Emr-i Ma'rûf ve Nehy-i Münkerin Vacip Olması ve Fazileti
Emr-i Ma'rûf ve ehy-i Münkerle İlgili Hükümler.
Önemine Göre Emr-i Ma'ruf ve Nehy-i Münker'in Çeşitleri
Amir ve Sultanlara Karşı Emr-i Ma'ruf ve Nehy-i Münker Yapmak.
Münker Örnekleri
Emr-i ma'rûf, dince ve akılca doğru ve matlup olan (istenen) şeyleri insanlara emretmek, tavsiye etmek, sevdirmek, teşvik etmek gibi mânalara gelir.
Nehy-i münker ise, bunların zıddı olan şeyleri nehy etmek, yapılmamasını istemek, kötülemek, caydırmak gibi anlamları taşır.
Allah Teâlâ, bütün peygamberleri emr-i ma'rûf ve nehy-i münker yapmak için göndermiş, onlara iman edenleri de bunu yapmakla yükümlü kılmıştır.
Emr-i ma'rûf ve nehy-i münker yapmak, dinin en büyük dayanağıdır; o ihmâl edildiği takdirde din çöker, dindarlık zayıflar, cehâlet ve dalâlet yayılır, yaptıkları yanlışlıklar ve kötülükler yüzünden insanlar helâk, ülkeler de harap olurlar. Bu durumda Allah Teâlâ'ya kulluk ortadan kalkar, insanlar nefislerinin emrine girip hayvanlar gibi yaşar ve her türlü çirkinliği ve yanlışlığı yaparlar.
Emr-i ma'rûf ve nehy-i münker yapmanın ihmâl edildiği dönemlerde, bunun ilmini bilen ve onu usûlüne uygun olarak yapanlar, dini diriltmiş ve bütün derecelerin üstünde bir manevî derece ve mertebe kazanmış olurlar.
Emr-i Ma'rûf ve Nehy-i Münkerin Vacip Olması ve Fazileti
Dinî bir vazife olan emr-i ma'rûf ve nehy-i münker yapmak, gücü yeten her müslümana vaciptir; onun fazilet ve sevabı da büyüktür. Allah Teâlâ şöyle buyurmuştur:
1- "İçinizde hayra davet eden, iyiyi emredip kötüyü nehyeden bir topluluk bulunsun. Bu topluluk iflâh olur." (Al-i İmrân, 104) Bu ayet-i kerime, bu vazifenin yapılmasını emrederek onun vâcip olduğunu bildirmiş ve aynı zamanda, bu vacibi ifâ edenlerin iflâh olacağını (Allah katında sevindirici mükâfatlar bulacağını) haber vermiştir.
2- "Onlar gece saatlerinde uyanık durup Allah’ın âyetlerini okur ve secde ederler. Allah'a ve ahiret gününe iman eder, iyiyi emredip kötüyü nehyederler. Hayır işlerinde yarışıp başta giderler. Bunlar iflâh olmuşlardır." (Al-i İmrân, 113, 114) Bu ayet-i kerime, iflâh olanların başlıca vasıflarını bildirmiştir. Bu vasıflar Allah'a ve ahiret gününe iman etmek, Kur’ân okuyup namaz kılmak, emr-i maruf ve nehy-i münker yapmak ve hayır işlerinde yarışmaktır.
3- "Müminler birbirinin velîleridir. (Birbirine karşı) emr-i maruf ve nehy-i münker yaparlar, namaz kılarlar, zekât verirler, Allah'a ve Rasûlü’ne itâat ederler. Allah bunlara merhamet edecektir. Allah güçlü ve hikmet sahibidir." (Tevbe,71) Bu ayet-i kerime, emr-i maruf ve nehy-i münker yapmak, müminlerin birbirine karşı kaçınılmaz vazifeleri olduğunu ve diğer işlerle birlikte bunu da yaptıkları takdirde kesin olarak Allah Teâlâ tarafından ödüllendirileceklerini bildirmiştir.
4- "İsrailoğullarından kâfir olanlar, Dâvûd ve Meryem oğlu İsâ tarafından lanetlendiler. Çünkü onlar, isyân edip günah işliyor ve haddi aşıyorlardı. Onlar, aynı zamanda, işledikleri kötülükten birbirini nehyetmiyorlardı. Halbuki, ne kötü işler yapıyorlardı." (Mâide, 78, 79) Bu ayet-i kerime, kötü iş yapanlarla bunları bundan vazgeçirmeye çalışmayanların lanete müstahak olduklarını bildirmiştir.
5- "Ortaya çıkarılan sizler, insanlar için en yararlı ümmetsiniz. Çünkü iyiyi emredip kötüyü nehyediyor ve Allah'a inanıyorsunuz." Bu ayet-i kerime, müslümanların en yararlı topluluk olduklarını bildirmiş, bunun sebebinin de Allah Teâlâ'ya doğru bir şekilde iman etmeleri ve emr-i maruf ile nehy-i münker yapmaları olduğunu açıklamıştır. Bu arada, insanlara iyiliği emredip kötülüğü nehyetmenin, onlara en büyük fayda sağladığını, bu görevi de samimî bir şekilde yalnızca Allah Teâlâ'ya iman edenlerin yaptıklarını belirtmiştir.
6- "Onlara yeryüzünde iktidar verirsek namaz kılarlar, zekât verirler, iyiliği emredip kötülüğü nehyederler." (Hac, 41) Bu ayet-i kerime, yeryüzünde güç ve kudret bulan müminlerin yapmaları gereken işleri bildirmiştir. Bu işler namaz kılmak, zekât vermek, emr-i maruf ve nehy-i münker vazifesini yapmaktır.
7- "Onlar, kendilerine verilen öğütleri unutunca, biz kötülüğü nehyedenleri ayırdık, ondan sonra zâlimleri yaptıkları fısktan dolayı şiddetli bir azaba çarptırdık." (A'râf, 165) Bu ayet-i kerime, sözü edilen milletin zulüm ve fısk yüzünden azaba çarptırıldıklarını, ancak onları uyaranların bu azaptan kurtarıldıklarını bildirmiştir.
8- "İyilik ve takvada birbirinize yardımcı olun; günah işlemek ve haddi aşmakta ise birbirinize yardım etmeyin. Bu emirlere dikkatle uyun. Allah, azabı şiddetli olandır." (Mâide, 2) İyilik ve hayırda yardımlaşmak, hayrı emr ve teşvik etmek ve onun yolunu açmak ve göstermektir. Kötülükte yardımlaşmak ise bunun aksidir.
9- "Ey iman edenler! Adaleti titizlikle ayakta tutun ve kendiniz, anne-babanız ve en yakınlarınız aleyhinde de olsa Allah için doğru şâhidlik eden kimseler olun." (Nisa, 135) Kime fayda veya zarar verdiğine aldırmaksızın, doğru olanı tarafsız bir şekilde söylemek ve buna şâhidlik etmek emr-i maruf ve nehy-i münkerin temel unsurudur.
10- "Onların konuşmalarının çoğunda hayır yoktur. Hayır; sadakayı emreden, iyiliği teşvik eden ve insanların ıslahı için çalışanların konuşmasındadır." (Nisa, 114)
11- "Eğer müminlerden iki topluluk birbiriyle savaşırlarsa, onları barıştırın. Şayet onlardan birisi haddini aşarsa, bundan dönünceye kadar siz de onunla savaşın." (Hucurât, 9)
Birbiriyle bozuşup kavga eden ve savaşan müminleri barıştırmak, barışmaya yanaşmayan tarafla bizzat savaşmak, emr-i maruf ve nehy-i münker cümlesindendir.
(Allah Teâlâ, barışmayan tarafla savaşmayı bile emretmişken, günümüzde bu tarafı uyarmaya bile tahammül edilmez olmuştur. Bu tahammülsüzlük, kalplerde imanın çürüyüp çamur hâline geldiğinin işaret ve alâmetidir.)
Hz. Ebu Bekir (ra), bir hutbesinde şöyle demiştir:
"Ey insanlar! İçinizden bazıları, 'Siz hidâyet üzerinde olduğunuz takdirde dalâlete düşenler size zarar vermezler.’ (Mâide, 105) âyetini yanlış anlıyor ve 'Kötülerden bize zarar yok' diyorlar. Halbuki ben Allah Rasûlü’nden duydum, buyurdu ki: 'Bir toplumda günah işlenirken, nehy-i münker yapmaya gücü yettiği hâlde, bunu yapmayanlar olursa, Allah Teâlâ onları da diğerleriyle birlikte cezalandırır.’ (Sünen Kitapları)
Allah Rasûlü’nün bu konudaki bazı hadisleri de şöyledir:
1- "Ya iyiliği emreder ve kötülükten nehyedersiniz, ya da Allah Teâlâ kötüleri güçlendirip size musallat eder. O zaman bunlardan kurtulmak için duâ da etseniz, duânız kabul edilmez." (Tirmizî, Taberanî, Bezzâr)
2- "Yol kenarlarında oturmayın. Buna mecbur kalırsanız, o zaman da yolun hakkını verin. Yolun hakkı ise, gelip geçenleri göz hapsine almamak, kimseye her hangi bir şekilde eziyet vermemek, selâmı almak, emr-i maruf ve nehy-i münker yapmaktır." (Müttefekun aleyh)
3- "Emr-i maruf, nehy-i münker ve Allah Teâlâ’nın zikri dışındaki sözler ademoğlunun aleyhindedir." (Geçti)
4- "Allah Teâlâ, kötülük yapmayanları kötülerin günahlarıyla cezalandırmaz. Meğer ki, onlar güçleri yettiği hâlde, günah işlenmesine seyirci kalmış olsunlar." (Taberanî)17
5- "İleriki zamanda kadınlar kocalarını dinlemeyecek, gençler fâsıklığa meyledecek, cihad terk edilecektir. Daha ileriki bir zamanda emr-i maruf ve nehy-i münker yapılmayacaktır. Daha ileriki bir zamanda hayır şer, şer de hayır olarak görülecektir. Daha ileriki bir zamanda şer emredilecek, hayır nehyedilecektir. Bozulma bu aşamaya gelince, Allah Teâlâ insanlara öyle bir fitne verecektir ki, ondan nasıl kurtulacaklarını bilemeyeceklerdir." (İbnu Ebid-Dünya)
6- "Haksız olarak birisi öldürülür veya dövülür de olayı gördüğü hâlde önlemeye çalışmayan kimse mel'ûndur." (Beyhakî)
Kötülük görülür veya duyulursa, onu önlemeye çalışmak vacip olduğu için, bu mesuliyetten kurtulmanın çaresi, kötülük işlenen yerlerden ve onu işleyen kimselerden uzak durmak ve bununla ilgili haber ve dedikoduları takip etmemektir. Çünkü ihtiyaç ve zaruret bulunmadığı hâlde, kötülüklerle yüz yüze gelen veya onları sorup soruşturup öğrenen bir kimse, emr-i maruf ve nehy-i münker yapmakla yükümlüdür. Bu durumda gücünün yetmemesi de onun için mazeret oluşturmaz. Mazeret, ancak emr-i vakilerle karşılaşan kimseler için geçerlidir. Bundan dolayı, seleften bazı zatlar, kötülükleri önleyemeyeceklerini anlayınca çarşı - pazar ve toplulukları terk edip uzlete çekilmişlerdir. Bazıları da yolda geçerken gözlerini bağlamışlardır.
7- "Bir günah işlenmesi sırasında hâzır olan ve fakat ondan rahatsızlık duyan bir kimse, onu görmemiş gibi olur; o sırada hâzır olmadığı hâlde ondan memnuniyet duyan bir kimse ise onu görmüş gibi olur." (İbnu Adiyy)
Bu hadisteki hâzır olmak sözü, mecburiyetten dolayı veya tesadüfen rast gelmek anlamındadır. Çünkü kasıtlı olarak hazır bulunan, rahatsızlık duysa bile emr-i maruf ve nehy-i münker yapmadıkça vebalden kurtulmaz. Bu hadis, hazır olmadığı hâlde, işlenen günahtan memnuniyet duyan bir kimsenin de vebale girdiğini bildirmiştir.
