Allah Teâlâ’nın Takdirine Rıza Göstermek
Bil ki, takdire rıza göstermek de sabır gibi imanın mertebelerindendir. Sabır takdire boyun eğmek, ve ona karşı kötü tepki göstermekten sakınmaktır. Rızâ ise, onu içtenlikle kabullenmek ve benimsemektir. Nefse ağır gelen ve acı veren musibetlere rızâ göstermek iki sebepten dolayıdır. Bunlardan birisi, Allah Teâlâ'nın istediğini nefsin istediğine tercih etmek, birisi de musibetin sevabını geçici bir rahatlıktan üstün tutmaktır.
Rıza bu olduğu için, bazı kimselerin, "Küfür ve günahlar da Allah Teâlâ'nın takdirleridir. Onun için, bunlara da rıza göstermek, onları da hoş görmek ve onlara karşı emr-i maruf ve nehy-i münker yapmayı terk etmek lâzımdır." demeleri, bazılarının da, musibetlere karşı duâ etmemek ve meşru sebeplere tevessül etmemek gerektiğini söylemeleri yanlıştır.
Dini yanlış anlamaktan da sakınmak lâzımdır. Çünkü din diye yanlış anlaşılan şey din değildir. Ancak dini doğru anlamak da o kadar kolay değildir. Eğer dini doğru bir şekilde anlamak kolay olsaydı, Allah Rasûlü (sa), amcazadesi Abdullah İbni Abbas için, "Allah'ım! Onu dinde âlim kıl ve ona dini doğru öğret." (Muttefekun aleyh) diye duâ etme ihtiyacını duymazdı ve şu duayı yapmazdı:
"Allah'ım! Bize hakkı hak olarak bildir ve ona uymayı nasip et. Bâtılı da bâtıl olarak bildir ve ondan sakınmayı nasip et."
Biz burada önce rızanın faziletini, ondan sonra da onun hakikatini açıklamaya çalışacağız.
Doğru olan, önce bir şeyin hakikatini, ondan sonra faziletini açıklamaktır. Çünkü bir şeyin ne olduğunu öğrenmeden onun faziletini öğrenmek bir işe yaramaz. Ancak güçlü bir müellif olan İmam Gazali (ra), bu kitabın başından sonuna kadar bunun tersini yapmıştır. İhtimal ki, kavramların hakikatini açıklarken sözün çok uzaması sebebiyle önce kısaca onların fazilet veya reziletlerini bildirmeyi daha uygun bulmuştur.
Rızâ'nın Fazileti ve Hakikati
Rızâ, Allah Teâlâ'nın kuldan razı olması ve kulun O'ndan razı olması diye ikiye ayrılır. Ancak, bu iki rızâ türü birbirinden ayrılmazlar. Çünkü Allah Teâlâ kuldan razı ise, kul da O'ndan razı olur. Bunun aksi de doğrudur. Yani, kul Allah Teâlâ'dan razı ise, Allah Teâlâ da kendisinden râzıdır. Onun için, Kur'ân-ı Kerim'de şöyle buyurulmuştur:
"Allah onlardan râzıdır. Onlar da Allah'tan râzıdırlar." (Beyyine Bir âyette de: "Allah'tan razı olmak en büyük amel, Allah’ın razı olması ise en büyük mükâfattır." (Tevbe, 72) denilmiştir.
