Haramın tamamı habis olmakla birlikte bir kısmı diğerlerinden daha habistir. Helâl da bütünüyle tayyibdir; fakat bir kısmı diğer kısmından daha tayyib ve daha saftır. Nitekim doktor da her tatlının hararet verdiğine hükmeder; ancak bazısı şeker gibi» birinci derecede, bazısı da fanit (peynir şekeri) gibi ikinci derecede hararet vericidir; bazısı da pekmez gibi üçüncü derecede... Bal gibi olanlar da dördüncü derecede hararet vericilerdir.
Bunun gibi, haramın da bazısı birinci, bazısı ikinci, bazısı da üçüncü veya dördüncü derecede habis ve pistir. Aynı şekilde helâlin sıfatlarının dereceleri de değişiktir. Tayyiblik ve güzelliği çeşitli derecelere taksim edilir. Bu bakımdan biz ıstılah hususunda tıb ehline uyarak en azından dört dereceye taksim etmiş olalım. Her ne kadar ince tedkik ve tahkik bu şekildeki bir hasrı kabul etmese de. Evet, tedkik ve tahkik bu şekilde bir hasrı kabul etmez. Çünkü her derecenin de hadde hesaba sığmayacak kadar değişikliklere mâruz kalacağı tabiîdir. Zira şekerin bir kısmı diğer bir kısmından daha fazla hararet vericidir. Başka maddeler de aynen şeker gibidir. İşte bunun için biz de deriz ki, haramdan sakınmak (takva) dört derecedir:
I. Adil kimselerin takvasıdır. Bu şayet dikkate alınmayıp, aksiişlenildiğinde, insanın fasıklığını gerektiren takvadır ki buna riayet edilmediğinde adalet sıfatı düşer. Bu durumda kişi, isyan etmiş ve ateşe müstahak olmuş olur. Bu takva, fukahanın fetvalarıyla haram edilen herşeyden kaçınmak demektir.
II. Salihlerin takvasıdır. Bu takva, haram ihtimali olan herşeyden kaçınmaktır. Fakat zâhire göre fetva verenler, böyle şeylere ruhsat verirler. Hülasa; bu, şüpheli şeylerden sayılır. Bu bakımdan biz böyle birşeyden kaçınmaya salihlerin takvası adını verdik. Bu takva, ikinci derecede gelir.
III. Kişinin, ne fetva ile haram kılınmış ve ne de helâlliğinde şüphe bulunan şeyleri, yaptığı takdirde kendisini harama sürükler korkusuyla terketmesidir. Bu, yapılmasında herhangi bir beis olmayanı, zararlı olanın korkusundan terketmek demektir. Buna muttakîlerin vera'ı denir.
Hz. Peygamber bir hadîs-i şerîfinde bu dereceye işaret ederek şöyle buyurmuştur:
kul, yapılmasında beis ve zarar olmayanı, beis ve zararlı birşeye yolaçması korkusuyla terketmedikçe, muttakîler derecesine ulaşamaz; yani harama girmek korkusuyla helâli terketmedikçe, ehl-i takvadan sayılmaz.23
IV. Yapılmasında hiçbir beis olmayan ve yapılması zararlı bir fiile yol açma korkusu da bulunmayanı terketmektir. Fakat buna rağmen kişi, bu işi Allah için değil, başka bir niyetle; Allah'ın ibadetine yardımcı olsun diye değil, başka bir maksadla icra eder veya bu işi yapmayı kolaylaştıran sebeplerden herhangi birine kerahiyet veya mâsiyet musallat olmuştur; işte böyle birşeyi yapmamak ve bundan kaçınmak sıddîkların takvasıdır. Buraya kadar saydıklarımız, helâlin hülâsa olarak dereceleridir. Bu dereceleri
misaller ve delillerle tafsil edinceye kadar bu özetle iktifa edelim.