8- "Bir kimse bildiği doğruyu, insanlardan korktuğu için söylemekten çekinmesin. Çünkü insanlar, ne onun muayyen olan ecelini çabuklaştırabilirler, ne de mukadder olan rızkını geciktirebilirler." (Tirmizî, İbnu Mâce, Beyhakî)
Abdullah İbni Mes'ûd (ra) şunu söylemiştir: "Allah Teâlâ insanlara peygamber gönderir. Peygamber, onların içinde kaldığı sürece onlar Allah Teâlâ’nın kitabı ve emriyle amel ederler. Onun vefatından sonra ashâb ve havarileri de Allah Teâlâ’nın kitabı ve onun sünneti ile amel ederler. Bunlardan sonra ise insanlar dilleriyle söylerler, fakat söyledikleriyle amel etmezler. Bunlarla eli ve diliyle cihad etmek her müslümanın görevidir. Bu cihada gücü yetmeyenler ise onlardan iğrensinler. Bu kadarlık tepkiyi de göstermeyenler, müslüman olduklarını söylemesinler."
Bu sahabî şunu da söylemiştir: "Vaktiyle bir şehir halkı günah işliyorlardı. Aynı şehirde dört âlim zat da vardı. Bunlardan birincisi onları uyardı ve günahlardan vazgeçirmeye çalıştı. Fakat, onu dinlemediler. Bunun üzerine kendisi onlara kızdı, onlar da ona kızdılar. Kendisi onları dövdü, onlar da onu dövdüler. Bundan sonra, çekilmek zorunda kaldı. İkincisi aynı şekilde onları uyardı, onu da dinlemediler. Kendisi onlara kızdı, onlar da kendisine kızdılar. O da onları terk etti. Üçüncüsü onları uyardı, fakat o da bir sonuç alamadı ve onları terk etti. Dördüncüsü, kendi kendisine: 'Bunları uyarsam, onlara kızsam, onları dövsem de boşunadır.’ dedi ve sessizce içlerinden çekildi. Allah Teâlâ, bunları günah işleyenlere karşı gösterdikleri tepkiden dolayı mükâfatlandırırken, en az sevap alan dördüncüsü oldu."
Abdullah İbni Abbas (ra) şunu anlatmıştır: "Allah Rasûlü’ne, 'Ya Rasûlullah! İçinde sâlih kimselerin de bulunduğu bir şehir (veya ülke), günahlar yüzünden helâk edilir mi?’ diye soruldu. Kendisi: 'Evet, o sâlih kimseler günahların işlenmesine karşı tepkisiz kalıp sustukları takdirde helâk edilirler.’ buyurdu." (Taberanî, Bezzâr)
Bazı râviler, vaktiyle kırk bin sâlih ve atmış bin fasıkın birlikte yaşadıkları bir şehrin, fâsıkların günahları ve sâlihlerin suskunluğu yüzünden helâk edildiğini söylemişlerdir.
Ebu Ubeyde (ra) şöyle demiştir: "Ben, 'Ya Rasûlullah! Allah yanında en üstün şehid hangisidir?’ diye sordum. Peygamberimiz, 'En üstün şehid o kimsedir ki, zâlim bir hükümdara karşı emr-i maruf ve nehy-i münker yapar ve bu sebeple onun tarafından öldürülür.’ dedi." (Bezzâr)
Câbir'in rivayetine göre, Peygamberimiz şöyle buyurmuştur: "Şehidlerin en üstünü Hamza İbni Abdulmuttalib'tir. Onun altındaki ise, zâlim bir hükümdara karşı emr-i maruf ve nehy-i münker yaptığı için öldürülen kimsedir." (Hâkim)
Hz. Ömer (ra) şöyle demiştir: " Birbirine adâleti emretmeyen bir kavim ne kötü bir kavimdir! Birbirine emr-i maruf ve nehy-i münker yapmayan bir kavim ne iğrenç bir kavimdir!"
Huzeyfe (ra) şöyle demiştir: "Karşılaştığı kötülüğü eliyle, diliyle veya bunlara gücü yetmediği takdirde kalbiyle değiştirmeye çalışmayan bir kimse yaşayan bir ölüdür."
Mâlik İbni Dinar (ra) şöyle demiştir: "İsrailoğulları döneminde bir âlim vardı. Bir gün, oğlunun bir günah işlediğini gördü ve önemsemeyerek sadece, 'Yapma be oğlum!’ dedi. Allah Teâlâ, onun bu gayret azlığına kızdı ve üzerine musibetler yağdırdı. Bu cümleden olarak kendisi düşüp belini kırdı, hanımı düşük yaptı ve oğlu öldü."
Bilâl İbni Sa'd (ra) şöyle demiştir: "Günah gizli işlendiği zaman, yalnızca sahibine zarar verir; açıkça işlenip önü alınmadığı zaman ise umuma zarar verir."
Hz. Ali (ra) şöyle demiştir: "Önce elle cihadı, sonra dille cihadı, sonra da kalple cihadı terk edeceksiniz. O zaman da kalpleriniz baş aşağı çevrilip içindeki iman ve marifet kalıntısı dökülecektir."
Sehl İbni Abdullah (ra) şöyle demiştir: "Uyarı ve nasihatin fayda vermediği bir toplum içindeki bir kimse, Allah Teâlâ’nın emirlerini kendi şahsî hayatına tatbik eder ve bunları fiil ve amel hâlinde sergilerse, emr-i maruf ve nehy-i münker yapmış olur."
Allah Teâlâ, tam olan merhamet ve şefkatinden dolayı din konusunda kullarına ancak güçlerinin yettiği işleri emretmiştir. Bu husus Kur’ân-ı Kerim'in yedi âyetinde tekrarlanmıştır.
Emr-i maruf ve nehy-i münkerde güç ve takat söz konusudur. Onun için Peygamberimiz, "Sizden kim bir kötülük görse, onu eliyle değiştirsin, buna gücü yetmezse, diliyle değiştirsin (uyarıda bulunsun, nasihat etsin), buna da gücü yetmezse kalbiyle değiştirsin (iğrensin, rahatsız olsun.)" (Müslim) buyurmuştur. Bu son tepkiye gücün yetmemesi söz konusu olmadığı için bu kadarlık tepki kesin olarak farzdır. Bu tepkiyi göstermemek gücün yetmemesinden değil, imanın yetmemesindendir.
Hâl bu olunca, birinci ve ikinci tepkileri göstermeye gücü yetmeyenler, üçüncü tepkiyle yetinmekte mazurdurlar.
Fudayl'a, "Neden hükümdarı eleştirmiyorsun?" diye sormuşlar.
"Buna gücüm yetmiyor." demiş ve bunu şöyle açıklamıştır:
"Bazı kimseler bu işi yapınca, zâlimler tarafından hapsedilip işkenceye maruz bırakılırlar. Fakat, bu sıkıntılara dayanamazlar ve Allah Teâlâ'dan acilen istedikleri yardım gelmeyince de O'nun hakkında kötü şeyler düşünüp küfre girerler. Ben, bunların durumuna düşmek istemiyorum."
Emr-i maruf yapmaya kalkan kimseler, bundan doğabilecek kötü sonuçları da göze almalıdırlar. Çünkü, hakkı söylemek haksızların hışmına sebep olur.
Emr-i marufun nasıl yapılması gerektiğini de bilmek lâzımdır. Çünkü bundan maksat, hır gür çıkarmak veya kahramanlık taslamak değil, iyi sonuç almaktır. İyi sonuç almak ise, işi usulünce yapmayı gerektirir. Onun için, bilgisiz ve usulsüzce yapılan emr-i maruf ve nehy-i münker bunları hiç yapmamaktan daha kötüdür.
Emr-i Ma'rûf ve Nehy-i Münkerle İlgili Hükümler
Emr-i maruf ve nehy-i münker yapmaya "hisbe" denir. Bu görevi yapan kimseye de "muhtesip" ismi verilir. Vaktiyle hisbe, resmî bir görev olarak devlet teşkilâtı içinde yer alırdı. Bir çeşit ahlâk zabıtası olan muhtesipler de, halk içinde dolaşır ve onlara karşı bu görevi resmî olarak ifâ ederlerdi. Bu göreve atanan kimselerde müslüman olmak, akıllı, baliğ ve güçlü olmak şartları aranırdı. Ancak hisbe, resmî olan görevle sınırlı değildir. Çünkü bu, bütün müslümanların dinî görevidir.
Peygamberimiz şöyle buyurmuştur: "Sizden kim bir kötülük görse onu eliyle değiştirsin; buna gücü yetmezse diliyle değiştirsin; buna da gücü yetmezse kalbiyle değiştirsin. Bu sonuncusu imanın ez zayıf hâlidir." (Müslim)
Resmî veya gayr-i resmî bir şekilde ifâ edilen hisbe ile ilgili bilinmesi, uyulması ve uygulanması gereken hükümler maddeler hâlinde şöyledir:
1- Bu görevi kendi nefsine karşı da ifâ etmek. Allah Teâlâ, kendi nefislerini bırakıp yalnızca başkalarına karşı bu görevi yapmaya çalışanları kötüleyerek şöyle buyurmuştur: "Siz başkalarına iyiliği emrediyor da kitabı okuduğunuz hâlde kendi nefsinizi unutuyor musunuz? (Bunun doğru olmadığını) anlamıyor musunuz!" (Bakara, 44)
"Ey iman edenler! Yapmayacağınız şeyi niye söylüyorsunuz? Yapmayacağınızı söylemek Allah yanında büyük bir kızgınlığa sebeptir." (Sâff, 2, 3)
Peygamberimiz da şöyle buyurmuştur: "İsrâ'ya götürüldüğüm gece, bir mezarlığın yanından geçtim. Orada yatan bazı kimselerin dilleri ateş makaslarla kesiliyordu. Bunların kimler olduğunu sordum. Cebrâil (as), 'Bunlar, hayrı emredip kendileri onu yapmayan, şerden menedip kendileri ondan sakınmayan kimselerdir.’ dedi." (Geçti)
Rivayet edildiğine göre, Allah Teâlâ Hz. İsâ'ya indirdiği bir vahiyde şunu söylemiştir: "Ey insan! Önce kendine va'zet. Eğer va'zını tutarsan o zaman başkasına da va'zet. Kendin tutmadan başkasına va'zedersen benden utan!"
Bu hususun önemi şundandır: Bir insan kendi kendisini ıslâh etmezse, başkasını ıslah edemez. Çünkü bu durumda, ne kendisi başkasını ıslah etmek için ciddî ve samimî bir çaba sarf eder, ne de başkası onun kötü hâllerini görmezlikten gelip sözlerini ciddiye alır. Ancak bu gerçek, kendisi amel etmeyen bir insanın başkasına karşı hisbe görevini yapmaması gerektiği anlamına gelmez. Çünkü hisbe, müslüman olan ve gücü yeten herkese farzdır. Farzlar, kişinin kendi günahları yüzünden sakıt olmazlar. Kaldı ki, peygamberlerin dışında masum ve hiç günahsız olan insan sayısı yok denecek kadar azdır. Bu sebeple, Said İbni Cübeyr (ra) şöyle demiştir:
"Eğer emr-i maruf ve nehy-i münkeri sadece marufu yapan ve münkerden kaçan kimse yapsın, denirse, bu görevi yapacak kimse bulunmaz." Bu söz, İmam Mâlik'in de hoşuna gitmiştir. Ancak buna rağmen, kendisi yapmayan bir kimsenin bir işi başkasına yaptırmaya kalkışması nefret uyandırıcı bir hâldir. Çünkü bunun anlamı, daha önemli olan bir işi bırakıp daha az önemli olan bir işle uğraşmaktır. Bu ise din, akıl ve maslahat açısından yanlış, çirkin bir yöntemdir. Hiç şüphe yoktur ki, insanın kendi kendisini ıslâh etmesi, başkasını ıslah etmeye kalkışmasından daha önemlidir. Ve yine hiç şüphe yoktur ki, ebedî olan ahiret işleri fâni ve geçici olan dünya işlerinden daha önceliklidir. Bu sebeple, dünya işlerine öncelik vermek de aynı şekilde çirkin ve nefreti muciptir.