Rızâ’nın fazileti hakkında Allah Rasûlü (sa) da şunları söylemiştir:
"Allah Teâlâ cennet ehline görünür ve onlara şunu söyler: 'Ben size verdiğim sözü yerine getirdim; nimetimi üzerinizde tamamladım ve sizi ikram yurdu olan cennete yerleştirdim. Bundan sonra benden ne istersiniz?’ Cennet ehli: 'Rabbimiz! Bizden razı olmanı isteriz.’ derler." (Ebu Ya'lâ, Bezzâr, Taberânî)
"Ne mutlu o kimseye ki, İslâm’a hidâyet edilmiş, rızkı kifayet miktarı verilmiş ve kendisi buna rızâ göstermiştir." (Geçti)
"Bir kul rızkın azı ile Allah Teâlâ'dan razı olursa, Allah Teâlâ da amelin azı ile ondan razı olur." (Deylemî)
"Allah Teâlâ bir kulunu sevmek istediği zaman, onu (varlık veya yoklukla) imtihan eder. O bu imtihanı şükretmek, sabır ve rızâ göstermek suretiyle kazanırsa, onu sever." (Geçti)
"Ümmetimden bir taife, kendilerinden hesap sorulmadan cennete gönderilirler. Melekler onlara, 'Ameliniz neydi?’ diye sorunca da şöyle derler: "Biz halvette iken de Rabbimize karşı günah işlemekten sakınırdık ve O'nun bize takdir ettiği rızka rızâ gösterirdik." (İbnu Hibban)
"Ey fakirler! Fakirliğinizin sevabını almak istiyorsanız, rıza gösterin." (Geçti)
"Allah Teâlâ’nın sizden razı olmasını istiyorsanız, siz de O'ndan razı olunuz." (Hâkim)
"Allah Teâlâ buyurdu ki: Kaderi ben takdir ettim; tedbiri ben tayin ettim ve bunları ben istedim. Kim bunlara rızâ gösterirse, ben de ondan razı olurum. Kim kızgınlık gösterirse, ben de ona kızarım." (Taberanî)
"Allah Teâlâ, adaletinin gereği olarak mutluluk ve huzuru yakîn ve rızaya, mutsuzluk ve huzursuzluğu da şüphe ve kızgınlığa yerleştirmiştir." (Taberanî)
Allah Rasûlü (sa), hicret yolculuğunda Kuba'ya geldiğinde orada bir toplulukla karşılaşır ve onlara:
-"Kimlersiniz?" diye sorar. Topluluk:
-"Biz mü’minleriz." derler. Allah Rasûlü (sa):
-"İmanınızın alâmeti nedir?" diye sorar. Topluluk:
-"Biz belâya sabreder, nimete şükreder, takdire rıza gösteririz." derler. Bunun üzerine Allah Rasûlü (sa) şöyle der:
-"Öyleyse, siz gerçekten mü’minlersiniz." (Geçti)
Mâlik İbni Enes (ra) şunu söylemiştir:
"Ben yirmi yaşıma kadar on sene Allah Rasûlü’nün ev işlerinde kendisine hizmet ettim. Bir gün bile bana, yaptığım bir şeyden dolayı, 'Niye yaptın?’ veya yapmadığım bir şeyden dolayı, 'Niye yapmadın?’ veya olan bir şey için, 'Keşke olmasaydı!’ veya olmayan bir şey için, 'Keşke olsaydı!’ demedi. Dediği şey: ‘mukadder olsaydı olurdu.’ demekten ibaret idi." (Muttefekun aleyh)
Allah Teâlâ’nın şöyle dediği rivayet edilmiştir: "Bazen ben bir şey isterim, kul ise başka bir şey ister. Fakat benim istediğim olur. Kul, benim istediğime rızâ gösterirse, ben de onu razı ederim; rıza göstermezse ben onu kendi istediğini gerçekleştirmek için çalıştırıp yorarım, sonra yine kendi istediğimi yaparım."
Abdullah İbni Abbas (ra) şöyle demiştir: "Kıyâmet gününde en evvel cennete davet edilenler, her hâl ve durumda Allah Teâlâ'ya hamd edenlerdir."
Hz. Ömer (ra) şöyle demiştir: "Varlık veya yokluk içinde yaşamak benim için aynı şeydir."
Ömer İbni Abdulaziz (ra) şöyle demiştir: "Benim sevincim, kaderin tecellilerini seyretmektir."