Birinci derecede zikrettiğimiz harama gelince; adâlette (adâlet sıfatının varlığında) ondan sakınmak şart koşulmuştur. Yine fasıklık alâmetini ve ismini atmakta, bu haramdan sakınmak şarttır. Bu haram, habislik ve pislik bakımından birkaç dereceye ayrılır. Meselâ, fasid bir akidle alınan mal (icab ve kabul gerektiren bir malın icab ve kabul kullanmaksızın satın alınması gibi) haramdır. Fakat bu, zorla gasbedilen derecesinde değildir. Gasbedilen malın haramlığı daha şiddetlidir; çünkü malın bu şekilde elde edilmesinde şer'î yol terkedildiği gibi, başkasına da eziyet edilmektedir. Ama bir malın, icap ve kabul olmaksızın sadece mutad şeklinde satın alınmasında ise, herhangi bir kimseye eziyet sözkonusu değildir. Ancak malın bu şekilde alınışında alış verişin bir hükmü olan icab ve kabul bulunmadığı için, taabbüdî yol terkedilmiştir. Sonra taabbüdî yolu mutad şekliyle terketmek, bu yolu faizden ötürü terketmekten daha kolaydır. Bu iki şeklin arasındaki ayrılık, ancak şeriatın bir kısım yasaklardaki teşdid, vaîd ve te'kidiyle anlaşılabilir. Nitekim Tevbe kitabında büyük ve küçük günahların ayırımını yaparken bu husus belirtilecektir. Bir fakirden, salih bir kimseden veya bir yetimden zulmen alınan mal, kuvvetli bir kişiden, zenginden veya fasık bir kimseden zulmen alınan maldan daha habis ve günah bakımından da daha kötüdür; çünkü eziyet görenlerin derecelerinin değişmesi, eziyet derecelerinin de değişmesine tesir eder.
İşte buraya kadar söylediklerimiz, habis nesnelerin açıklanması makamında yapılan inceliklerdir. Bu inceliklerden müslümanın gafil olmaması gerekir. Eğer günahkârların dereceleri değişik olmasaydı, ateşin dereceleri de farklı olmazdı. Azabın ve haramın nerelerde daha şiddetli olduğunu bildiğin zaman, artık bunları üç veya dört dereceye hasretmeye gerek kalmaz. Zira buna rağmen bunları üç veya dört dereceye hasretmek, tahakküm ve keyfî bir hareket olmuş olur. Bu, dondurulması mümkün olmayan birşeyi dondurmak demektir. Haramın çeşitli dereceleri olduğunu gösteren delillerden birisi mahzurların hepsinin bir olmaması ve birinin diğerine tercih edilmesini açıklayan ve ileride gelen mevzudur.
Mahzurların bir kısmı diğerine tercih edilir. Hatta murdar etten veya başkasının malından ya da Harem-i Şerîf hududları dahilinde yakalanan av etinden yeme durumunda kalındığında, bunların bir kısmı diğerinden önce yenir.24
Biz bu kısımların bazısının diğerlerinden daha önce yenmesi gerektiğini kabul ediyoruz.
23) İbn Mâce, Tirmizî ve Hâkim, (Atiyye b. Urve'den hasen ve garib olarak)
24) Burada 'Zaruretler mahzurlu şeyleri mübah kılar' kaidesi sözkonusudur. İbn Hubeyre, el-İfsad adlı eserinde şöyle der: 'Fukahâ, herhangi bir hayvan ölüsü ile sahibinin yanında olmadığı yiyecek maddeleri bulunduğu takdirde zaruret halinde bu sahibinin yanında bulunmadığı maldan mı, yoksa murdar olmuş hayvanın etinden mi yenilmesi gerektiği hakkında ihtilâf etmişlerdir. İmam Mâlik ve Şâfiîlerin çoğu ve Hanefîlerin bir kısmı; murdar etten değil, başkasının hakkı bulunan yiyecek maddelerinden ileride tazminat ödemek şartıyla yiyebileceğini; İmam Ahmed ve diğer Hanefî uleması ise murdar etten yiyebileceğini söylemişlerdir. İhramda bulunan bir hacının murdar etten veya Harem hayvanlarından avlayıp yemeye muhtaç olduğu takdirde hangisinden yiyeceği hususunda da ihtilâf edilmiştir. İmam Ebû Hanife, İmam Mâlik ve İmam Şafiî'nin bir kavline ve İmam Ahmed'e göre zaruretini bertaraf edecek kadar murdar etten yiyebilir; haremin avından ise yiyemez. Şafiî'nin ikinci bir kavline göre ise kişi o avlanmış hayvanı kendi eliyle kesip, etinden yiyebilir. Onun karşılığını da bilâhare öder. İbn Abdilhakem aynı fetvayı İmam Mâlik'ten de rivayet etmiştir'. (Zebîdî)