehvet (gizli dünya arzuları ve hesapları) gibi kötü sıfatları ve şeytanın hilelerini iyice öğrenmeye özen göstermek. Çünkü bu sıfatlar ve hileler şerdirler. Şerri bilmek ise, ondan korunmanın yoludur. Dünya âlimleri bu konularla ilgilenmezler; bunları öğrenmek işlerine de gelmez. Çünkü, onlar da câhiller gibi, başlarını kuma sokmak ve kazandıkları günahların cezasını düşünüp titremeden yaşamak isterler. Âhiret talipleri ise, yılandan, çıyandan korkup kaçtıkları gibi, bu çürütücü ve iflâs ettirici kötü sıfatlardan ve öldürücü şeytan hilelerinden korkup kaçarlar. Huzeyfe (ra) şöyle demiştir: "Ashâb, Allah Rasûlü’nden hangi amellerin daha çok sevaplı olduğunu sorarlardı. Ben ise, amelleri çürüten âfetlerin neler olduğunu sorardım." Huzeyfe (ra), böylece Allah Rasûlü’nden nifak alâmetlerini ve bu ümmet içinde meydana gelecek fitneleri öğrenmişti. Ashâb da daha sonra bunları ondan sorup öğrenirlerdi. Örneğin, Hz. Ömer (ra), münafık olduklarından şüphe ettiği kimseleri ondan sorduğu gibi, kendi nefsine karşı şiddetli hassasiyetinden dolayı, kendisinde de nifak alâmeti bulunup bulunmadığını ona sorardı.
Gerçek acıdır; onu anlamak ve yaşamak da zordur. Kişinin kendi kötü hal ve hareketlerini öğrenmek istemesi ve onları gidermeye çalışması da böyledir. Çünkü bu, devamlı bir surette ilaç içip onun acılığına sabretmeye benzer. Bu ilaçların sıhhat gibi sonuçlarını ve âhiretteki büyük mükâfatlarını düşünmeyen ve bunlara yakîn derecesinde iman etmeyenler bu tedaviyi göze alamazlar.
10- Bid'atlardan şiddetli bir surette sakınmak. Bid'at, Allah Rasûlü ve onun ashabından sonraki dönemlerde ortaya çıkarılan ve bir nass ve esasa dayanmayan dinî anlayışlar ve tatbikatlardır. Halkın ekseriyeti bu bid'atlara rağbet etse bile, bunlardan sakınmak lâzımdır.
Çünkü, Allah Teâlâ’nın gönderdiği ve razı olduğu din onun Rasûlü tarafından tebliğ ve tatbik edilen dindir. Buna yapılan ilâveler ise, cazip de görünseler birer dalâlettirler. Allah Rasûlü (sa) şöyle buyurmuştur: "Din adına sonradan uydurulan işlerden sakının. En kötü işler, sonradan uydurulup dine sokulan işlerdir. Bu işlerden her biri bid'atdır. Bid'at da dalâlettir" (İbnu Mâce), "Kim dinimizde olmayan bir şeyi uydurursa, uydurduğu şey reddedilir." (Müttefekun aleyh) Bu sebeple, âhiret âlimleri dinî anlayış ve tatbikatta Allah Rasûlü ve onun ashâbına uyar ve bunların yol ve izlerini takip ederler. Kurtuluşa ermek isteyenler de, bu âlimleri dinler ve onların arkasından giderler. Çünkü dinin gerçeği onların söz ve amellerindedir.