Ömer İbni Abdulaziz'e, "Ne istersin?" diye sorduklarında da şöyle demiştir: "Allah Teâlâ'nın takdir ettiği şeyi isterim."
Meymun İbni Mehrân şöyle demiştir: "Kadere razı olmayanın akılsızlığına devâ ve ilaç bulunmaz."
Muhammed İbni Vâsih'in ayağında ağrı yapan bir çıban çıkmıştı. (İhtimal ki, bu bir kanser çıbanıydı ve ağrısı çok fazlaydı.) Bir adam, "Bu çıbandan dolayı sana acıyorum." dedi. Muhammed şu karşılığı verdi: "Bense, onun gözümde çıkmadığına sevinip şükrediyorum."
Bir abid, rüyasında bir çobanı cennette görür ve ertesi gün yanına gidip amelini öğrenmek ister. Fakat, çobanın fevkalâde bir amelini görmez. Bunun üzerine ona, "Başka bir amelin yok mu?" diye sorar. Çoban, şu cevabı verir: "Yok. Ancak bir huyum vardır. Ben zorlukta olsam rahatlıkta olmayı, hasta olsam sıhhatte olmayı, güneşte olsam gölgede olmayı temenni etmem." Abid, onu dinledikten sonra şunu söyler: "Bunu sadece bir huy olarak görme; bu amellerin en üstünüdür."
Ebud Derdâ (ra) şöyle demiştir: "İmanın zirvesi Allah Teâlâ'nın hükmüne sabretmek ve O'nun kaderine rızâ göstermektir."
Rabia şöyle demiştir: "Kul nimete sevindiği gibi, musibete de sevinirse rıza mertebesine çıkmış olur."
Fudayl şöyle demiştir: "Allah Teâlâ'nın istenilen şeyi vermesiyle vermemesi aynı ruh hâliyle karşılanırsa rıza mertebesine ulaşılmış olur."
Suâl: Musibetle nimeti aynı ruh hâli ile karşılamak mümkün müdür?
Cevap: Daha fazlası da mümkündür. O da nimete üzülmek ve musibete sevinmektir. Çünkü nimetin hesabı, musibetin ise sevabı vardır. Ayrıca, Allah Teâlâ'yı seven, O'nun kendisi için tercihi musibet ise, musibeti nefsinin tercihi olan nimetten üstün tutar ve ona sevinir. Allah Teâlâ'yı dost, nefsi düşman bilen bir kimse, Allah Teâlâ'yı memnun etmeyi nefsini memnun etmekten önemli bulur.
Feth el-Musilî'nin ayağı taşa çarptı ve bir tırnağı yerinden çıktı. Kendisi kanayan parmağına bakıp güldü. Yanındaki, "Acı duymuyor musun?" diye sordu. O şu cevabı verdi: "Sevabın lezzeti bana acıyı unutturdu."
Şakîk el-Belhî şöyle demiştir: "Musibetin sevabını bilen, ondan kurtulmak istemez."
Sehl et-Tusterî'nin ciddî bir hastalığı vardı. Fakat, tedavi olmuyordu. Sebebi sorulunca da şöyle derdi: "Sevgilinin tokadı acı vermez."
Serî es-Sakafî şöyle demiştir: "Allah Teâlâ'yı seven, belânın elemini duymaz."
Bir zat şöyle demiştir: "Ben yalnızca Allah Teâlâ'nın sevdiği şeyi severim. Onun için, kendisi cehennemi sevseydi, ben de cehennemi sevip onu cennete tercih ederdim."
Bişr şunu söylemiştir: "Bağdat'ta bir gence yüz sopa vurdular. Fakat kendisi ne sesini çıkardı, ne de rahatsızlık belirtisi gösterdi. Ben kendisine:
-" O sopalardan hiç acı duymadın mı?" diye sordum. Genç adam:
-" Hayır! Acı duymadım. Çünkü ben âşığım, beni sevgimden dolayı dövdüler." dedi."