2- Zor kullanmak ve haram olan maddeleri kırıp dökmek için devlet tarafından görevli olmak. Çünkü görevli olmayan bir kimsenin kırıp dökmek şeklinde hisbe yapmaya kalkışması fitne ve kavgaya yol açabilir. Fitne ve kavga ise çoğu zaman önlenmeye çalışılan kötülükten daha büyük kötülükler getirir. Ancak böyle bir tehlike yoksa veya söz konusu kötülük her şeye rağmen önlenmesi gereken büyüklük ve çirkinlikte ise, o zaman kırıp dökme yöntemi de kullanılır.
3- Hisbeye en aşağı basamaktan başlamak ve maksadın hâsıl olduğu yerde durmak. Bu basamaklar aşağıdan yukarıya doğru şöyledirler:
Birinci basamak, karşı tarafı bilgilendirmektir. Eğer yapılan kötülük bilgisizlikten kaynaklanmışsa, bilgilendirmek sorunu halleder. Hiç şüphe yoktur ki, bilgilendirmek bilmeyi gerektirir. Bu sebeple, bilgilendirmeye kalkan kimsenin konunun mahiyetini ve dinî hükmünü doğru bir şekilde bilmesi lâzımdır. Onun için hisbe, câhillerin işi değildir.
İkinci basamak, yumuşak ve kalbi etkileyen sözlerle nasihat etmek.
Üçüncü basamak, kızgınlık ve kararlılık belirten sert sözler kullanmak.
Dördüncü basamak, kötülüğü zor kullanarak önlemektir. Zor kullanmanın bir şartını biraz önce zikrettik. Diğer bir şartı da onu saygı duyulması gereken kimselere karşı kullanmamaktır. Bu sebeple, evlad anne-babasına, kadın kocasına, talebe hocasına, vatandaş devlet erkânına karşı bu yöntemi kullanmamalıdır. Çünkü bu sınıf insanlara karşı değişen ölçülerde saygı duyulması emredilmiştir. Bu saygıyı kendileri kişisel olarak hak etmeseler bile, sahip oldukları sıfatlar bunu gerektirir.
Beşinci basamak, kötülüğü önlemek için kavga etmek ve gerekirse savaşmaktır. Allah Teâlâ şöyle buyurmuştur: "Müminlerden iki taife birbiriyle kavga ederlerse, onları (hukuk ölçüleriyle) barıştırın. Şayet bir taraf haksız olarak kavgayı sürdürmeye çalışırsa, siz de onunla kavga edip savaşın." (Hucurât, 9)
Yukarıda da değinildiği gibi, devlet erkânına karşı hisbenin ikinci basamakta, yani sözle nasihatte kalması gerekir. Peygamberimiz onu bu sınırda tutarak şöyle buyurmuştur:
"Cihadın en üstünü zâlim olan devlet erkânına karşı hak sözünü söylemektir." (Ebu Dâvûd, Tirmizî, İbnu Mâce)
Selefin bu insanlara karşı hisbesi de her zaman söz ve nasihat şeklinde olmuştur. Örneğin, Emevî Devletinin Medine Valisi Mervan İbni Hakem, bayram hutbesini namazdan önce okumak isteyince cemaat içinde bulunan bir zat, sesini yükselterek, "Bayram hutbesi namazdan sonradır." dedi. Onun arkasından sahâbi Ebu Said el-Hudrî aynı şeyi söyleyerek onu teyid etti. Bu sözler üzerine, Mervan bu yanlış işten vazgeçti.
Abbasî Devletinin Halifesi el-Mehdi, hicrî 166. senesinde hacca gitmişti. Kabe'yi tavaf etmek istediği zaman, diğer hacı ve ziyaretçileri alandan uzaklaştırmıştı. Bunun üzerine, Abdullah İbni Merzuk onun karşısına çıkıp şöyle dedi: "Allah Teâlâ, evinin tavaf ve ziyaretini bütün kullarına eşit bir şekilde emretmişken, sen bu ayırım ve ayrıcalığı ne diye yapıyorsun? Kur’ân-ı Kerim'deki, 'Küfredip insanları Allahın yolundan ve O'nun yerli ve yabancı herkese açık tuttuğu evinden uzaklaştıranlara, bu zulümleri sebebiyle elemli bir azap tattırırız.’ (Hac, 25) ayetinin tehdidinden korkmuyor musun?!" Bu haklı ve yerinde uyarıya kızan el-Mehdi, bu zata yıllarca hapis ve çile çektirdi.
Bu Halife, Minâ'da cemrelere taş atarken de etrafı boşaltmıştı. Bu sefer de Sufyân es-Sevrî onu eleştirdi ve kendisine şunu söyledi: "Görgü şahidi Kudâme el-Kilâbî'nin naklettiğine göre, Peygamberimiz burada bir deve üstünde cemrelere taş atarken kimse dövülmemiş, kovulmamış ve taş atmaktan menedilmemiştir. Fakat senin muhafızların hacıları dövüp kovuyor ve onları sağa sola dağıtıyorlar!"
Mehdi: "Ey Sufyân! Benim yerimde Mansur olsaydı, senin bu eleştirine tahammül etmezdi" dedi. (Mansur, Mehdi'nin babası ve ondan önceki Halifedir.)
Sufyân: "Mansur, şimdi kabir âleminde gördüklerini sana söyleseydi, sen bu yaptığını yapmazdın." dedi ve uzaklaşıp gitti. Kızmış olan Mehdi, cezalandırmak için bir süre onu arattıysa da bulamadı.
Harun er-Reşid'in hizmetçisi, saraya bir çalgı âleti götürüyordu. Yolda karşılaştığı bir adam, âleti onun elinden aldı ve taşa vurup kırdı. Hizmetçi olayı saraya bildirince, bu zat alınıp Harun'un huzuruna çıkarıldı. Harun ona, âleti niçin kırdığını sordu.
Adam şöyle dedi: "Ey Harun! Senin baba ve dedelerin hutbelerde, 'Allah adaleti, iyiliği, akrabaya yardımı emrediyor, çirkin işi, kötü şeyi ve zulmü de nehyediyor...’ (Nahl, 90) ayetini okumuşlardır. Ben de bir kötü şey gördüm ve onu Allah Teâlâ adına nehyettim."
Nasihatlerden etkilenen bir yapıya sahip olan Harun, adama, "İyi yapmışsın. Bundan sonra da aynı şeyi yap." dedi ve kendisine bir kese para verilmesini emretti. Fakat adam parayı almadı.
Mahkeme reisi mevkiinde oturan Halife Me’mun'un huzuruna bir sanık getirilmişti. Me’mun'un önünde bir fıkıh kitabı vardı. Kendisi yanındakilerle konuşmaya dalınca unuttuğu kitap yere düştü. Kitabın yerden kaldırılmadığını gören sanık, Halifeye seslenerek şöyle dedi:
"İçinde Allah Teâlâ’nın isimleri bulunan kitabı ya siz yerden kaldırın, ya da bana izin verin, ben kaldırayım."
Me’mun, bu uyarı üzerine kitabın yere düşmüş olduğunu fark etti ve onu alıp dizlerinin üstüne koydu.
4- Gücün yetmesi. Bu husus, hisbenin vacip olmasının şartıdır. Bu sebeple, gücü yetmeyen bir kimseye el ve dille hisbe yapmak vacip değildir. Böyle bir kimse, kalbinde kötülüğe karşı rahatsızlık, huzursuzluk ve nefret duymakla sorumluluktan kurtulur. Bu tepkiyi duymak iman varlığının tabiî ve asgarî sonucudur. Çünkü Allah Teâlâ'ya iman eden bir kimse, O'nun emirlerinin çiğnenmesinden zorunlu olarak rahatsız olur. Aynı şekilde, O'na itâat edilmesinden ve emirlerinin yerine getirilmesinden de mutluluk ve lezzet duyar.
Abdullah İbni Mes’ûd (ra) şöyle demiştir: "Kötülüklere karşı elinle cihad et; buna gücün yetmezse, hiç olmazsa yüzünü buruştur."
Gücün yetmemesi iki türlüdür:
Birincisi, maddî yönden zayıf olmaktır.
İkincisi ise, kaldıramayacağı bir zarara uğramak ihtimalidir.
İnsanlar, genellikle eleştirilmekten hoşlanmazlar. Bu yüzden, şöyle veya böyle bir tepki gösterirler. Fakat bazı tâği ve baği kimseler, kendilerini eleştirene büyük zararlar vermeye kalkarlar. Böyle bir ihtimal söz konusu ise, hisbe vacip değildir. Bu durumda yapılması gereken şey, kötülüğün yapılmasını görmemeye ve onunla ilgili haberleri duymamaya çalışmaktır. Bundan sakınmak mümkün olmadığı zaman da, gücün yetmesi hâlinde hicret etmek vaciptir.
5- Hisbe yapmanın az da olsa faydalı olması ihtimalinin bulunması. Allah Teâlâ şöyle buyurmuştur:
"Öğüt vermek fayda verirse öğüt ver." (A'lâ, 9) Böyle bir ihtimal hiç yoksa, hisbe yapmak vacip değildir. Ve eğer bununla birlikte zarar görmek veya hakarete uğramak da kuvvetle muhtemel ise, bu durumda hisbe yapmaya kalkışmak câiz değildir. Çünkü mümin, faydasız yere kendini zarara veya hakarete uğratmaktan sakınmakla mükelleftir.
Genellikle, hisbe, mümin olan kimselere fayda vermekten hâli değildir. Onun için Allah Teâlâ "Öğüt ver. Çünkü öğüt müminlere fayda verir." (Zâriyât, 55) buyurmuştur. Fakat, kalpleri mühürlenmiş kimselere o hiç fayda vermez. Allah Teâlâ bunlar hakkında da şöyle buyurmuştur: "Onları uyarsan da uyarmasan da onlar için fark etmez. Onlar iman etmezler. Allah onların kalplerini mühürlemiştir." (Bakara, 6, 7)
6- Hisbeyi riya ve gösteriş için yapmamak. Ebu Süleyman ed-Dârânî (ra) şöyle demiştir: "Benim de hazır bulunduğum bir mecliste Halife doğru olmayan bir söz söyledi. Ben onu bu sözüne karşı uyarmak istedim. Bundan dolayı beni öldüreceğini de biliyordum. Fakat beni düşündüren bu değildi. Ben, meclistekilerin bana takdirkâr gözlerle bakmalarından hoşlanıp riyaya girmekten korktum ve bu yüzden sustum."
Dâvûd et-Tâî'ye, "Bir kimse olsa da şu devlet ricalinin karşısına çıkıp onlara emr-i maruf ve nehy-i münker yapsa!" demişler.
Dâvûd (ra), "Bir kimse bunu yapsa onun öldürülmesinden korkarım." demiş. "Buna razı olsa ne olur?" demişler. Dâvûd, "O zaman da ben onun için gizli bir musibet olan riyadan korkarım." demiştir.
Öldürülmek şeklinde de olsa, kendi şahsına gelen zararları göze alabilen bir kimse için hisbe yapmak müstehabtır. Çünkü Peygamberimiz, "Cihadın en üstünü, zâlim olan devlet erkânına karşı hak olan sözü söylemektir." buyurmuştur.
Malumdur ki, hem devlet gücüne sahip, hem de zâlim olan kimseler, kendilerine hakkı söyleyene kızar ve şu veya bu şekilde ona zarar verirler. Buna rağmen, Peygamberimiz, bu kimselere karşı hakkı söylemeyi en üstün cihâd saymıştır.
Kur'ân-ı Kerim'deki "Kendinizi kendi elinizle tehlikeye atmayınız." (Bakara, 195) âyeti bu olayla alâkalı değildir. Çünkü bu âyet şu şekillerde tefsir edilmiştir:
"Cihadı terk etmeyin. Aksi takdirde, düşmanı başınıza musallat edersiniz."
"Cihad için mal sarf etmekten kaçınmayın. Aksi takdirde, bütün malınızı düşmana kaptırırsınız."
"Bir günah işledikten sonra tevbe etmeyi geciktirmeyin. Aksi takdirde, o günahın uğursuzluğu sizi yıkabilir."
"Bir kötülük yapmışsanız, arkasından bir iyilik yapın ki onun izini silsin."