Hasan el-Basrî şöyle demiştir: "İki taife bid'atların en kötülerini icad etmişlerdir. Bu taifelerden birisi, kendilerine göre dinde bir görüş ve tatbikat uyduran, sonra da, cennete ancak, kendilerinin gideceğini söyleyenlerdir. Diğer taife ise, hayırlı nesilde (ashâbda) görülmemiş biçimde dünyayı seven, onun için kavga edip barışan, onun için çırpınıp didinen, onu maksat ve hatta mabud haline getirenlerdir. Bu taifeleri bırakın, cehenneme tek başlarına gitsinler! İki ateş arasında kalmış gibi, bu iki taife arasında kalıp da onlara meyletmeyen, selefin akîde ve amelini öğrenen ve dinini bunların söz ve amellerine göre yaşayan kimselere doğrusu büyük sevap vardır. Siz de bunlardan olun!" Allah Rasûlü’ne nisbet edilen bir sözde şöyle denilmiştir: "Kendi kusurlarıyla uğraşıp başkalarını çekiştirmeyen, helâl yoldan kazandığı malının fazlasını hayır işlerinde sarf eden, fıkıh ve hikmet ehliyle oturup kalkan, günah işleyenlerden ve sapmışlardan uzak duran, tevazu, güzel huy ve kalb temizliğine sahip olan, halka zarar vermekten sakınan, ilmiyle amel eden, Sünnet'le yetinen, bid'atlara bulaşmayan kimseye ne mutlu!" Abdullah İbni Mes’ûd (ra) şöyle demiştir: "Sünnet'e uygun az bir amel, bid'at karışmış çok amelden daha hayırlıdır.", "Siz şimdi öyle bir zamandasınız ki, en hayırlınız amel etmek için acele edendir. Halbuki, sizden sonraki zamanlarda en hayırlı olanlar, acele eden değil, Sünnetle bid'atı birbirinden ayırıncaya kadar sabredendir." Huzeyfe (ra) şöyle demiştir: "Sizin bugün doğru bildiğiniz şeyler, sizden evvelki cahiliyette yanlış bilinirdi. Bunlar sizden sonraki cahiliyette de yine yanlış bilinecektir. Sizin yanlış bildiğiniz şeyler de bu cahiliyette doğru bilinecektir." İbni Mes’ûd (ra) şöyle demiştir: "Siz şimdi öyle bir zamandasınız ki, nefsin hevesleri ilme boyun eğmiştir. Bundan sonraki zamanda ise, ilim nefsin heveslerine boyun eğecektir." Allah Rasûlü’ne nisbet edilen bir sözde şöyle denilmiştir: "Allahın bir meleği her gün, "Peygamberin sünnetini bid'atlarla değiştirenler onun şefaatine eremezler." diye seslenir. Diğer bir sözde de şöyle denilmiştir: "Benim ümmetimi aldatanlara Allah, melekler ve bütün insanların lanetleri olsun. Bunlar, bid'at uydurup onu ümmetime din olarak takdim edenlerdir."
Dine bid'at sokan kimsenin kişisel bir günah işleyen kimseye göre vebali daha büyüktür. Çünkü, ikincisi günah işlemekle kendi kendine kötülük ettiği halde, birincisi dine kötülük eder ve onu bozar. Bunu bir misâl ile açıklamak gerekirse, günah işleyen kimse devletin bir kanununa aykırı hareket eden kimse gibidir. Böyle bir kimseye bir müddet hapis cezası verilir. Bid'at uyduran ise, devletin kendisini yıkmak için isyan çıkaran kimse gibidir. Bunun cezası ise idamdır.
Bid'atlardan sakınmanın çareleri şu söz ve tavsiyelerde gösterilmiştir:
-"Selefin (ashabın) üzerinde konuştuğu konuları konuşun; onların konuşmadıkları konuları siz de konuşmayın."
-"Hak çizgisini aşmak zulüm, ondan geri kalmak da acizliktir."
-"Orta yolu izleyin. Onun ötesine geçen ona dönsün; onun gerisinde kalan da ona yetişsin. Böylece hepiniz bir çizgide buluşup birleşin.
Abdullah İbni Abbas (ra) şunları söylemiştir: "Bid'at ve dalâlet, hasta mizaçlara lezzet verir.", "Zaruret ve ihtiyaç halleri dışında, ashaptan sonra dinde yenilikler yapmak, onunla eğlenmek ve oynamaktır."
Allah Teâlâ, bunu yapanlar hakkında şöyle buyurmuştur: "Dinlerini oyun ve eğlence haline getiren ve dünya hayatına aldanan kimseleri terk et. Onlar, yaptıklarından dolayı helak olmuşlardır." (En'âm, 70), "Kötü işleri şeytan tarafından kendilerine süslü ve güzel gösterilen kimselerin yaptıklarını Allah bilir." (Fâtır,
İblis, ashapla uğraştı; fakat onları ne itikatta, ne de amelde din çizgisinden kaydıramadı. Onlardan sonra tabiilerle uğraştı; bunları da itikat çizgisinden kaydıramadı. Bunlardan bazılarını bazı günahlara itebildiyse de, bu kimseler itikatları sağlam olduğu için tevbe ettiler. Üçüncü nesilden sonra gelenlerle uğraştı ve aradığını onlarda buldu. Çünkü bunlar (bir kısmı itibarıyla) itikatta da, amelde de icâdlar yaptılar ve bid'atlara uydular. Bu suretle, doğru şeyleri yanlış, yanlış şeyleri doğru yerine geçirdiler. Allah Teâlâ da bunları çeşitli cezalara uğrattı; kimi zaman da düşmanlarını başlarına musallat etti.
Sonuç; ilim kılıç gibidir. Kılıcı kâfirlerle savaşmak için kullanan gazi olur; yol vurmak ve baş kesmek için kullanan ise eşkıya olur. İlmi doğru ve yanlış kullananlar da bunlar gibidirler.