Bişr şunu da söylemiştir: "Abadan'da cüzamlı ve gözleri görmeyen bir adam gördüm. Ona hâlinden şikâyetçi olup olmadığını sordum. Şu cevabı verdi: "Benimle Rabbimin arasına girmek isteyen bu fuzulî adam kimdir? Bil ki, Rabbim beni parça parça doğrasa, O'na sadece sevgim artar."
(Bu söz, başka bir zatın şu beytini akla getiriyor:
Seni sevdiğim için lime lime de doğrasan beni
Bir lahza kalbim başkasına meyletmez, bırakmaz seni.)
Cüzamlı ve kör bir adam zikrediyor ve sık sık, "Pek çok kulunu mübtelâ kıldığı hastalıktan bana afiyet veren Allah'a hamd olsun!" diyordu. Merak eden bir adam, kendisine az mı musibet verildiğini sordu. O şu cevabı verdi: "En büyük musibet küfür ve inkâr musibetidir. Allah Teâlâ bana bu musibetten afiyet vermiştir. Kendisine şükretmek için bundan daha büyük afiyet olmaz."
Abdullah İbni Mes'ûd (ra) şöyle demiştir: "Fakirlik ve zenginlik birer binektir. Kabre ulaşmak için onlardan hangisine bindiğime aldırmam."
Urve İbni Zübeyir, kangren olan bacağı kesildiği zaman şunu söylemiştir: "Bir bacağımı alırken birini bana bırakan Allah'a hamd olsun. Allah'ım! Bir bacağımı aldınsa birini de bıraktın; birine belâ verdinse, diğerine de afiyet verdin. Sana şükürler olsun!"
Bir zat şöyle demiştir: "Gâfil insanlar Allah Teâlâ'ya itâat etselerdi, karşılığında vücudumun makaslarla parçalanmasına razı olurdum."
Sahâbî İmrân İbni Husayin (ra), otuz sene yerde hasta yatmıştır. Onu bu hâlde gören Mutrif ağlayınca, kendisi şunu söylemiştir: "Ağlama! Çünkü kendim için sevdiğim şey, Allah Teâlâ'nın benim için sevdiği şeydir. O da bu hastalıktır."
Abdullah İbni Sâib şunu anlatmıştır: "Sa'd İbni Ebi Vakkas (ra), son döneminde gözlerini kaybetmişti. Bu hâlde iken bir ara Mekke'ye geldi. Duâsı kabul olan bir sahâbi olduğu için, onu ziyaret edenler kendisinden duâ istediler, o da her isteyene duâ etti. Ben de kendisine, 'Ey amca! Sen başkalarına duâ ediyorsun ve onlar bunun faydasını görüyorlar. Niye gözlerinin açılaması için de duâ etmiyorsun?’ dedim. Sa'd tebessüm etti ve, 'Yavrum! Allah Teâlâ'nın takdiri benim yanımda gözlerimden daha kıymetlidir.’ karşılığını verdi."
Duâ Etmek ve Kötülüklere Buğzetmek Rızâ'ya Aykırı Değildir.
Sa'd (ra)’ın sözü rızanın bir boyutu olan teslimiyetin ifadesidir. Ancak, prensip olarak duâ etmek rızaya aykırı değildir. Çünkü, duâ etmek rızaya aykırı olsaydı, duâ etmemiz emredilmezdi. Halbuki, duâ etmek konusunda çok emirler ve teşvikler vardır. En yüksek rıza makamında olan Allah Rasûlü (sa), aynı zamanda en çok duâ eden insandır.