Bununla birlikte, hiçbir yönden faydası yokken kendini ölüme veya zarara maruz bırakmak da bu âyetin yasak kapsamına dahil edilebilir. Mümin hayatını fedâ edecekse, bu fedakârlık kendi ağırlığınca bir yarar sağlamalıdır. Ancak hisbede yarar, her zaman hedef alınan kötülüğü yok etmek şeklinde değildir. Çünkü bu yararın başka şekilleri de vardır. Bu sebeple meselâ, kâfir ordusuna tek başına saldırmak onları imha etmez; fakat, müslümanın cesaretini, dini için katlandığı fedakârlığın derecesini ve bu yolda dünyayı ne kadar küçümsediğini gösterir. Bu da bir hayatı fedâ etmeye değecek derecede büyük bir yarardır.
7- Bir kötülüğü önlemeye çalışırken daha büyük bir kötülüğe yol açmamak. Bunun için, hisbeden evvel bunun muhtemel sonuçlarını düşünmek ve tartmak lâzımdır. Dinimize göre, bir kötülüğü defetmek için ondan daha küçük bir kötülüğe sebebiyet vermek câizdir; fakat ondan daha büyük bir kötülüğü davet etmek câiz değildir.
Hiç şüphe yoktur ki, kötülüklerin derecelerini tayin etmek ve hangi hareketin hangi sonuçları doğuracağını bilmek ilim ister. Bu sebeple, yeterli miktarda ilmi olmayan kimselerin gelişi güzel hisbe yapmaya kalkışmaları onlara sevaptan çok günah kazandırabilir. Çünkü bunların sebep oldukları zararlar, çoğu zaman gerçekleştirdiklerini zannettikleri yarardan çok fazla olur.
İlimsiz insan da güçsüz insan gibidir. Bu sebeple, ilimsiz insanın da hisbe yapma sorumluluğu yoktur. Onun sorumluluğu ilim öğrenmemesindedir. Kuvvetli olan zan ilim hükmündedir. Zayıf olan zan, vehim, vesvese ve kuruntular ise şer'î ölçüler değildirler.
Dinin kabul ettiği mazeretlerden dolayı hisbeyi terk etmek müdârâ'dır. Müdâra, yerine göre câiz veya vaciptir. Hiçbir mazeret bulunmadığı hâlde veya dine göre geçerli olmayan mazeretlerden dolayı bunu terk etmek ise müdâhenedir. Müdâhene haramdır.
Allah Teâlâ, vahyin ilk muhatabı olan peygamberimize şöyle buyurmuştur: "Müşrikler senin müdâhene etmeni (yani, onların küfür ve şirkini eleştirmemeni) temenni ederler. Sen bunu yaparsan onlar da sana karşı müdâhene ederler (seninle uğraşmaktan vazgeçerler). Fakat sen onların temennilerine uyma." (Kalem, 9-10)
8- Tecessüs etmemek. Hisbe, ancak gözle görülen ve ortada olan kötülüklere karşı yapılır. Bu sebeple, açıkça görülmeyen ve ortada olmayan kötülükleri bulmak için tecessüs etmek, gizli tutulan hâlleri kurcalamak ve mahremiyetleri çiğnemek câiz değildir. Allah Teâlâ, "Casusluk etmeyin!" (Hucurât, 12) buyurmuştur. Peygamberimiz da aynı cümle ile casusluğu nehyetmiştir.
(Ancak devlet, gerekli gördüğü hâllerde suçlu şebekelerini ortaya çıkarmak için, bazı mahremiyetlere riâyet etmek şartıyla gizli araştırma yaptırabilir.)
9- Hisbeyi fiilen işlenmekte olan kötülüklere karşı yapmak. Önceden yapılmış veya bundan sonra yapılması muhtemel olan kötülüklere karşı hisbe yapılmaz.
(Bunlardan dolayı yalnızca devlet takibat yaptırıp suçluları cezalandırabilir. İslâm’ın bazı günahlar için ön gördüğü had’ler da ancak devlet tarafından tatbik edilebilir. Devlet tatbik etmediği takdirde, bu günahların hesabı en büyük mahkeme olan Allah Teâlâ’nın mahkemesine kalır. O'nun mahkemesi ise, hem dünyada, hem de ahirette çalışır. Bu mahkemenin dünyadaki hükümleri musibetler ve acılardır, ahiretteki hükümleri ise ateşler ve azaplardır.)
10- Hak olan mezheplere mensup kimselere karşı farklı mezhep görüşlerinden dolayı hisbe yapmaya kalkışmamak. Bu sebeple, meselâ Hanefî mezhebinden olan bir kimsenin Şafiî mezhebinden olan bir kimseyi veya bunun ötekini farklı mezhep görüş ve uygulamalarından dolayı eleştirmesi câiz değildir. Fakat Ehl-i Sünnet dışı mezhep ve ekol mensuplarının doğru olmayan inanç ve uygulamaları eleştirilir.
11- Bir yerde bid'at ve dalâletler genel kabul görmüş ve çoğunluğun tasvibini kazanmışsa, o yerde bu şeylere karşı hisbe yalnızca ve sadece iknâ edici aklî ve mantıkî delillerle yapılabilir. Çünkü böyle bir ortamda sertlik göstermek ve fiilî hareketlerde bulunmak umumî bir tepki uyandırır ve haklı olan muhtesib'i haksız durumuna düşürür; hatta bu yüzden dinin kendisi de türlü ithamlara maruz kalır. İslâmî anlayışın hâkim olduğu bir ortamda ise, kötülüğü önlemek için uygun yerde sertlik de gösterilse, toplum bunu normal görür ve muhtesibe hak verir.
Hakların tahsil edilmesine vesile olan şâhidlik de bir çeşit hisbedir ve o da vaciptir. Allah Teâlâ, şöyle buyurmuştur: "Şâhidliği ketmetmeyin. Kim onu ketmederse, günahkâr olur. Allah, ne yaptığınızı bilendir." (Bakara, 283)
Ancak, diğer hisbe çeşitlerinde olduğu gibi, şâhidlikte de gücün yetmesi ve yeterli bilginin bulunması şarttır. Çünkü, İslâm dininde ifâsına gücün yetmediği mükellefiyet (teklif-i mâla yutak) yoktur, bilgisizce hareket etmek de yasaktır. Yalancı şâhidlik ise, hiçbir mazereti bulunmayan büyük bir günahtır. Peygamberimiz, bunun helâk edici yedi kebâir'den biri olduğunu bildirmiştir.
12- Hisbe, nasihat ve va'zı mümkün mertebe yumuşaklık ve güzellikle yapmak. Bir zat gayret ve hiddete gelip Halife el-Me’mun'a sertçe nasihat etmeye başlamıştı. Halife, ona şöyle dedi: "Ey adam! Yumuşak konuş. Bilirsin ki, Allah Teâlâ senden daha hayırlı birisini (Hz. Musa'yı) benden daha kötü birisine (Firavun'a) uyarıcı olarak gönderdiği zaman, kendisine şu emri vermiştir: 'Ona yumuşak söz söyle. Umulur ki, aklını kullanır da kendine gelir.’ (Tâhâ, 44)"
Bazı kimseler, nasihat ve uyarılarda kızmayı din gayreti sayarlar. Bu doğru olsa bile, acemice ve faydasız bir gayrettir. Çünkü kızmak kötülüğü daha da derinleştirecekse, bu gayretin dine ne faydası vardır. Onun için, asıl din gayreti kızmakta değil, samimiyette, ihlasta, sonuç almanın icap ve gereklerine uymakta ve sonuç alıncaya kadar çalışmayı sürdürmekte ve sabırlı davranmaktadır. Çünkü sabır koruğu helva hâline getirir.
Hak söz ilaç gibi şifa verici, fakat acıdır. Bu sebeple, yapılması gereken şey, sertlik ve kızgınlıkla onu daha da acılaştırmak değil, yumuşak üslup ve güzel huyla tatlandırmaktır.
13- Kişilere yönelik uyarı ve nasihati, mümkün mertebe gizlilik içinde ve başbaşa yapmak. Çünkü çoğu insanlar, açıkça yapılan uyarı, eleştiri ve nasihati izzet-i nefis meselesi hâline getirir ve onu kendilerine yapılmış bir hakaret gibi telakki ederler. Bu yüzden de, onu dinlemek ve kabul etmek yerine, kendilerini savunmaya kalkar ve bile bile haksızlıklarını haklı göstermeye çalışırlar. Bu suretle yeni bir günah daha (günahı savunma günahını da) kazanmış olurlar. Bu ikinci günahı işlemelerine sebep de, uyarıyı uygunsuz bir vaziyette yapan kimse olmuş olur.
Fudayl İbni İyâd'a, gıybet ve dedikodu mahiyetinde, "Falan âlim, sultanın hediyesini kabul etmiştir." demişler. Fudayl, "O, hak ettiğinden daha az almıştır." diye cevap vermiş. Fakat, dedikoducuları savdıktan sonra o âlimle buluşmuş ve gizlilik içinde onu uyarıp bir zâlimin hediyesini kabul etmekle takvaya aykırı hareket ettiğini ve kötü örnek oluşturduğunu söylemiştir.
14- İnsanlardan bir çıkar beklememek ve onların takdir ve övmelerine talip olmamak. Çünkü hisbe, bu beklentilerin tam aksi olan sonuçlar verir. O, çıkarları bozar, takdirleri de tenkidlere ve kötülemelere çevirir.
Tevrat'ta şöyle denildiği rivayet edilmiştir: "Kişi hisbe yaptığı zaman, çevresindekiler onu sevmezler."
Seleften bir zat, oğullarına şu vasiyeti yapmıştır: "İyiliği emredip kötülüğü nehyettiğiniz zaman, gelecek tepkilere hazırlıklı olun ve Allah Teâlâ’nın size vereceği sevabı düşünün. Bu size moral ve dayanma gücü kazandırır. Kur'ân-ı Kerim'de nakledildiği üzere, Lokman Hekim oğluna şu nasihatte bulunmuştur: "Yavrum! Namaz kıl, emr-i maruf ve nehy-i münker yap, bundan dolayı başına gelene de sabret. Çünkü bu olması gereken şeydir." (Lokman, 17)
Hz. Ali (ra), Hz. Ömer (ra) için şunu söylemiştir: "Allah Ömer'e yardımcı olsun. O, acı da olsa yalnızca hakkı söyler. Hakkı söylemek, onu dostu olmayan bir adam hâline getirmiştir."
Vaktiyle bir zat, evinde bir kedi beslermiş; civardaki bir kasap da ona bunun için parasız kemik verirmiş. Bu zat bir gün kasabın bir hatasına muttali olmuş ve onu uyarmak istemiş. Fakat bundan önce eve gelmiş ve kediyi evden çıkarıp kovmuş. Ondan sonra dönüp gerekli uyarıyı yapmış. Kasap, kızmış ve, "Artık sana kemik vermeyeceğim!" demiş. O zat da tebessüm ederek, "Zaten buna hacet kalmadı. Çünkü ben kediyi kovdum." demiştir.
Çıkar ilişkisi veya ümidi hisbenin önünde büyük bir engeldir. Bu engel, ancak insanlardan ümid kesip Allah Teâlâ’nın rahmetine inanmak ve O'nun rızasına talip olmakla yıkılabilir.
Önemine Göre Emr-i Ma'ruf ve Nehy-i Münker'in Çeşitleri
Önemine göre, emr-i ma'ruf ve nehy-i münker, yani hisbe üç çeşittir.
Birinci derecede önemli olanı, hem Allah Teâlâ’nın, hem de kulların hakkını ilgilendiren bir münker'e (kötülüğe) karşı yapılan hisbedir.
Bu münkerin örneği, adam öldürmek ve gıybet yapmaktır. Çünkü bu fiillerde hem Allah Teâlâ’nın yasağını çiğnemek, hem de kulların hayat ve şerefine tecâvüz etmek vardır.
İkinci derecede önemli olanı, yalnızca Allah Teâlâ’nın hakkını ilgilendiren münkere karşı yapılan hisbedir. Bu. münkerin örneği, namaz kılmamak ve içki içmektir. Bu fiillerde kul hakkı yok, sadece Allah Teâlâ’nın emir ve yasağını çiğnemek vardır.