(Ancak, Allah Rasûlü’nün duaları, genel olarak ümmetini duâ etmek konusunda bilgilendirmek ve kendi seviyelerinde neleri isteyip nelerden sakınmaları gerektiğini öğretmek gayesine yöneliktirler. Onun için, kendisi özel olarak başına gelen bir belâ veya hastalıktan dolayı duâ ettiği çok enderdir. Bu sebeple, ona en çok sıkıntı veren Tâif seferinde bile, acz ve fakrını dergah-ı uluhiyete arz ettikten sonra şöyle demiştir: "Razı oluncaya kadar beni imtihan etmek senin hakkındır.")
Tıpkı duâ etmek gibi, kötülüklere buğz etmek, kötülük ehlini kınamak, emr-i maruf ve nehy-i münker yapmak konusunda da emredici ve teşvik edici çok âyet ve hadisler vardır. Bu babta da Allah Rasûlü (sa) en önde gitmiştir. Nitekim, Allah Teâlâ ona şunu emretmiştir:
"Ey peygamber! İnkârcılar ve iki yüzlülerle cihad et ve onlara karşı güçlülük göster. Onların yeri cehennemdir. Cehennem ne kötü varış yeridir." (Tevbe, 73)
Kendisi de şunu söylemiştir: "İmanın en kuvvetli halkası Allah için sevmek ve Allah için buğz etmektir." (Ahmed)
"Sizden kim bir kötülük görürse, onu değiştirsin." (Buharî)
Hâl bu olunca, biraz yukarıda da temas edildiği gibi, kötülükleri hoş görmeyi kadere rıza saymak, dini bilmemek ve nassları hiçe saymaktır. Kötülüklerin (küfür ve günahların) yaratmak yönüyle Allah Teâlâ’nın takdiri oldukları doğrudur. Ancak, onlar istemek ve talip olmak yönünden kulun kendi kesbi, vasfı ve fiilidirler.
Kur'ân-ı Kerim'de, "Allah sizi de, amellerinizi de yaratandır." (Sâffât, 96) buyurulmuştur. Bu o demektir ki, ameller kullara aittirler. Bu sebeple, bunların sevap ve günahları da onlara aittir. Amelleri yaratan ise Allah Teâlâ’dır. Ancak Allah Teâlâ, bunları kulların istek ve talepleri üzerine yaratır. Buğz edilmesi ve önüne geçilmesi gereken şey de, Allah Teâlâ’nın yaratması değil, kula ait olan istek, kesb ve fiildir. Nitekim Allah Teâlâ da yaratıcı olmasına rağmen, küfre ve günahlara razı olmadığını bildirmiş ve örneğin şöyle buyurmuştur: "Allah kulları için küfre razı olmaz." (Zümer, 7), "De ki: Allah, kötülükleri emretmez." (A'râf, 28)
Daha önceki bir bahiste, meşru sebeplere tevessül etmenin (başvurmanın, onları kullanmanın) tevekküle aykırı olmadığını, çünkü Allah Teâlâ’nın bir çok şeyleri sebeplere bağladığını ve çoğu zaman onları sebeplerin aracılığıyla verdiğini, O'nun sünnet, âdet ve kanununun bu şekilde oluştuğunu söyledik. Sebeplere tevessül etmek tevekküle aykırı olmadığı gibi, rızaya da aykırı değildir. Çünkü tevekkül ve rıza iman ve tevhidin aynı derecedeki uzantılarıdır.
Rıza; halkı halikına, mülkü mâlikine, tedbiri hak sahibine bırakmak, O'ndan gelen acı ve musibetleri gönülden ve içtenlikle kabul etmek ve İbrahim (as) gibi takdire teslim olmaktır. Bu peygamberle ilgili olarak Kur'ân-ı Kerim'de şöyle buyurulmuştur:
"Rabbi ona, Teslim ol!’ dedi. O da, 'Alemlerin (yani bütün varlıkların) Rabbi olan Allah'a teslim oldum.’ dedi." (Bakara, 131) Âlemlerin teslim olduğu bir zata teslim olmak, aklın da gereğidir. Çünkü, bundan başka çare de yoktur. Onun için Kur'ân-ı Kerim'de şöyle buyurulmuştur:
"Göklerde ve yerde olanlar isteyerek veya zorla O'na teslim olmuşlardır." (Âl-i İmrân, 83), "Biz gök ve yere, 'İsteyerek veya istemeyerek teslim olun!’ dedik. Bunlar, 'İsteyerek teslim olduk' dediler."