Üçüncü derecede önemli olanı ise, sadece kul hakkını ilgilendiren münkere karşı yapılan hisbedir. Bu münkerin örneği ise, bir evin yanması veya bir bostana hayvan girmesidir. Bu olaylarda bir günah yoktur, sadece bir müslümanın zarar görmesi vardır. Ve evdeki ateşi söndürmek veya bostandaki hayvanı çıkarmak sadece yardım anlamında bir hayır işidir.
Bu önemli konunun usul planındaki şartlarını özetlemek gerekirse; hisbe yapan kimsede ilim, takva, ihlâs ve güzel ahlâkın bulunması lâzımdır. Bu sıfatlar bulunursa hisbe, iyiliklerin yapılmasına ve kötülüklerin defedilmesine vesile olur. Sahibi de bundan sevap kazanır. Çünkü hayrın yapılmasına ve şerrin def edilmesine vesile olmak önemli ibadetlerdedir.
Allah Rasûlü (sa) şöyle buyurmuştur: "Hayrı gösteren onu yapan gibidir."
Şerrin define vesile olmak da hayra hizmettir. Fakat sözü geçen sıfatlar bulunmadan hisbe yapmaya kalkışmak, kötülüğe yeni boyutlar kazandırmak ve şerrin alanını genişletmekten başka bir işe yaramaz. Bu olurken iyi niyet sahibi olmak ve din gayretiyle hareket etmiş olmak da kişiyi sorumluluktan kurtarmaz. Çünkü kesinlikle sabittir ki, ilim olmadan doğru hisbe yapmak, takva bulunmadan hisbenin ölçüsünü korumak, ihlâs kazanmadan hisbeye nefis ve garaz karıştırmamak, güzel ahlâk sahibi olmadan da gerekli sabır ve yumuşaklığı göstermek mümkün değildir.
Allah Rasûlü’ne nisbet edilen bir sözde şöyle denilmiştir: "Emr-i maruf ve nehy-i münkeri ancak şefkat, yumuşaklık ve ilim sahibi olan kimse yapabilir."
Hz. Ali (ra), Hz. Ömer (ra) için şunu söylemiştir: "Allah Ömer'e yardımcı olsun. O, acı da olsa yalnızca hakkı söyler. Hakkı söylemek, onu dostu olmayan bir adam hâline getirmiştir."
Amir ve Sultanlara Karşı Emr-i Ma'ruf ve Nehy-i Münker Yapmak
Yukarıda açıkladığımız gibi, devlet erkânına karşı yalnız sözle hisbe yapılabilir. Ancak bu kadarı bile, çoğu zaman onları kızdırır ve şiddet göstermeye sevk eder. Lâkin, dinde kuvvet ve metanet sahibi olan müminler, buna rağmen vacip olan hisbe görevini bunlara karşı ifâ eder ve onlardan gelen eziyet ve zulümlere de Allah için katlanırlar.
Daha önce, bu hisbe türünün bazı örneklerini zikrettik. Selef-i sâlihin bu hisbeyi nasıl yaptıklarını iyice göstermek için birkaç örnek daha zikretmekte yarar vardır.
* Mekke döneminin ilk yıllarıydı. Peygamberimize birkaç kişi iman etmiş, fakat müşriklerin zulüm ve tedhişine karşı kendilerini gizlemek zorunda kalmışlardı. Bir gün, Peygamberimiz tek başına Kabe'yi tavaf ederken, müşriklerin büyükleri ayak takımıyla birlikte onun etrafını sardılar ve kızgın bir şekilde, "Sen misin bizim dinimizi beğenmeyen, sen misin bizim putlarımız kötüleyen!" diyerek üzerine yürüdüler. Peygamberimiz, hiç çekinmeden, "Evet, benim dininizi beğenmeyen ve putlarınızı kötüleyen." diye karşılık verdi. Durumun ciddiyetini gören ve Allah Rasûlü’nün hayatı için endişe eden Ebu Bekir (ra), ağlamaklı bir sesle kalabalığa seslenerek, "Ne yapıyorsunuz! 'Rabbim Allah’tır.’ diyen ve bunu açık delillerle ispat eden bir adamı öldürmek mi istiyorsunuz!" demeye başladı. Bunun üzerine öfkeli müşrikler ona yöneldiler ve öldüğünü zannedinceye kadar kendisini dövdüler. (Buharî, İbnu Hibbân)
* Muâviye (ra) hâlife iken, bir sene divanda isimleri bulunan kimselerin (bunlar, savaşlara katılan ve devlete ganimet kazandıran kimselerdi) istihkakını (maaş ve devlet yardımını) geciktirmişti. Bunların mağduriyetini gören Ebu Müslim el-Havlani (ra), Muâviye'nin karşısına geçip ona, "Ey Muâviye! Bu mal, devletin malı ve mücâhidlerin alın teridir. O, ne senin, ne de Ebu Sufyân'ın (Muâviye’nin babası) özel malı değildir. Sen hangi hakla üstüne oturmuşsun!" diyerek çıkıştı. Bu sözü ağır bulan Muâviye kızdı, fakat bir şey söylemeden hemen odayı terk etti. Biraz sonra dönünce de hazır bulunanlara şöyle dedi: "Ebu Müslim beni kızdırdı. Ben de gidip su ile yıkandım. Çünkü Allah Rasûlü’nden şunu duydum: 'Kızmak şeytandandır. Şeytan ise ateştendir. Ateşi de ancak su söndürür. Bu sebeple, biriniz kızdığı zaman gidip yıkansın.’ Evet, Ebu Müslim, doğru söyledi. Bu mal gerçekten ne benim, ne de babam Ebu Sufyân’ın özel malı değildir. İstihkakı olanlar, gelip bunu alsınlar."
* Dabbe İbni Muhsen el-Anzî şunu söylemiştir: "Ebu Musa el-Eş'arî Basra'da valiydi. Hutbe okuduğu zaman Allah Teâlâ'ya hamd ve sena eder, Allah Rasûlü’ne salat ve selâm okur, ondan sonra da Ömer'e duâ ederdi. Bu yaptığı beni kızdırdı ve ben karşısına geçip, 'Sen Ömer'i Ebu Bekir'den üstün mu tutuyorsun ki, Ebu Bekir'e hiç duâ etmiyorsun?’ dedim. Ebu Musa, mektup yazarak beni Ömer'e şikâyet etti. Ömer beni istedi ve ben kalkıp Medine'ye gittim. Ömer bana vali ile aramdaki sorunun ne olduğunu sordu. Ben de olayı anlattım. Ömer beni dinledikten sonra ağladı ve şöyle dedi:
"Allah'a yemin ederim sen haklısın. Allah'a yemin ederim, Ebu Bekir'in bir gecesi ve bir gündüzü Ömer'den ve onun sülâlesinden daha hayırlıdır. Ben sana onun bu gecesini ve gündüzünü anlatayım mı?
Peygamberimiz, müşriklerin ağır baskısı ve takibi altında Mekke'yi terk edip hicret edince, Ebu Bekir onu yalnız bırakmayıp kendisine refakat etti. Yolda giderken, kendisine bir cihetten bir zarar gelmesin diye bazen onun önünde, bazen arkasında, bazen sağında, bazen solunda yürüdü. Mağaranın ağzına vardıklarında, Ebu Bekir Allah Rasûlü’ne, "Seni hak peygamber olarak gönderen Allah hakkı için burada bekle de ben içeri girip orada zararlı bir şey bulunup bulunmadığına bakayım." dedi. İçeride iken de bir ara Peygamberimiz hafif bir uyku uyudu. Ebu Bekir, bu sırada duvarda bir yılan deliği gördü ve oradan çıkacak yılanın Allah Rasûlü’ne zarar verebileceğini düşünüp ayağını onun üstüne koydu ve yılan tarafından ısırıldı. Bu, onun gecesidir.
Gündüzüne gelince, Peygamberimiz vefat ettiğinde bazı Arap kabileleri, "Biz namaz kılarız, fakat zekât vermeyiz." dediler. Bunun üzerine, Ebu Bekir onlara karşı savaş açtı. Ben kendisine, "Ey Allah Rasûlü’nün Halifesi! Bu isyancıları idare et." dedim. Kendisi bana şunları söyledi:
"Ey Ömer! Sen cahiliyet döneminde cesur bir adamdın; müslüman olduktan sonra korkak mı oldun! Ben bunları nasıl idare edebilirim? Zekât da namaz gibi farz değil midir? Allah'a yemin ederim, bunlar zekâtın bir kuruşunu vermeseler, onlarla savaşacağım." Ebu Bekir haklıydı, ben yanılmıştım."
Ömer (ra), bundan sonra Ebu Musa'ya mektup yazıp Ebu Bekir'e de duâ etmesini emretti. (Beyhakî, Delâil'un-Nubuvveh)
* Atâ İbni Ebu Ribâh (ra), Halife Abdulmelik'in huzuruna çıktı ve ona şunları söyledi: "Ey müminlerin emîri! Allah’ın Harem'i olan Mekke ile O'nun Rasûlü’nün Harem'i olan Medine konusunda Allah'tan kork ve oraları imâr et. Muhacir ve Ensâr'ın çocukları konusunda Allah'tan kork ve onları gözet. Çünkü sen, bunların babalarının kılıç ve cihadı sayesinde bu memlekete hâkim olmuşsun. Hududu bekleyen gönüllü askerleri unutma. Çünkü memleketin düşmana karşı muhafazası onlarladır. Halkın geçim ve asayişini yakından sorup soruştur. Çünkü sen onların her şeyinden sorumlusun. Sana gelen ihtiyaç ve şikâyet sahiplerinin yüzüne kapını kapatma. Çünkü onların ihtiyaçlarını gidermek ve haklarını tahsil etmek senin görevindir."
* Emevî valisi Haccâc İbni Yusuf, Emevî siyaseti gereği, Hz. Ali'yi kötüleyip dururdu. Bir gün Basra'nın ileri gelen âlimlerini çağırıp onların huzurunda da atıp tuttu. Herkes bu habisin şerrinden emin olmak için susmak zorunda kalmıştı. Kimseden tepki gelmeyince, kendisi Hasan el-Basrî'ye dönüp:
-Sen Ebu Türap (Hz. Ali'yi kasdediyordu) hakkında ne düşünüyorsun? diye sordu. Hasan (ra) şöyle cevap verdi:
-Birkaç ayet-i kerimelerin işaretleriyle de sabittir ki, Ali (ra), Allah Teâlâ’nın hidayet ettiği müminlerdendir. O, Allah Rasûlü’nün amcazadesi ve kızının kocası-dır. Allah Teâlâ'nın kendisine nasip ettiği parlak ve örnek hizmetlerin de sahibidir. Bu hizmetleri ne sen, ne de hiçbir kimse gizleyemez. Ve eğer iddiâ ettiğin gibi, onun bir kusuru olmuşsa, bunun hesabını sormak da Allah Teâlâ'ya aittir.
Haccâc, bu cevap karşısında bozuldu ve bağırarak:
-Ey Hasan! Sen nasıl böyle konuşabilirsin! dedi. Hasan (ra), gayet sakin ve metin bir şekilde:
-Konuşurum; çünkü Allah Teâlâ âlimlere, "Hakkı insanlara kesinlikle açıklayın ve sakın onu gizlemeyin!" (Al-i İmrân, 187) diye emir vermiştir, dedi. Haccâc:
-Dilini tut. Bir daha böyle konuştuğunu duyarsam başını gövdenden ayırırım, diye tehdit savurdu ve meclisi dağıttı.
* Haccâc, Hutayta'nın kendisini eleştirdiğini duyunca onu huzuruna getirtti ve kendisine:
-Sana bazı sorular sorsam, doğru cevap verir misin? dedi. Hutayta:
-Allah'a yemin ederim, evet. Çünkü ben Kabe önünde üç husus için Allah Teâlâ'ya söz verdim. Dedim ki, konuşursam doğru konuşacağım; bundan dolayı başıma bir belâ gelse sabredeceğim; afiyet içinde kalsam şükredeceğim, dedi. Haccâc:
-Peki söyle, beni nasıl bilirsin? dedi. Hutayta:
-Sen Allah’ın düşmanlarındansın, zulmedersin ve insanları zan üzerine öldürürsün, dedi. Haccâc:
-Halife Abdulmelik'i nasıl bilirsin? dedi. Hutayta:
-Onun suçu seninkinden daha büyüktür. Çünkü, yetki verip seni müslümanların başına musallat eden odur, dedi.