Selef-i sâlih (ilk dönemlerdeki sâlih kimseler), iyi insanların çoklukta olduğu, hayır ve tâatların yaygın bulunduğu yer ve yöreleri bereketli, bunun aksi olan yerleri de uğursuz sayarlardı. Örneğin, bir zamanlar (Abbasiler döneminde) Bağdat şehri metropoldü. Değişik din ve inançtaki insanların harmanlandığı bu şehirde gaflet koyulaşmış ve kötülükler çoğalmıştı. Bu yüzden, o dönemin âlim ve salihleri bu şehri sevmemiş ve orada yaşamayı istememişlerdir. Örneğin, Ahmed İbni Hanbel şöyle demiştir:
"Ehl ve iyâl (çoluk çocuk) olmasaydı, ben bu şehirden hicret etmeyi tercih ederdim." Bişr de şöyle demiştir:
"Bağdat'ta dindarlık etmek, çöplükte ibadet etmek gibidir." Çöplükte ibadet eden, onun ibadetini bozan pisliklerden kurtulamaz.
Buna göre, zulüm ve günahların çok olduğu bir yerde ikamet etmek de kadere rıza değildir. Bu yüzden Kur'ân-ı Kerim'de de şu duânın yapılması önerilmiştir: "Rabbimiz! Halkı zâlim olan bu şehirden bizi çıkar..." (Nisa, 75)
Duâ, amelin öncüsü olduğu için, böyle duâ edenlerin güç bulunca böyle yerleri terk etmeleri lâzımdır. Çünkü zulüm ve günahlar hem bulaşıcıdırlar, hem de kötü sonuçlarıyla herkesi etkiler ve zarara sokarlar. Bundan dolayı Allâh Teâlâ şöyle buyurmuştur:
"Sadece, zâlimleri vurmakla kalmayan fitnelerden sakının. Bilin ki, Allah, azabı şiddetli olandır." (Enfâl, 25) Bu âyetteki fitnelerden maksat, zulüm ve günahların sebep oldukları belâ ve musibetlerdir. Çünkü bir yerde Allah Teâlâ’nın nehyettiği işler yaygınlaşırsa, belâ ve azap iner ve o yerdeki herkesi vurur.
Müteferrik Fâideler
Eğer denilse ki, günahlardan kurtulmak için ölmeyi temenni etmek mi, yoksa sâlih amellere muvaffak olmak için yaşamayı istemek mi, ya da ölüm kalım işini Allah Teâlâ’nın takdir ve tercihine bırak mı efdaldir?
Derim ki, bu işi Allah Teâlâ’nın takdir ve tercihine bırakmak efdaldir. Nitekim bir gün Sufyân Sevrî, Yûsuf İbni Esbat ve Vuheyb İbni Verd bu meseleyi konuşurken Sufyân, "Ben, bir imtihan ve günaha mübtelâ olmak korkusu yüzünden ölmek istiyorum." demiş. Yûsuf, "Ben, sâlih bir amel ve sağlıklı bir tevbeye muvaffak olmak ümidi yüzünden yaşamak istiyorum." demiş. Vuheyb ise, "Ben ölüm kalım işini hayatı ve ölümü yaratana bırakmak istiyorum." demiş ve onun bu görüşü diğerleri tarafından da daha doğru bulunmuştur.
***
Bir adam bir ariften kendisine duâ etmek istemiş. Arif ona şöyle duâ etmiştir:
"Allah Teâlâ, ibadeti sana kolaylaştırsın ve yaptığın ibadeti riya girmemesi için başkalarından, kibir ve ucub karışmaması için de senin nefsinden saklasın."
(Arif âlim. demektir. Ancak tasavvuf ıstılahına göre, âlim Allah Teâlâ'yı Kur’ân ve hadislerle bilendir. Arif ise, O'nu kalb ve keşf yoluyla bilendir. Şöyle denilmiştir: "Âlim, Allah Teâlâ'ya havf ve recâ ile, arif sevgi ve aşk ile kulluk eder." İlâhiyatçı filozof ise, O'nu akıl ve mantık yoluyla bilmeye çalışandır. Allah Teâlâ'yı en iyi bilen ise, Kur'ân ve hadisleri önde tutmak şartıyla bu yolların hepsiyle O'nu bilendir.)
***
İnsanın kalbi ile Allah Teâlâ arasında maddî bir perde yoktur. Olan perde, insanın kendi nefsini veya başkalarını görmesi ve bunlara yönelmesidir.
***
Şu sözler Allah Rasûlü’ne nisbet edilmiştir: "Dünyanın azlığını çokluğuna ve meçhul kalmayı tanınmaya tercih etmedikçe kişi imanını tamamlamış olmaz."
"Bir kulda üç haslet bulunmadıkça imanı kâmil olmaz. Bu hasletler kızgınlık sebebiyle hak çizgisini aşmamak, sevgi sebebiyle adaleti bozmamak, gücü yettiği için haksızlık yapmamaktır."
"Üç haslet kimde bulunursa o kimse imanını tamamlamış olur. Bu hasletler Allah yolunda tehditlerden korkmamak, hiçbir ameliyle gösteriş yapmamak, dünya ve ahirete ait işler bir arada önüne çıktığı zaman ahiret işine öncelik vermektir."
"Kime üç haslet verilmişse ona Dâvûd (as)’ın hasletleri verilmiş demektir. Bu hasletler sevdiği ve sevmediği kimselere karşı adaletli davranmak, zenginlik ve fakirlikte orta yolu tutmak (cimri ve müsrif olmamak), halvette ve halk arasında Allah Teâlâ'dan korkmaktır."
***
Herem İbni Hayyan şöyle demiştir:
"Kişi Rabbini tanıyınca O'nu sever. O'nu sevince O'na itâat eder. O'na itaatin lezzetini duyunca da lezzet için dünyaya bakmaz."
***
Şiblî şöyle demiştir: "Allah Teâlâ Dâvûd (as)’a şunu vahyetmiştir: "Anmam beni ananlar içindir. (Ben, beni ananları anarım.) Cennetim bana ibadet edenler içindir. Beni görmek de beni sevenler içindir."
Allah Teâlâ Âdem (as)’a şunu vahyetmiştir:
"Ey Âdem! Beni sevenler her dediğime inanırlar; her yaptığımı beğenirler ve beni razı etmek için kendilerini yorarlar."
Bir zat, Allah sevgisiyle kör oluncaya kadar ağladı; bacaklarında mecal kalmayıncaya kadar namaza durdu, sonra şunu söyledi:
"Büyüklüğüne yemin ederim, önüme bir ateş denizi çıksa ve senin rızan onu geçmekte olsa, içine girip geçeceğim."
Zünnun şöyle demiştir:
"Ruhları farklı hususiyet ve himmette yaratan Allah Teâlâ'yı takdis ederim. Bu ruhlardan bazıları O'nun sevgisinden başka bir şey istemezler. Bazıları cennetten aşağısına iltifat etmezler. Bazıları da geçici olan dünyaya ibtila ve düşkünlük gösterirler."
Şöyle denilmiştir: "Allah Teâlâ sevgisi geçici arzuları ve nefsanî duyguları yakan kutsal bir ateştir. Bu ateşin girdiği bir kalbin toprağı gider, altını kalır."