Bunun üzerine Haccâc, muhafızlarına bağırarak:
-Bunu götürün ve ölünceye kadar da kendisine işkence edin! dedi. Ve öyle yapıldı.
* Vali Ömer İbni Hubeyre, çevredeki âlimleri bir mecliste topladı ve onlara şöyle dedi:
"Ben, bildiğiniz gibi, Emîr’ul-müminîn'in Irak valisiyim ve ona itâat etmekle mükellefim. Öbür yandan, halkın haklarını korumak ve çıkarlarını gözetmek de benim görevimdir. Ancak bazen, Emîr’ul-müminîn'in fermanlarıyla halkın çıkarları birbirine ters düşerler. Bu durumlarda benim ne yapmam gerekir?"
Valinin bu soru ile kendilerini imtihan ettiğini ve yönetime karşı niyetlerini öğrenmek istediğini anlayan âlimler, tariz kabilinden iki anlamlı sözlerle cevaplar verdiler. Sıra Hasan el-Basrî'ye gelince, kendisi şunları söyledi:
"Peygamberimiz şöyle buyurmuştur: "Bir topluluğu yöneten kimse, onların haklarını koruyup çıkarlarını gözetmezse, Allah Teâlâ ona cenneti haram eder." (Buharî, Müslim)
"Allah'a karşı masiyet oluşturan bir konuda kula itâat edilmez."
Onun için sen, Emîr’ul-müminîn'in fermanlarını Allah Teâlâ’nın emirleriyle ölç; eğer uygun düşerlerse, onlarla amel et; aksi takdirde onları duvarın arkasına at. Çünkü Allah Teâlâ’nın emirlerine uymak, bir kulun fermanlarına uymaktan daha önemli ve liyakatlidir.
Ey vali! Allah Teâlâ’nın ölüm meleği sana geldi gelecek bir yakınlıktadır. O seni tahtından alacak ve sarayın genişliğinden kabrin darlığına atacaktır. O zaman, valiliğin ve dünyan geride kalmış bir hâlde, tek başına ve çaresiz bir şekilde Rabbinin huzuruna çıkarılacaksın ve amelin ne ise ona göre muamele göreceksin.
Ey vali! Allah Teâlâ seni Yezid'in gazabından koruyabilir; fakat Yezid seni Allah Teâlâ’nın gazabından koruyamaz. Onun için, sana Allah Teâlâ’nın gazabından sakınmayı tavsiye ediyorum."
İbni Hubeyre, tepki göstererek, "Ey şeyh! Sözlerine dikkat et. Hakkında konuştuğun Emîr’ul-mü’minîn ilim, hikmet ve fazilet sahibidir. Allah Teâlâ da, bu üstün vasıflarını bildiği için onu hilâfetle şereflendirmiştir." dedi.
Herkes, valiyi kızdıran Hasan'a bir kötülük yapılacağını düşünmüştü. Fakat vali İbni Hubeyre, Hasan'a hediye verip ikramlarda bulundu.
* İmam Şafiî'nin olayda hazır bulunan amcasından naklettiğine göre, Gifarîler, Halife Ebu Cafer el-Mansur'a gidip Medine valisini ona şikâyet ettiler.
Halife, mecliste bulunan âlim İbni Ebi Zueyb'e dönüp:
-Sen bu vali hakkında ne dersin? diye sordu. Alim zat:
-Ben şâhidlik ederim ki, bu vali haksız hükümler verir ve hevesine uyar, dedi.
Halife, valiye bakarak:
-Sen bu sâlih şeyhin hakkındaki sözünü duydun, değil mi? dedi. Vali, Halifeye:
-Ey Emîr'el-müminîn! Ona kendi hakkınızdaki kanaatini da sorun, dedi. Halife:
-Ey şeyh! Benim hakkımda ne dersin? dedi. Alim zat:
-Beni bağışla, bu konuda konuşmayayım, dedi. Halife, ısrar ederek:
-Mutlaka konuş, dedi. Âlim zat:
-Ey Emîr'el-müminîn! Kendini bilmez gibi bana soruyorsun. Şâhidlik ederim ki, sen müslümanların mallarını haksız bir şeklide gasbeder ve ehil olmayan yakın çevrene peşkeş çekersin; yönetiminde de zulüm yaygındır, dedi.
Halife, kızgınlıkla yerinden kalkıp âlimin yanına geldi ve başını avuçlarının içine alarak:
-Ey şeyh! Neler söylüyorsun! Ben olmasam, şimdi senin oturduğun bu yeri Fars, Rum, Deylem ve Türkler alıp istilâ ederlerdi, dedi. İbni Ebi Zueyb:
-Ey Emîr'el-müminîn! Senden önce bu yerleri Ebu Bekir ve Ömer yönettiler. Onlar, bu dediğin kavimlerin istilâsını da önlediler, mal taksiminde ve yönetimde hak ve adâleti de gözettiler, dedi. Ebu Cafer:
-Vallahi ya şeyh! Eğer ben senin doğru konuşmayı prensip edinmiş bir kimse olduğunu bilmeseydim, şimdi seni öldürürdüm, dedi.
* Abdurrahmân İbni Amr el-Evzâî (ra), Halife Ebu Cafer el-Mansur'a şöyle nasihat etmiştir:
" Ey Emîr! Peygamberimiz, "Bir kula dini konusunda yapılan nasihat, Allah Teâlâ’nın o kula bir lütfudur. Kendisi bu nasihati kabul edip şükrederse ne a'lâ; aksi takdirde bu onun aleyhinde delil olur; bununla onun günahı artar ve Allah Teâlâ’nın ona kızgınlığı şiddetlenir." (İbnu Ebid-Dünya)
"Bir yönetici, yönettiği halkı aldatmış olarak ölürse, Allah Teâlâ ona cenneti haram eder." (İbnu Ebid-Dünya) buyurmuştur.
Ey Emîr! Haktan hoşlanmayan bir kimse, Allah Teâlâ'dan hoşlanmıyor demektir. Çünkü Hak O'nun bir ismidir. Bu mülk size, Allah Rasûlü’nün mirasıdır. O ise müminlere karşı merhametli ve şefkatliydi. Adil davranırdı, Allah Teâlâ’nın ve kulların haklarını titizlikle gözetirdi. Size yakışan da ona uymak ve onu gibi hak ve adalet prensipleriyle hükmetmektir.
Ey Emîr! İnsanların gizli hâllerini araştırıp onları teşhir etmeyin. Kapınızı yönettiğiniz halkın yüzüne kapatmayın ve kendinizle onların arasına aracı ve kapıcılar koymayın. Onların mutlu olmalarıyla sevinin ve onların dertleriyle ilgilenin.
Değişik insanları ve ırkları yönetiyorsunuz ve bunların hepsinin sizin üzerinizde eşit hakları vardır. Onun için, hepsine karşı âdil olun. Aksi takdirde, bunların hepsi kıyâmet gününde aleyhinizde davacı olacak ve sizi gerçek sultan ve güçlü hâkim olan Allah Teâlâ'ya şikâyet edeceklerdir.
Kimseyi kuvvet ve gücünüzle korkutmayın ve ceberrutluk yapmayın. Haksız yere perdeleri yırtmayın, kan dökmeyin, ocak söndürmeyin, insanları yerinden ve evinden etmeyin.
Yönetiminizi korkutma ve sindirme üzerine bina etmeyin. Peygamberimiz, yanlışlıkla elindeki çubuğu birisine değdirmiş, arkasından adamı kısas yapmaya davet etmiştir.
Ey Emîr! Kendi canını düşün; kendi canın için cehenneme karşı Rabbinden güvence almaya çalış ve genişliği yerle gökler kadar olan cennete talip ol. Peygamberimiz, cennet hakkında şöyle buyurmuştur: "Cennetteki bir karışlık yer, bütün dünyadan ve içindeki şeylerden daha kıymetlidir." (İbnu Ebid-Dünya)
Ey Emîr! Bu saltanat kalıcı olsaydı, senden öncekilerin elinde kalırdı. Senden önce kimseye kalmadığına göre, sana da kalmayacaktır.
Ey Emîr! Mücrimler kıyâmet gününde amel defterlerini görünce, feryat edip, "Bu kitaba ne oluyor! Hiç birini atlatmaksızın küçük ve büyük bütün günahlarımızı gösteriyor." (Kehf, 49) derler.
Ey Emîr! Ömer İbni Hattab (ra), "Başında bulunduğum yönetimdeki hatadan dolayı Fırat kenarında bir kuzu telef olsa, ondan sorumlu olacağımdan korkuyorum." demiştir. Halbuki, sana çok daha yakın yerlerde nice insanlar tedbirsizlik ve adaletsizlik yüzünden telef oluyor.
Ey Emîr! Allah Teâlâ, Dâvûd (as)'a indirdiği vahiyde, "Ey Dâvûd! Biz seni yerde halife yaptık. İnsanlar arasında hak ölçüleriyle hükmet, heva ve hevese uyma. Bunlara uyarsan seni Allah’ın yolundan saptırırlar." (Sâd, 26) demiştir. Hak ölçüleriyle hükmetmek, davacılar arasında ayırım yapmamak ve ayrıcalık tanımamaktır. Allah Teâlâ, Halifelere çobanlık görevi vermiştir. Bu sebeple onlar da çobanlar gibi, yönettiklerini kurt ve kuşa karşı korumak, kırıkları sarmak, zayıfları su ve otlağa yetiştirmekle yükümlüdürler.
Ey Emîr! Sen öyle ağır bir sorumluluğun altına girmişsin ki, bu sorumluluk göklere, yere ve dağlara teklif edilseydi, onlar bundan çekinip sakınacaklardı.
Ey Emîr! Peygamberimiz şöyle buyurmuştur: "Müslümanların yönetim işini üstlenen bir kimse, Allah Teâlâ’nın huzuruna elleri boynuna bağlı olarak getirilir. Eğer adâlet ettiği ortaya çıkarsa, elleri çözülür, aksi takdirde o şekilde bağlı olarak Sırat köprüsünden yetmiş sene derinlikteki cehennemin dibine atılır." (İbnu Ebid-Dünya)
Ey Emîr! Senin deden Abbas (ra), Allah Rasûlü’nden bir devlet görevi istemiştir. Peygamberimiz, ona, "Ey amca! Kendini selâmette tutman, hakkını ödeyemediğin bir görevi üstlenmekten daha iyidir." demiş ve kendisine duyduğu şefkatten dolayı ona görev vermemiştir.
(Çünkü devlet görevi, hakkı verilse görevlinin dünyasını mahveder, hakkı verilmese ahiretini mahveder. Devlet göreviyle dünyası mahvolan Hz. Ömer'e, "Senden sonra oğlun Abdullah yerine geçsin." dedikleri zaman, "Hayır! Bir evden bir kurban yeter." demiştir.)
, Ey Emîr! Ömer (ra) idareciliğin ağır sorumluluğunu düşünüp ağlar ve, "Ömer’e yazık oldu! Yok mu, yönetici olmanın sorumluluğunu onun gösterişiyle birlikte ondan alan bir kimse?" derdi.
Ey Emîr! Ömer (ra)'ın da dediği gibi, idarecinin din ve aklın emrinde olan güçlü bir iradenin sahibi olması, intikamcı hisler taşımaması, zaaflara yenilmemesi, hak ve adâleti gerçekleştirmeye çalışırken Allah Teâlâ'dan başka bir kimseden korkmaması ve her hangi bir şeyin etkisi altında kalmaması gerektirir.
Ey Emîr! Peygamberimiz Cebrail (as)dan cehennem ateşini kendisine tarif etmesini istemiş, bu melek de onu şöyle tarif etmiştir: "Allah Teâlâ’nın emriyle ateş bin sene yakılıp kıpkızıl hâle getirilmiş, sonra bin sene yakılıp sapsarı hâle getirilmiş, sonra bin sene yakılıp simsiyah hâle getirilmiştir. Böylece o şimdi ışıksız, karanlık ve olabildiğe sıcak ve yakıcı bir ateştir. Onun içinde yanan bir insan yerdekilere gösterilse, bunların hepsi onun kötü kokusundan ve korkunç manzarasından bayılıp ölürler." Bu sözleri duyunca Peygamberimiz ağlamış ve ağlaması uzun sürmüştür. Bunun üzerine, Allah Teâlâ onu teselli etmek için;
"Allah senin geçmiş ve gelecek günahlarını affetmiştir. O, nimetini üzerinde tamamlayacak, seni dosdoğru yolda yürütecek ve kendi yardımıyla aziz edecektir." (Feth, 2, 3) âyetlerini indirmiştir.
Ey Emîr! Ömer (ra) şöyle duâ etmiştir:
"Allah'ım! Bir birini dava ederek bana gelen ve benden adalet üzere hüküm isteyen taraflardan birine akrabalık, dostluk vesaire sebeplerle ufak bir meyil gösterirsem, beni bir lahza yaşatma."
Ey Emîr! Güçlü olmak, zorluklara rağmen hakkı ayakta tutmaktır; şerefli olmak ise Allah Teâlâ'ya karşı takva hayatını yaşamaktır.
Allah Teâlâ, izzet ve şerefi kendisine itaatte arayanı yükseltip aziz eder; bunları O'na itâatsızlıkta arayanı ise alçaltıp rezil eder."
* Ebu Cafer el-Mansur, Kabe'yi tavaf ederken Mültezem'de bir adamın duâ ettiğini gördü. (Mültezem, Hacerul Esved ile Kabe'nin kapısı arasındaki duvardır. Bu duvara yapışıp duâ etmek müstehabtır.) Adam, Allah Teâlâ’ya yakarıp şöyle diyordu: "Allah'ım! Yerde zuhur eden (açık ve yaygın hâle gelen) zulüm ve bozukluğu, hakkın ve adâletin önüne geçen dünya hırs ve düşkünlüğünü ve bunların sebep olduğu haksızlıkları sana şikâyet ediyorum." Mansur, bu sözlerle kendisine tariz yapıldığını anladı ve durup adamı yanına çağırdı.
-Nedir bu yaptığın duâ, ne istiyorsun? Allah'a yemin ederim, bu huzurumu kaçırdı ve beni hasta etti, dedi. Adam:
-Ey Emîr! Canımı bağışlarsan, sana yaptığım duanın mânasını açıklarım, dedi. Mansur:
-Canını bağışladım, haydi açıkla bakayım, dedi. Adam şunları söyledi:
-Ey Emîr! Senin mal ve servete karşı tamahkârlığın, hak ve adaletinin önüne geçmiş, zulüm ve bozukluğun yayılmasına yol açmıştır. Allah Teâlâ seni, müslümanların hukuk ve huzurunu temin etmekle görevlendirmişken, sen bunu unutmuş, gayretini mal ve servet toplamak üzerine yoğunlaştırmışsın. Memurlarından gördükleri zulüm ve haksızlıkları şikâyet etmek için sana gelenler, kapında bekçiler, muhafızlar ve aracılarla karşılaşırlar. Bunlar ise ancak hesaplarına gelenleri veya kendilerinden bolca rüşvet aldıkları kimseleri sana ulaştırırlar. Sen bir takım zâlim ve insafsızları etrafına toplamış, onlara görev ve yetkiler vermişsin. Bunlar memlekette olup da senin bilmediğin bozuklukları sana söylemezler, bildiklerini düzeltmek için de sana yardımcı olmazlar. Sorumsuz bıraktığın bu kimseler, halka zulmedip onları ağlatırlar. Sana da her şeyin yolunda olduğunu söylerler. Bunlar, senin herkesin hakkı ve payı bulunan devlet malına el koyup kendi hazinelerine doldurduğunu görünce, "Bu adam hâindir, hâine karşı da hâinlik yaraşır." diyerek sana karşı da hâinlik ederler. Fakat sonuçta olan; aç, açık, fakir, çaresiz, mazlum ve mağdur halka oluyor. Bu yaygın fitne ve fesadı sana iletmek isteyen bazı iyi niyetli ve hamiyetli insanlar olursa, etrafını saran hâin ve şakiler bunları tehdid edip senden uzaklaştırırlar. Bunlar, adâlet dağıtmak için görevlendirdiğin kadı ve hâkimleri de sindirip baskı altında tutarlar.
Bütün bunlar olurken, sen üzerine düşen her şeyi yapmış, hukuku korumuş, adaleti yaymış, huzuru temin etmiş, genel asayiş ve refahı sağlamış gibi kendinden emin bir hâlde Allah’ın evini ziyarete gelmişsin.
Ben uzak doğuda bir ülke gördüm. O yerin sultanı sağır olmuş ve bu sebeple günlerce ağlamış ve şöyle demiştir: "Ben bundan sonra, mazlumların şikâyetlerini nasıl dinler ve onların haklarını nasıl tahsil ederim?!" Fakat sonra buna bir çözüm bulmuş ve şöyle bir ferman yayınlamıştır: "Zulme uğrayan kimseler, bundan böyle kırmızı elbise giyip günün falan saatlerinde sarayın önüne gelsinler; ben onları pencereden seyredip durumlarını öğrenir ve haklarının tahsili için gerekeni yaparım."
Ey Emîr! Sözünü ettiğim bu sultan müşrikti, fakat mazlumların hak ve sorunlarına karşı böylesine hassas, duyarlı ve müşfikti. Sen ise Allah Teâlâ'ya iman etmiş bir. muvahhidsin. Onun için, mal toplamak ve saltanat sürmek hırsın müslümanlara karşı merhamet ve şefkatinin önüne geçmesin. Yönettiğin halkın sorunlarını göz ardı etmemeli ve onları unutmamalısın. Hem dünya malını bu denli bir hırsla ne diye topluyorsun? Çocuklarım için dersen, onların rızkı Allah Teâlâ'ya aittir. Güçlü olmak için dersen, Allah Teâlâ’nın nice güçlü sultanları yere serdiğini bilirsin. Yüksek bir makama ulaşmak için dersen, dünyada senin bulunduğun makamdan daha yükseği yoktur. Ahiretteki yüksek makamlar ise, mal çokluğu ile değil, amel çokluğu ile kazanılabilirler.
Ey Emîr! Sen cezalandırmak istediğin bir insanı ancak öldürebilirsin. Halbuki Allah Teâlâ bir insanı cezalandırmak istediğinde, onu ölümsüz ve sonsuz olan bir azapla cezalandırır. O, senin gizli olan niyetlerini bilir ve açıkta yaptığın işleri görür. O, seni mülkünden koparıp bunun hesabını çağırdığı zaman, ne hırsla topladığın malın, ne de etrafında topladığın zâlim ve hâin haşeratın (memurların) sana hiçbir faydası olmaz."
* Harun er-Reşîd, bir sene hacca giderken Kûfe'ye uğramış ve birkaç gün orada kalmıştı. Tekrar yola çıktığı zaman, halk onu uğurlamak ve saltanatın ihtişam ve debdebesini seyretmek için yollara dökülmüştü. Behlul de bu kalabalığın içindeydi ve bir yerde fırsat bulup Harun'un bindiği deveye ulaştı. Harun, deveyi durdurup onun ne diyeceğini öğrenmek istedi. Behlul, sesini kaldırıp şöyle dedi:
-Ey Emîr! Peygamberimiz hacca giderken, bindiği devenin semer ve örtüsü iki dirhem etmezdi. Etrafında da, halkı dövüp dağıtan kılıçlı ve sopalı muhafızlar ordusu yoktu.
-Ey Emîr! Mâna ve maksadı tevazu ve sadeliği öğrenmek olan hac yolculuğunda mütevazi davranmak, bu debdebe ve şaşaadan daha hayırlıdır.
-Ey Emîr! Allah Teâlâ bir kuluna mal ve cemâl (güzellik) vermişse, ona yakışan, malını hayırda kullanmak ve cemâlini iffetsizlikten korumaktır. Bu nimetlerin şükrü bu suretle ödenir.
Harun, onu bir şey dilenir zannederek kendisine bir miktar para uzattı. Behlul, elinin tersiyle parayı iterek şöyle dedi:
-Bu parayı haksız bir şekilde halktan almışsın, onu sahiplerine ver, dedi. Harun:
-Belki borcun var, bununla kapatırsın, dedi. Behlul:
-Alimlerin ittifakıyla borç borçla kapatılmaz. Senin elindeki mal senin halka olan borcundur, dedi. Harun:
-Belki, bunu rızk olarak kullanırsın, dedi. Behlul:
-Ey Emîr! İkimiz de Allah Teâlâ’nın kullarıyız. Senin rızkını verirken O'nun beni unutması muhaldir, dedi ve uzaklaşıp yolun kenarına çekildi.
* Ebu'l-Hüseyin en-Nurî (ra), kendi nefsinin ıslahıyla meşgul olan ciddî ve mütevazi bir sûfiydi. Bir gün tefekkür masadıyla kara ve denizin birleştiği sahili dolaşırken bir kayık gördü. Kayığın yükü şaraptı. Bu münkeri defetmek için, kayığa çıktı ve kayıkçıya, bu şarabın kime ait olduğunu sordu. Onun Halife el-Mu'tedid'e ait olduğu cevabını alınca, eline geçirdiği bir demir parçasıyla küpleri bir bir kırıp şarapları döktü. Son küpe gelince onu kırıp kırmamakta tereddüt etti ve sonra kırmaktan vazgeçti. O böylece işini bitirince, sahil muhafızları yetişip onu bağladılar ve saraya götürdüler.
El-Mu’tedid, onu kendisinin sorgulamak istediğini söyledi ve en-Nurî'yi onun huzuruna çıkardılar. El-Mu’tedid, kan dökmekten çekinmeyen, kılıcı sözünden önce olan mütehevvir bir kimseydi. En-Nurî içeri sokulunca, herkes onun sağ çıkmayacağını düşündü. El-Mu’tedid, ona:
-Sen kimsin? diye sordu. Nurî:
-Ben muhtesib'im, dedi. Mu’tedid:
-Kim sana bu görevi vermiştir? dedi. Nurî:
-Kim sana halifeliği vermişse, O bana bu görevi vermiştir, dedi. Halife:
-Peki, o küpleri niye kırmışsın? dedi. Nurî:
-Ey Emîr! Onları sana yardımcı olmak için kırdım. Çünkü bu suretle, senin defetmediğin bir kötülüğü senden defettim, dedi. Halife:
- Ama bir küpü kırmamışsın; dedi. Nurî:
- Ey Emîr! Ben haddimi aşan bu işe yalnızca Allah Teâlâ’nın bir yasağını ortadan kaldırmak için giriştim. Fakat son küpe geldiğimde, nefsimde kendini beğenme, cesaretine sevinme havası hissettim. Bunu hissedince de, artık bundan sonraki işin Allah için değil, nefsim için olacağını düşündüm ve bu sebeple o küpü kırmaktan vazgeçtim.
Bu kıssa, Hz. Ali'nin bir menkıbesini akla getiriyor. O da, bir kâfirle savaşmış ve bunu yere yıkıp göğsüne oturmuş. Öldürmeden evvel kendisine bir daha müslüman olmayı teklif etmiş, fakat kâfir, aşağıdan onun yüzüne doğru tükürmüş. Bunun üzerine, Hz. Ali (ra) üstünden kalkıp onu serbest bırakmış. Adam, şaşkınlık içinde kendini toplamış ve niçin kendisini öldürmediğini sormuş. Hz. Ali (ra) şöyle demiş:
"Ben seni Allah için öldürmeyi düşünmüştüm. Fakat yüzüme tükürünce, bende intikam alma hissi uyandı. Ondan sonra, seni öldürseydim artık Allah için değil, kendi nefsim için öldürmüş olurdum. Buna da hakkım yoktur." Adam, "Sana bu iç muhâsebeyi kazandıran ve nefis hesabına insan öldürmeyi yasaklayan din haktır, ben de müslüman oldum." demiştir.
Hisbe, nasihat, eleştiri ve cihad Allah için olurlarsa, fethedici ve sonuç alıcı olurlar. Fakat bu işler nefis, garaz, çıkar ve dünya için olurlarsa, fuzulî bir müdâhale, haksız bir tecavüz ve kuru bir kavga hâline gelirler.
Münker Örnekleri
Münker iki kısımdır. Bir kısmı haram olan işlerdir; bir kısmı da mekruh olanlardır. İki kısmın da kapsamı çok geniş olduğu için, hepsini saymak mümkün değildir. Bu sebeple, biz burada bir fikir vermek için iki kısımdan (haram ve mekruh olanlardan) karışık bir şekilde bazı örnekler vermekle yetineceğiz.
Mescidlerdeki Münkerler
1- Yanlış ve eksik namaz kılmak. Mescidlerde özellikle rükû', itidal, secdeler ve secdeler arasındaki oturuşta da tuma'nine yapmayanlara şâhid olunur. (İtidal, rukûdan sonraki kalkış hâlidir. Tuma'nine, biraz durmaktır. Hanefî mezhebine göre tuma'nine sünnettir.) Halbuki Şafiî mezhebine göre namazın bu yerlerinde tuma'nine rükündür ve onun terk edilmesiyle namaz bozulur. Bu sebeple, namazı bu şekilde eksik kılan Şâfiîleri uyarmak ve bilgilendirmek vaciptir.
2- Kıbleye yanlış durmak.
3- Gerek namazın içinde ve gerekse onun dışında Kur’ân'ı yanlış okumak.
4- Namaz kılanın beden veya elbisesinde necaset bulunması.
5- Ezan ve kamet lâfızlarını mânayı bozacak şekilde çok uzatmak
6- "Hayye ale"lerde göğsünü kıbleden çevirmek.
7- Sabah ezanını şafaktan önce okumak. Allah Rasûlü döneminde sabah için iki ezan okunurdu. Bilâl (ra) bunu şafaktan önce, Abdullah İbni Ummi Mektûm (ra) da, şafak söktükten sonra okurdu. Ancak çevredeki ashâb, bunların seslerini tanıdıkları için, sahur yemek ve namaz kılmak vakitlerini karıştırmazlardı.
Her yerde şartlar bu şekilde oluşmadığı için, şafaktan önce ezan okumak oruç ve namaz konusunda karışıklık ve yanlışlıklara sebep olabilir.
8- İmam ve hatiplerin devamlı olarak siyah cübbe (veya sarık) giymeleri. Siyah renkli şeyler giymek haram değildir. Ancak evlâ olan, bu şeyleri giymemektir. Allah yanında renklerin en sevimlisi beyaz renktir. Siyah renk ise manen karamsarlığı, maddeten de kirliliği ifade eder.
9- Va'z ve hutbe'de günahlara karşı cür'et kazandıracak tarzda konuşma yapmak. Bazı konuşmacılar sadece Allah Teâlâ'nın geniş olan affını anlatırlar. Halbuki, Allah Teâlâ’nın kendisi hem affından, hem de azabından birlikte bahsetmiştir. Kur'ân-ı Kerim'in başından sonuna kadar rahmet ve azap âyetleri birlikte zikredilmişlerdir. Allah Teâlâ, kendisini de şöyle tanıtmıştır:
"Kullarıma haber ver ki, ben mağfiret ve merhamet sahibiyim, azabım da en çok elem veren azaptır." (Hicr, 51)
Bu sebeple, yalnızca Allah Teâlâ'nın rahmetini anlatmak eksik bir anlatımdır. Bu eksik anlatım kalplerdeki azap korkusunu azaltmak suretiyle günahlara karşı rağbeti arttırır. Bazı konuşmacılar da, Allah Teâlâ'ya cennet ümidi ve cehennem korkusuyla değil, O'nun zâtı için ibadet edilmesi gerektiğini telkin ederler. Bu telkin de yanlıştır. Çünkü halkın büyük kısmı Allah Teâlâ'ya O'nun zâtı için ibadet edebilecek seviyede değildirler. Bu seviye ilim ve amelde ilerlemiş kâmil müminlerin seviyesidir. Bu müminler cennet ve cehennemin üstünde Allah Teâlâ'nın azametini ve ibadete liyâkatini görürler ve O'na bu şekilde ibadet ve kulluk ederler. Bu sebeple, bu seviyede olmayan halkın büyük çoğunluğunun kalbindeki cennet ümidi ve cehennem korkusu da silinirse, bu insanlar artık rahatlıkla günah işleyip itaatsızlık yapabilirler. Bunlara bu yolu açmak ise vebaldir.
Esasen bu yöntemi çoğunlukla zındıklar kullanırlar. Gizli din düşmanı olan zındıklar, halkı açıkça günah işlemeye davet edemedikleri için, suret-i haktan görünerek aynı sonuca ulaştıran bu yöntemi kullanırlar. Bu yöntem, aynı zamanda Allah ve Rasûlü’nün kullandıkları yöntemi hafife almak ve beğenmemektir. Çünkü Allah ve Rasûlü, insanları cennet ümidi ve cehennem korkusuyla da itaate davet etmişlerdir.
(İslâm sevgi dinidir, onun için korku yerine Allah Teâla'yı sevmek gerektiği yolunda yapılan telkinler de yanlıştırlar. Çünkü Kur’ân-ı Kerim'de müminlerin Allah Teâlâ'yı sevmeleriyle ilgili toplam dört âyet varken (Bakara, 156; Al-i İmrân; 31, Mâide; 54, Meryem, 96), O'ndan korkmaları gerektiğini bildiren ve bunu emreden yüzlerce âyet mevcuttur. Kaldı ki, Allah Teâlâ’dan korkmayıp yalnızca O'nu sevmek yeterli olsaydı, O'nu en çok seven, O'nun bütün emirlerini yerine getiren ve günahlardan da tamamıyla masum olan meleklerin korkmamaları câiz olacaktı. Halbuki, Allah Teâlâ, melekelerin kendisinden korktuklarını dikkat çekici üsluplarla anlatmıştır. Onun için kim ne dediğini iyi bilmelidir.)
10- Genç erkeğin yalnızca kadınlara namaz kıldırması, Kur'ân okuması ve va'z etmesi. Bunlar da münker işlerdir. Çünkü böyle ortamlarda kötü duygular iyi duygulardan daha fazla uyanırlar.
11- Erkek ve kadınların aynı yerde perdesiz ve birbirlerini görecek bir şekilde namaz kılmaları.
Peygamberimiz, kadınlar için evde ve tek başına namaz kılmanın onu mescitte cemaatle kılmaktan daha hayırlı olduğunu söylemiş, fakat bununla birlikte, mescide gitmelerini de menetmemiştir. Fakat, ondan sonraki dönemde Hz. Aişe (ra)’a, kadınları mescide gitmekten menetmiş ve, "Allah Rasûlü yeni şartları görseydi, o da menederdi." (Müttefekun aleyh) demiştir.
12- Tecvid kurallarını tatbik etmeyen kimselerin mescitte aşir okumaları.
13- Cuma günleri mescid avlusunun pazar yerine çevrilmesi. Bu durum, haram olmamakla birlikte, mescid giriş ve çıkışında cemaatin dikkatinin dağılmasına ve ibadet huşuunun bozulmasına sebep olur.
14- Çiğ soğan ve sarımsak yemiş kimselerin, bulaşıcı hastalık ve nezle taşıyanların ve her hangi bir şekilde cemaatin huşuunu bozan bir hâli olanların cemaate katılması. Peygamberimiz, "Soğan ve sarımsak yemiş kimseler, cemaatimize yaklaşmasınlar." buyurmuştur.
15- Yeri kirleten ve cemaatin huzurunu kaçıran sarhoş, deli ve çocukların mescide girmeleri. Ancak, büyükleriyle birlikte olan çocuklara bir ölçüde müsamaha göstermek evlâdır.
Çarşı ve Pazarlardaki Münkerler
1- Alış verişte yalan söylemek, yalan yemin etmek, malın ayıbını gizlemek, aldatmak. Bu münkerlere şâhid olunca uyarı görevinde bulunmak ve mağdur olan tarafı bilgilendirmek vaciptir.
2- Ölçü ve tartıda hile yapmak. Hisbe ve uyarı yapmakla bu münker ortadan kalkmazsa, yetkili devlet mercilerine şikâyet etmek vaciptir.
3- Şeriata uymayan alış veriş biçimleri.
4- Kullanılması haram olan şeylerin satılması.
5- Fâiz yapılması.
Yollardaki Münkerler
1- Gelip geçmeyi zorlaştıracak tarzda yolun üzerinde durmak, yük bırakmak, araba park etmek.
2- Pislik bırakan hayvanları bekletmek.
3- Geçenleri taciz eden köpek salmak.
4- Gürültü yapıp çevreyi rahatsız etmek.
5- Hayvanlara eziyet vermek.
6- Yol üstüne çöp ve pislik atmak.
7- Dam ve balkondan su akıtmak.
8- Hayvan kesip kan ve kazurat bırakmak.
Hamamdaki Münkerler
1- Hamamın duvarlarına çıplak resim yapıştırılması. Bu resimleri kaldırması için hamamcıyı uyarmak, kaldırmadığı takdirde de, o hamamı terk etmek vaciptir. (Günümüzde çıplak veya yarı çıplak resimler her yere asılır olmuştur. Bunlara karşı da bu şekilde tepki göstermek lâzımdır.)
2- Avret yerlerinin açılması.
3- Göbekle dizler arasındaki vücut bölgesinin tellâklara yıkatılması. Bunlar, bakmadan da bu işi yapsalar yine câiz değildir. Çünkü, haram olmak açısından dokunmak da bakmak gibidir.
4- Necis olan elini veya tası kurnanın içine batırmak. Çünkü, Mâliki mezhebi dışındaki mezheplere göre, necis bir şeyin dokunmasıyla az olan su necis olur. Kurnadaki su da azdır.
5- Kayganlık oluşturan sabun parçalarının orta yere atılması. Bunun sonucunda bir kaza olursa, duruma göre sabunu atan veya hamamcı sorumlu olur.
Ziyafet Yerlerindeki Münkerler
Değişik vesilelerle ziyafet verilir. Bunlardan evlilik ziyafeti gibi bazıları sünnettir de. Ancak, çoğu kez ziyafet yerlerinde değişik münkerler bulunur. Bu sebeple, ziyafete katılanların bu münkerlere karşı ev sahibini uyarmaları, dinlemediği takdirde de orayı terk etmeleri vaciptir.
Bu münkerlerden bazıları şöyledir:
1- İpekli halıların serilmesi.
2- Altın veya gümüş kap kullanılması.
3- Duvarlarda resim bulunması.
Yerdeki sergilerde, koltuklarda veya kap kaçaktaki resimler, aşağıda kaldıkları için münker değildirler. Açık kadın resmi ise bu şeylerde de münkerdir.
4- Haram olan âletlerle çalgı çalınması.
5- Erkek ve kadınların karışık veya birbirlerini görecek şekilde oturmaları.
6- İçki bulunması.
7- İsraf yapılması.
İsraf iki çeşittir. Birincisi, haram bir şey için az da olsa para sarf edilmesidir. İkincisi ise, helâl olan bir şey için uygun olandan fazla harcama yapılmasıdır.
Birinci israf çeşidi herkes için aynıdır; ikincisi ise kişilerin durumuna ve şartların icabına göre değişir. Bu sebeple, fakir için israf olan bir harcama zengin için israf olmayabilir veya bazı hâllerde israf olan bir şey, başka hâllerde farklı olabilir.
İsraftan kaçarken cimrilik tuzağına düşmek de doğru değildir. Çünkü bu ikisi de aynı ölçüde kötüdürler. Bu sebeple, Allah Teâlâ şöyle buyurmuştur:
"Elini boynuna bağlı hâle getirme, onu bütün bütün de açma." (İsrâ, 29)
"Rahman’ın kulları onlardır ki, harcama yaptıkları zaman israf etmezler, cimrilik de yapmazlar..." (Furkan, 69)
Yukarıda özetlediğimiz münkerler, bin sene önceki münkerlerdir. Hiç şüphe yoktur ki, o zamandan zamanımıza kadar geçen uzun süre içinde münkerler hem daha çok artmış, hem de daha çok çeşitlenmiştir.